27 Aralık 2012 Perşembe

ŞAPKA-KRAVAT-FRAK-SMOKİN VE BİZ

"Bizde cumhurbaşkanlarının ve meclis başkanlarının frak giyme geleneği var. TBMM İçtüzüğü’nün 56. maddesine göre Meclis başkanları için bu zorunlu da. Ama bir tezat var! Genel Kurul’u yöneten Meclis başkanı ve başkan vekili için ‘beyaz kelebek papyon ve siyah yelek üstüne siyah frak giyer’ hükmü sanırım sadece bu göreve erkekler gelecek düşüncesi ile şekillenmiş. Çünkü frak dünden bugüne tüm ülkelerde erkek giysisi olarak kabul görüyor. Cumhuriyet Bayramı ve cumhurbaşkanı yemin törenlerinde frak giyme alışkanlığı Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı döneminde çok uygulanmadı. Ülkemizde pek tercih edilmeyen frak, özel törenler haricinde bazı düğünlerde ve sahne gösterilerinde kullanılıyor. Arap ülkeleri ve BM’de de giyilmeyen bu kostüm, kraliyet ailelerinin bulunduğu ülkeler için önemli bir kıyafet. Frak, her ne kadar resmiyetin simgesi olarak anılsa da 18. yüzyılda binici kıyafeti olarak tasarlandı. 18. asırda ava gidenlerin ata rahat binmelerini sağlayan, ortadan yırtmaçlı kuyruklu ve kırmızı renkte olan fraklar, o dönemin alışkanlıkları ve ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıktı. İçine giyilen pike kumaştan yelek rüzgârdan ve soğuktan korunmak amacı ile tasarlandı. Ceket önünün kapatılmaması ise ata rahat binmek ve hareket kolaylığı için. Frakların ilk zamanlar diz altına kadar inen kuyruk boyları zamanla diz hizasına kadar kısaldı. Tamamen erkek giysisi olan frakı, 1837-1901 yıllarında İngiltere Kraliçesi Victoria’nın oğlu Veliaht Prens Edward giymek istemedi. Resmî tören ve davetlerde giyilen fraktan sıkılan prens Edward, kuyruklu cekete çözüm bulmak için terzisi ile konuşup şimdiki smokini gündeme getirdi. Son yıllarda ise fraklara, daha çok sanatçılar ilgi gösterir oldu. Özellikle operacılar frakı tercih ediyor. Ünlü tenor Pavorotti buna iyi bir örnek. Katolik dünyasının ruhanî lideri Papa II. Jean Paul’ün cenaze töreninde ve Orhan Pamuk’un ödül aldığı 2006 Nobel töreninde de frak giyenler epey fazlaydı. "
 
             Yukarıdaki metin frakla ilgili bir alıntıdır. Araştırmasını yapmış değilim ama kılık kıyafetle ilgili sokaktaki insandan cumhurbaşkanına kadar kimin ne giyeceği ya da giymeyeceği ya da giyemeyeceği konusunda özel kanunlar ya da tüzükler ya da yönetmelikler veya genelgeler çıkaran ve bu konularla anayasa mahkemesine kadar davaları olan başka bir ülke var mıdır? Bilen varsa beri gelsin. Kılık kıyafetle ilgili müdahale ve düzenlemeler sanırım ilk Sultan 2.Mahmut dönemine kadar uzanmaktadır. Tanzimat ve batılılaşma ile birlikte kılık kıyafette batılılaşma ve yozlaşma süreci başlamıştır. Münevverlerimiz aydın olmaya başlamışlar, batılılar gibi giyinmeyle birlikte batılılar gibi yemek içmek ve davranmak artık modernliğin ve çağdaşlığın olmazsa olmazı haline gelmiştir. Sonraki yıllarda 1. ve 2. meşrutiyet ile hız kazanan batılılaşma ve dejenerasyon cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte devrim kanunları haline gelmiştir. Şalvarıyla sarığıyla, başındaki yazması ile kurtuluş savaşını kazanan ve elindeki örtüsünü çocuğu yerine top mermisinin üstüne örten Türk kadının başındaki örtü zorla çıkartılmış, "şapka kanunu" ile şapka giymek zorunlu hale getirilmiş, sırf şapka giyilmemesi yüzünden sayısız insanımız yargılanmış ve idama mahkum edilmiştir. Bunlardan birisi de "iskilipli atıf hoca" dır. Kılık kıyafeti uygun değildir, yabancı zevat görür ise ayıplar gerekçesi ile kılık kıyafet ve şapka kanununa uygun kıyafeti olmayanlar Ankara vilayetinin girişinden geri çevrilmiştir. Bunlardan birisi de rahmetli Aşık Veysel Şatıroğlu'dur. Eski İstanbul Hukuk Fakültesi dekanlarından Prof. Dr. İlhan Akın'ın  Devrim Tarihi isimli kitabında aynen şöyle yazmaktaydı: "mecliste başta Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey olmak üzere pek çok muhalif Şapka kanunu ile ilgili şiddetli muhalefet göstermektedir. Neticede uzun süren müzakerelerden sonra Mustafa Kemal Atatürk söz alarak kürsüye çıkar ve konuşmasının sonunda son sözü şu olur: -efendiler; ihtimal bazı kelleler gidecektir fakat şapka giyilecektir-  Bu konuşma üzerine muhalifler ikna olduklarını ifade ederler ve kanun çıkarılır. Fakat bilineceği üzere daha sonra en hızlı muhaliflerden Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey Atatürk'ün muhafız alayı komutanı Topal Osman tarafından katledilir. Sonrasında susturulmak maksatlı Topal Osman da katledilir. Bir kısım muhalifler ise başta Kazım Karabekir olmak üzere İzmir suikasti gerekçesiyle yargılanır ve etkisiz hale getirilir. 
                 Fazla ayrıntıya girmeyelim yakın tarihimiz şapka ve frak ve smokin giyenler ve giydirenlerle giymek istemeyenlerin, rakı ve şarap içenlerle içmek istemeyenlerin hesaplaşması ya da kavgası ya da mücadelesi ile yazılmıştır. Ve bu kavga devam etmektedir. Hıfzı Topuz'un Mithat Paşa'nın hayatını konu ettiği "taifte ölüm" isimli romanda Mithat Paşa'nın nasıl batılı değerlere teslim olduğunu ve Fransa'da bulunduğu bir dönemde nasıl batılılar gibi domuz eti bile yediğini ve yanında şarap içtiğini anlatır. Görmekteyiz ki yıllardan beri domuz etini şaraba meze yapanlarla süren kavga bitmemiştir. Yani ideoloji dışında ifade etmek gerekir ise şarapla sütün ya da ayranın, şapka ile takkenin, şalvar ile pantolunun, gömlek ile mintanın, frak, papyon veya smokin ile sıradan sivil giysinin kavgasıdır bu. Ve kıyamete kadar sürecektir. Yakınlarda ilkokullarda okul forması giyme mecburiyetinin kaldırıldığına dair bir düzenleme yapıldığı duyuruldu. Önümüzdeki eğitim döneminden itibaren ilk ve orta dereceli okullarda forma zorunluluğu kalkacakmış. Bu elbette güzel bir başlangıçtır diyeceğim ama ilkokul çocuklarına verdiğiniz özgürlüğü cumhurbaşkanınıza veremiyorsanız bunun neye yararı olacaktır anlayamam. Arif olan anlamıştır elbette ancak kısa ve açık teklifim şudur:  "özel hizmet birlikleri olan ordu, polis, zabıta ya da sair güvenlik birimleri gibi maaşlı kadrolu özel statülü kesim dışında hiç kimsenin kılık kıyafetine müdahale edilemez, ve dayatma yapılamaz, herkes örf adet, toplumsal anlayış ve tahammül çerçevesinde dilediği yere dilediği gibi giyinerek girip çıkabilir, yaşayabilir ve hayatını idame ettirebilir. Dilediği ve tercih ettiği kılık içinde yaşamak her ferdin yaşama ve mülkiyet hakkı kadar kutsal  hakkıdır" mealinde tek maddelik bir kanun çıkarak her türlü kılık kıyafet dayatmasını iptal etmek, bir daha toplum genelinde kılık kıyafet düzenlemesi yapacak bir düzenleme yapmaktan vazgeçmek ve ilkokuldan üniversiteye, en sıradan memurdan cumhurbaşkanına kadar herkesi giyim ve kuşamında özgür bırakmaktır doğru olan. Mesele kısaca budur vesselam.

7 Aralık 2012 Cuma

PKK MI BDP Mİ?

"AŞAĞIDAKİ YAZI YENİ AKİT GAZETESİNİN 7.12.2012 TARİHLİ NÜSHASINDA HASAN KARAKAYA İMZASI İLE YAYINLANMIŞTIR. AYNEN PAYLAŞIYORUM"
BDP, PKK'nın uzantısı mı... Ta kendisi mi?

Hem “Müslüman”, hem “başörtülü” hem de “liberal” olduklarını söyleyen bazı hanım yazarlar, biraz da “feminist” takıldıklarından, “gerekli ilgiyi görememekten” yakınıyorlar. Belki doğru, ama “ilgisizliği” de hak ediyorlar...

Öyle ya; sürekli “savrulma” içindeler...

“Nerede durdukları” belli olmadığı gibi, “nerede duracakları” da meçhûl!..

“Kimlik”leri de meçhul!.. “Deve” misiniz, “Kuş” mu?..

“Müslüman” mısınız, “Liberal” mi?..

Bir Müslüman'ın, “farklı bir sistem”e ihtiyacı olmaz ki...

“Müslüman”san, olaylara “Müslümanca” bakarsın!..

Başka pencereye ne lüzum var?..

İslam'da “ırkçılık” yoktur!..

“Türk ırkçılığı” da yoktur, “Kürt ırkçılığı” da!.

Ve tabiî; “Arap ırkçılığı” da!..

Ama, “bazıları” ne yapıyor; “Türk faşizmi”ne karşı çıkarken, “Kürt faşizmi”ni kutsuyor, baştacı yapıyor, neredeyse “Marksist-Ateist PKK ağzı” kullanıyor.

Kendilerine “PKK sempatizanı” denildiğinde de; kırılıp, güceniyorlar!..

Peki, yaptığınız ne? “Kürt halkına sahip çıkıyor” görüntüsü altında PKK'yı ve dolayısıyla “terörü kutsadığınızın” farkında değil misiniz?..

Herhangi bir yerde bir araya geldiğimizde de, “kinayeli” konuşuyorlar; “Bizimle aynı karede görünme!.. Ne de olsa, biz PKK'lıyız!”

PKK'NIN BASIN ŞUBELERİ!

Kusura bakmayın ama; Siz de “saf”ınızı belli edin!..

Hani, bir atasözümüz var ya; “Bizden yana mısın, Domuzdan yana mı?” Bir karar verin artık; “Marksist, ateist PKK'dan” yana mısınız, “Türkiye'den” yana mı?..

Hem “Müslüman” olduğunuzu söyleyeceksiniz, hem de kendini haşa “Peygamber” ilan eden Apo'nun yolunda yürüyeceksiniz!..

Bu mu tutarlılık?..

Bu mu liberallik?..

Bu mu İslamcılık?..

Diyorsunuz ki; “Diyarbakır sıkıntı içinde!” Yani, onun için ilgi gösteriyorsunuz.

Söyleyin o zaman; “Yozgat sıkıntı içinde değil mi?” Peki, Diyarbakır'la ilgilenirken, Yozgat'la veya Gümüşhane ile, ya da Çankırı ve Trabzon ile niye ilgilenmiyorsunuz?

Ne o; Türkiye'nin diğer illeri ile ilgilenince “Türkçülük” mü yapmış olursunuz?..

Mantığınız buysa, şu anda yaptığınız da “Kürtçülük”ten başka bir şey değildir!.. Eğer samimi ve dürüst iseniz; bırakın Türkçülük veya Kürtçülük yapmayı da, yiğitçe çıkın ortaya “Türkiyecilik” yapın!..

Ama siz; Tam bir “PKK borazanı” gibi hareket ediyorsunuz... “PKK borazanlığı” ağır mı geldi, o halde “PKK'nın basın şubesi” diyelim...

Yoksa, “PKK'ya destek” verdiğinizin farkında mı değilsiniz?..

İZNİK'TE NE OLDU?

Bizim Ersoy Dede, 30 Kasım 2012 tarihli yazısında, “İznik'teki bir toplantı”dan söz ediyordu...

Aralarında, bizim Abdurrahman Dilipak'ın da bulunduğu “İslamcı entelektüeller”in davet edildiği bir toplantıymış bu....

Kimler mi katılmış?..

Buyrun, onlardan bazıları; Hilal Kaplan, Abdurrahman Kurt, İbrahim Sediyani, Abdurrahman Dilipak, Osman Bostan, Müfit Yüksel, M.Emin Ekmen, Abdullah Ekinci, Abdullah Deniz, Selahattin Goban, Fatma Bostan Ünsal, Fermani Altun, Mehmet Bekaroğlu, Muhittin Kaya, Arif Koçer, Ramazan Değer, Şehmus Ülek, Mehmet Alkış, Hidayet Şefkatli Tuksal, Ayhan Bilgen, Ali Akel, İhsan Eliaçık, Ümit Aktaş, Yıldız Ramazonoğlu, Emine Uçak Erdoğan.

Ersoy Dede, “İznik'teki toplantıda vicdanlı sözler de söylenmiş” demiş ve eklemiş; “Gel gelelim, bu tip toplantıların kötü bir huyu vardır..

Toplantıyı tertipleyen ekip, tarihe not düşmek adına bir sonuç bildirgesi yayınlar.. Ve bu sonuç bildirgesi, katılımcılar bazı maddelerine şerh dahi düşseler, her katılımcıyı bağlar...

Ya da bağlar demeyelim de, epey bir süre arkasından gelir veyahut zaman zaman önüne çıkar..

Niye? Çünkü toplantıların bir konsepti bir de sonucu oluyor..

Giderken konsepte itiraz etseniz dahi çıkarken sonucu paylaşıyorsunuz..

(....)

Toplantı sonrasında yayınlanan “13 maddelik bir bildirge”nin tümünü değil, ama kafama takılan bazı maddelerini sizlerle paylaşmak isterim..

Madde 2)- Devlet Kürtlerden özür dilemeli.

Madde 3)- Şiddetin devam ediyor olması gasp edilen temel hak ve özgürlüklerin iade edilmemesinin gerekçesi olamaz. (burada ‘şiddet' diye anılan eylem, terör eylemidir)

Madde 7)- Bütün siyasi alternatif modeller tartışılabilmelidir.

Madde 10)- Kürt meselesi bağlamında yaşanan ihlal ve zulümlerin tespiti ve tazmini için bağımsız ve icrai yetkisi olan bir komisyon oluşturulmalıdır.

Bunlar, elbette “devlet”ten talepler...

Peki, bu “entelektüel” bay ve bayan arkadaşlara sormak gerekmez mi; “Devletten taleplerinizi dile getirmişsiniz de, PKK'dan niye talepte bulunmadınız?..

PKK'dan imamları öldürmemesini, okulları ve iş makinalarını yakmamasını, sokakları savaş alanına çevirmemesini, otomobilleri kundaklamamasını, çocukları zorla dağa götürmemesini, bir an önce silah bırakmasını niye istemediniz?..”

Hadi, diyelim ki; “Silahlı PKK”dan korktunuz...

Hiç olmazsa, BDP'ye yönelik bir “talep listesi” yayınlayamaz mıydınız? Mesela,. diyemez miydiniz; “Dokunulmazlık zırhının arkasına saklanarak terörist başı Apo'ya övgü düzmekten utanmıyor musunuz?..

Devletin bakanının üzerine yürümek ve polise yumruk atmakla Kürtçülük yaptığınızı mı sanıyorsunuz?

Devletin size tahsis ettiği makam araçlarınızla terörist kaçırmaktan utanmıyor musunuz? PKK'lı ve KCK'lı gençlere açlık grevi yaptırırken, şiş kebap partilerinde boy göstermeye ve aksırıncaya-tıksırıncaya kadar yemeye utanmıyor musunuz?”

PKK'NIN CİNAYETLERİBunlar, benim aklıma geliverenler...

Bir de, bugünkü manşet haberimizde de okuyacağınız gibi; Refah Partisi Bitlis eski Milletvekili Abdülhaluk Mutlu'nun sorusu var; “Bu cinayetlere BDP niye sessiz?” Hangi cinayetlere?..

Abdülhaluk Mutlu diyor ki; “90'lı yıllarda bölgede birçok faili meçhul cinayet işlendi. Ne kadar ılımlı BDP'li varsa öldürüldü.

Mesela Tatvan İlçe Başkanı Şevket Özdemir, evinin önünde vuruldu. Şevket Bey, DEP içinde en ılımlı ve şiddete karşı olan bir insandı.

Katilleri yakalanmadı.

Bu cinayetler hiçbir şekilde gündeme getirilmedi.

Ne o dönemki DEP, HADEP yöneticileri tarafından ne de BDP tarafından...

Bu, son derece manidardır. Bugün Ergenekon'dan, cuntacılardan hesap soruluyor.

Hepsi içeriye alınırken, en fazla sıkıntıyı çeken bölgedeki faili meçhullerden bahsedilmemesi manidar değil midir?

Katillerin ortaya çıkarılabilmesi için hiçbir çaba sarf edilmedi...

BDP'liler bu konuyla ilgili Meclis'te bir önerge bile vermedi.”

Sahi, “faili meçhul”lerin ortaya çıkarılması için BDP, niye parmağını kıpırdatmadı?.. Yoksa; “PKK infazı” oldukları için mi?..

Sahi, BDP'lilerden niye gık yok?.. Kim bilir, belki de; “PKK'nın uzantısı” oldukları içindir.

PKK'NIN TA KENDİSİ!

Ama hayır...

“Başörtülü ama durduğu yer belli” olan hanım yazarlarımızdan Elif Çakır'ın enfes bir tesbiti var..

Demiş ki; “BDP'li milletvekilleri, kendilerine PKK uzantısı denildiği zaman kızıyorlar. Haklılar...

Çünkü onlar; uzantı filan değil, PKK'nın ta kendisidir!” Tebrik ediyorum Elif...

Bir Müslüman, eğer “aşağılık kompleksi” içinde kıvranmıyorsa, “aidiyet” sorunu yaşamıyorsa, “yanaşma” eğilimi yoksa, “ezik-büzük” değilse, fikri de oturmuş ise, Elif Çakır gibi, net tavır koyar...

“Tribün”lere değil, “Türkiye”ye oynar.

Ben de, İşte böyle takdirlerimi bildiririm...

“Entel-dantel”ler bunu düşünsün!..

21 Ekim 2012 Pazar

ANADİLDE EĞİTİM - KÜRTÇE EĞİTİM

             Nerede ise kırk yıla yaklaşan ve ülkemizin yüzlerce milyardolarlık kaynaklarının ve yaklaşık elli bin insanımızın kaybına sebep olan PKK terörü sonunda, geldiğimiz en son noktada dillendirilen ve devlete kabul ettirilmek istenen şart "anadilde eğitim" yani kürtçe eğitim olarak ortaya çıkmıştır. Geçmişte sadece Kürtçe konuşma hakkı, Kürtçe müzik dinleme hakkı olarak dillendirilen talepler sonunda bugün "anadilde eğitim" söylemi olmazsa olmaz şart olarak öne sürülmektedir. İlginç olan ise şudur ki adeta BDP ve PKK ile birlikte AKP de bulunan kürt milletvekilleri de "anadilde eğitim" talebini vazgeçilmez bir hak olarak gördüklerini açıkça ifade etmektedirler. Bu durumda yaşadığımız terör ile özdeşleşmiş Kürt meselesini "anadilde eğitim" talebi noktasından yeniden ele almak gerekmiştir. 
   Öncelikle doğru olduğunu varsaydığımız ve inandığımız  cümleleri sıralayalım:
1-Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde değişik zamanlarda ve değişik ağırlıkta ve değişik din ve etnik kökene bağlı vatandaşlarımız üzerinde despot yüzünü gösteren hükümetler zulme varan uygulamalarını son yıllara kadar sürdürmüşlerdir. Resmen uygulanan baskı ve yıldırma politikaları ve devlet içinde oluşmuş çeteleşmelerin gerçekleştirdiği faili meçhul öldürmeler, suikastler, kaza süsü verilmiş cinayetlerin yanında yargı ve cezaevlerindeki adil olmayan uygulamalar ve idamlar ve işkenceler yüzünden milletimiz bütünü ile mağdur edilmiştir. Bu çerçevede Kürtleri bu uygulamaların dışında saymak mümkün değildir.
2-Geçmişte Dersim olayları nedeni ile devlet meşru güçleri ile bir ayaklanma biçiminde tezahür eden Kürt isyanına karşı aşırı güç kullanmış ve Kürt kardeşlerimiz kurunun yanında yaşında yanması gibi mağdur edilmiştir.
3-En son ihtilal diyebileceğimiz 12 eylül ihtilali sonrasında Diyarbakır Cezaevinde yapılan insanlık dışı işkenceler ve faili meçhuller asla ve asla kabul edilebilir değildir. 
4-PKK nın bir terör örgütü olarak ortaya çıkması her ne kadar Kürt halkının baskı altına alınmış taleplerinden doğduğu söylense de PKK şimdiye kadar asla Kürt halkının huzuru ve sükunu ve çıkarları doğrultusunda bir politika izlememiştir.
5-PKK nın kurucusu ve doğal lideri olduğu söylenen Abdullah Öcalan'ın dahi derin güçlerle bağlantılı bir eleman olduğunu bilmeyen yok gibidir.
6-PKK nın mali ve lojistik destekçilerinin uzunca bir süre Amerika çekiç gücü, sürekli İsrail, ve bilcümle Avrupa ülkeleri, Yunanistan ve Ermenistan ve günün siyasetine göre Türkiye ile ilişkileri bozulan ve hasım haline gelen Irak, Suriye, İran gibi ülkeler olduğu da bilinen bir gerçektir. Kendileri işgal etmiş olsalar bile saldıramayacakları hedefleri PKK yı kullanarak vuran düşman güçler, okul yaktırmakta, ormanlarımızı yaktırmakta, boru hatlarımızı sabote ettirmekte, sokaklardaki rasgele araçlar bile yakılmakta, toplu taşım araçları yakılmakta, demiryolları ve karayolları ve köprüler patlatılmakta, nizami savaş içinde dahi yapılamayacak gayrı ahlaki ve hukuki tahribat PKK  terör örgütüne yaptırılmaktadır. Ve bu eylemlerin hiç birisinin Kürt halkının çıkarları ile zerrece ilgisi ve bağlantısı yoktur.
7-PKK ilk kuruluş yıllarında belki TC derin devleti tarafından Abdullah Öcalan'a Kürt hareketini kontrol altında tutmak için kurulmuş bir örgüt ise de yaşanan süreçte bir ulusal hareket olmaktan çıkmış ve her türlü söylemi adeta uyuşturucu ticareti gibi bir ticaret haline getirmiş uluslararası Türkiye karşıtı güçlerin emir ve komutasında hareket eden taşaron bir terör örgütü haline gelmiştir. 
8-Bu durumda PKK ile müzakereden bile bir sonuç alınması mümkün değildir. Çünkü örneğin bugün için PKK Suriye ve Esed kontrolünde iken Esed'in oluru alınmaksızın Türkiye ile bir müzakereye oturması asla mümkün değildir.
9-Bölge ülkelerinden İran, Irak ve Suriye ile birlikte Türkiye'de Kürtler yaşamaktadır. Kürtlerin yıllardan beri  eşit vatandaş statüsü ile en geniş haklara sahip olarak, her türlü seyahat, yerleşme, seçme ve seçilme ve tüm anayasal hakları sonuna kadar ayrımcılık olmaksızın kullanabildikleri yegane ülke Türkiye'dir. Fakat her nedense bu dört ülkeden sadece Türkiye'de eylem yapılmakta sadece Türkiye'de terörizm sürdürülmektedir.
10-Bir başka gerçeğimiz şudur ki 12-13 milyon civarındaki Kürt nüfusun % 25- 30 civarındaki bir kısmı doğu ve güneydoğuda dağınık olarak yaşamakta asıl % 70-75 lik kısmı ise yoğun olarak Akdeniz, Ege ve Marmara bölgelerimizde yaşamaktadır.    
11-Devletin ise son eğitim reformu ile anadilde eğitim Türkçe olmakla birlikte seçimlik Kürtçe dersleri ilkokuldan itibaren müfredata konulduğu gibi üniversitelerimizde Kürtçe kürsüleri de açılmış bulunmaktadır. Kürtçe dil kursları ve Kürtçe konuşmak, Kürt müziği ve Kürtçeyi geliştirmekle ilgili hiç bir yasak ve kısıtlama da sözkonusu değildir. Küreselleşmenin medyaya da hakim olduğu yaşadığımız dünyada Kürtçe TV ler olduğu gibi TRT nin bir kanalı da TRT ŞEŞ sürekli Kürtçe yayın yapmakta, özel Kürtçe TV kanalları da yayınlarını özgürce sürdürmektedir.
             Yukarıda sıraladığımız gerçekler karşısında olayı "anadilde eğitim" de kilitlemenin hiç bir kabul edilebilir yanı yoktur. Anadilde eğitimin uygulanabilirliği de yoktur. Şöyle ki Kürt nüfusun % 70- 80 ni Türkiyenin değişik bölgelerinde dağınık olarak yaşamakta iken anadilde yani kürtçe eğitimin uygulanabilmesi asla mümkün değildir. Velev ki böyle bir uygulamayı mümkün kılabildiğimizi varsaysak o zaman ardından olabilecekleri sıralayalım:
1-Kürtçe eğitim alan insanlarımıza şu söylem dayatılacak ve o insanlarımız istismar edilecektir: "ZORLA TÜRKÇE ÖĞRENME DAYATMASINA HAYIR"
2-Sadece Kürtçe eğitim alan insanlarımız anadili sadece Türkçe olanlarla anlaşmakta zorlanacaklardır. Ayrıca anadilleri Kürtçe olarak eğitim alan insanlarımız iş hayatlarında görev yaptıkları bölgeler itibarı ile de zorluklar yaşayacaklardır ve özellikle hedefledikleri illerde yani açıkça KÜRDİSTAN olarak tanımladıkları bölgede görev yapmak isteyeceklerdir. Bu durumda Türk ve Kürt halkları tamamen ayrışacaklardır.
3-Şu an rafa kaldırılmış gibi görünen "demokratik özerklik" ya da "fedaratif yapı" ya da "konfedarasyon" ya da "bağımsız kürdistan" söylemi ortaya atılacak ve bu taleplerin sonu gelmeyecektir.
          Burada şu hususu da ifade etmeliyim ki varsayalım T.C devletinin bir bölümü önce federatif yapıya ve ardından da bağımsız bir yapıya kavuştu. Böyle bir durumda sadece Kürt nüfusunun azami % 30 unun yaşadığı bir bölgeye otonomi verildiğini ya da bağımsız olduğunu varsaysak kalan % 70 kürt nüfus ne olacaktır? Onları da kendi ülkelerine gönderecek miyiz? Aynı eşit vatandaşlık hakları ile Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşamaya devam mı edecekler? Eğer sınırdışı etmezseniz eğer bir tane delikanlı Kürdün bile kendi devletim diyeceği nüfusta kayıtlı olduğu yere gideceğini asla düşünemiyorum. Elbette gitmeyecek. Peki oradaki devlet ne işe yarayacaktır? Bugün PKK nın arkasında olan Türkiye düşmanı güçler bu defa boğaz tokluğuna o devleti yine Türkiye'ye karşı kullanacaklar hatta Türkiye içinde yaşayan Kürtler bile bu terör ve sabotaj faaliyetlerinde kullanılacaktır. Yani savaş devam edecektir. Kürtler ise yine Avrupa ve Amerika ve İsrail tarafından Türkiye'ye karşı paralı asker olarak kullanılacaktır. Dünden bugüne PKK ve onun çizgisinde düşünen Kürt vatandaşlarımız aynı dine, aynı kültüre, aynı dile, aynı iklime sahip olmadıkları halde nedense ve nasılsa Yunanistan yanında, Ermenistan yanında, Amerika yanında İsrail yanında yer almalarının ve aynı dine, kültüre sahip oldukları, kız alıp verdikleri, aynı tarihi ve coğrafyayı paylaştıkları Türklere ve T.C devletine karşı olmanın mantığını çözebilmiş midir acaba?  Varsayalım Türkler kötüdür. Kız alıp verdiğiniz, tezgahınızdan alışveriş eden, selamünaleyküm-aleykümselam diyen, kapı bir komşunuz, ya ev sattığınız ya ev satın aldığınız, kısaca iç içe geçtiğiniz Türkler; Ermeniden, Rumdan, Yunan'dan, Rustan, Yahudiden daha mı kötüdür? 
       Yukarıda açıkladığımız çerçevede Kürt kardeşlerimiz şunu anlamalıdır ki aslında bu savaş Kürtlerin savaşı değildir. Bu savaş Müslüman Türkiye'nin ezeli düşmanı Haçlı Avrupanın ve diğer müttefik düşman kuvvetlerin Türkiye'ye açtığı bir savaştır. Ve malesef ki Kürt kardeşlerimiz bu savaşın piyonu ve aracı olmaktadır. Bilerek bilmeyerek üzerinde yaşadıkları toprağa ve ekmeğini yedikleri suyunu içtikleri devlete ihanet etmektedirler. Bu ihanetten vazgeçmeli, her türlü hukuksuzlukla mücadele için uzunca bir süredir çaba gösteren ve nerede ise ordusu içindeki muvazzaf subayların bir yarısını hapse atan yönetimi verdiği bu hak ve hukuk mücadelesinde yalnız bırakmak bir yana karşısına çıkmakla kendi çıkarlarını da riske ettiklerini anlamalıdırlar.
            Son olarak sözüm ise yönetimedir: 
Anadilde eğitim söylemi sonuna kadar yanlıştır. Bunun uygulamaya konulması ise sorunu çözmeyecek daha da çözülmez hale getirecektir.  
Anadilde eğitimden yana olmak ve velev ki bu uygulamayı başlatmaya kalkmak ihanetle eşdeğerdir. Böyle bir yanlış yapılır ise -işallah yapılmaz- bunu yapanlar tarih önünde ve milletin vicdanında mahkum olacaktır.
Bu ülkede yaşayan bütün T.C kimliği taşıyan vatandaşlarımız ile dinleri ve etnik kökleri ne olursa olsun ortak paydamız T.C vatandaşlığıdır. Geçmişte Osmanlı tebası olmak gibi bugün de ortak payda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır. 
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olsun olmasın sınırlarımız içindeki bütün insanların malı, canı ve namusu devletimizin garantisi altındadır. Yine vatandaşımız olsun olmasın sınırlarımız içinde yaşayan bütün insanlarımızın dini ve dünyevi ve insani her türlü hak ve ihtiyaçlarını karşılamak devletimizin en asli görevlerindendir. 
Dileğim ve temennim aynı vatanı, aynı iklimi, aynı coğrafyayı paylaştığım farklı din ve etnik kökendeki vatandaşlarımın aynı hassasiyet ve sorumluluk duygusu içinde bir arada ve kardeşçe yaşama idraki içinde olmaları,  bütün çağdaş toplumlar gibi T.C devletine  tabi olmaları ve devletin birliği ve bütünlüğünü kendi canları gibi aziz bilme şuuruna kavuşmalarıdır. Bu ahengin, düzenin ve intizamın bozulması halinde ise Ergenekondan Anadolu'ya, Altaylardan Tunaya her hal ve şartta  hür ve başı dik, onurlu ve şerefli, bağımsız ve haysiyetli yaşamanın bedelini gerektiği yerde ödemeyi bilen Türk Milleti yine durumdan vazife çıkararak vaziyetin icabını yerine getirmeyi bilir ve bilecektir de.

12 Ekim 2012 Cuma

HAKKA DAVET VE TEBLİĞ

           Kendi adıma böyle bir tebliğ ve davette bulunmayı bir görev saydığım için bu başlıkta bir yazı kaleme aldım. Üstüne alan alır, almayan almaz elbette. Ancak ben vazifemi yapayım gerisi muhataba ve Allah'a kalmıştır.
           "Ey insanlar; Allah vardır ve birdir. Bildiğimiz ve bilmediğimiz, keşfettiğimiz ve keşfetmediğimiz tüm kainatı, canlı ve cansız alemleri ve bizleri Allah  yaratmıştır. Ve bütün alemler yaratıcısı olan Allah'ın kontrolü altındadır. Allah kendisine inanan ve inanmayan yarattıklarına rahmeti ile muamele eder, ancak dilediğini de kahreder. Şu gördüğümüz dünya hayatı gelip geçicidir. İnsanoğlu ne kadar çabalarsa çabalasın Allah'ın verdiği ömrü ne uzatabilir ne de kısaltabilir.  Allah dilediğini yaşatır, dilediğini öldürür. Dilediği kuluna dilediği hayatı hediye eder. Ya da dilediği kulunu imtihan eder.
            Allah, Adem A.S dan bu yana sayısız peygamberler, nebiler ve elçiler göndermiştir. Ve yine sayısız hak dostu var olmuştur. En son gönderilmiş ahir zaman Peygamberi Hz. Muhammed A.s dır. Dolayısı ile son ve hak din islam dinidir. İslam dininden evvel bildiğimiz hıristiyanlık ve musevilik mevcut iken tevrat zebur ve incil tahrif edilmiş aslından uzaklaşmış ve o dinlerin mensupları da hak yolundan uzaklaşmış olmakla ahir zamanda son din olarak islam dini ve peygamberi ve kitabı Kur'an-ı Kerim indirilmiştir. Allah'tan bize gönderilen ve bir harfi bile değişmemiş orijinal ve hak kitap Kur'an-ı Kerimdir. Allahın kitabında yazılan her şey Allahın emir ve yasaklarıdır. Haktır ve gerçektir. Ve Peygamber Efendimizin biz ümmetine yönelik her sözü yine haktır ve gerçektir. Dolayısı ile ihtiyar dünyanın son döneminde İslam yegane din, Kur'an yegane hak kitap ve Efendimizin sünneti yegane mutlak doğrularımızdır. Kur'an'a ve sünnete uyan her kişi, meşrep ya da mezhep haktır ve gerçektir. Kur'an'a ve sünnete uymayan hiç bir meşrep ya da mezhep ya da kişi hak değildir, doğru  değildir.  
         İslam olmak gerçek manasıyla insan olmaktır. İslam olanlar islam olmayanları da Allahın emanetleri olarak görür ve asla hor ve hakir görmezler. Müslüman, Allahın rahmet nazarıyla bakan insandır. Allah kitabında sadece hakkı ve sabrı tavsiye etmiştir. İyiliği tavsiye  ve emretmiştir. Hak ve hukuka riayeti emretmiştir. Haddi aşmayı ve saldırmayı ve tecavüzü men etmiş, yasaklamıştır. Müslümana hakkı olmayan herşeyi haram kılmıştır. Keza her türlü içki, domuz eti ve fuhuş yasak ve haramdır. Müslümana islam olsun olmasın bir başkasının malı, canı  ve namusu haramdır. Kul hakkı, Allahın affetmediği en büyük hak tecavüzüdür.  Müslüman, bütün alemin, dilinden, elinden ve belinden emin olduğu kişidir. İslam kızını toğrağa gömen bir toplumu medeni bir topluluk haline getirdiği gibi yine kızını toğrağa gömen bir Ömer'i dünya çapında bir adalet timsali, Hz. Ömer haline getirmiştir. İslama gerçek manası ile teslim olandan karıncaya bile zarar gelmez.
         Kur'ana ve sünnete uyanın dünyası da  selamettir. Ahirette de kurtuluşa erecek olanlar onlardır.
         Bu dünyada başımıza her ne tür felaket ve hastalık ve bela gelirse gelsin biliriz ve inanırız ki hayır ve şer Allahtandır. Müslüman her türlü kötülük ve felaket karşısında dahi sabretmeyi ve şükretmeyi bilen insandır. Müslüman bilir ki bu dünya fanidir, inanan ve inanmayan herkes ölecektir. Dünyadaki her türlü mal ve mülk ve her türlü kazanımlar dünyada kalacak ve ahirete sadece iyi ve güzel işlerimizin sevapları bizle beraber gelecek ve yine yaptığımız kötü işlerin günahları gelecek ve ilahi ve nihai adalet adalet tecelli edecek, sevapları ağır basan ve Allah'ın rahmet ve mağfiretinden nasiplenen cennete, diğerleri ise cehenneme gidecektir. Müslüman bilir ve inanır ki inanan ve inanmayanlar kıyamette hepsi bir arada hakkın huzurunda haşrolacaktır. İnanmayanlar da kıyamete inanmasalar bile onlar dahi bu dünyadan ortalama ömürleri sonunda müslümanın inandığı gibi ölecekler ve bu dünyaya ve sevdiklerine ve her türlü kazanımlarına veda edeceklerdir. Şu halde bütün insanların akıl ve idraklerini zorlayarak Allah'ın Kur'an-ı Kerim ile verdiği mesajı almaları şarttır. Allah'ın gönderdiği kitap vasıtası ile bizlere ulaştırdığı emir ve yasaklara yaşamları boyunca uymaları kendi menfaatleri icabıdır. Allah'ın kitabındaki emirlere uyan ve yasaklardan kaçınan ve Allah'ın gönderdiği son peygambere inanan ve iman eden şüphesiz ölümünden sonra cennete gidecektir.  Cennet müjdesine nail olmak için Kur'anî hayat yaşayanlar, helale koşup haramdan kaçanlar, kul hakkına riayet edenler, yaptıkları her işte Allah rızasını gözetenler, iyi bir müslüman ve iyi bir insan olabilmenin huzuru ile bu dünyalarını geçirecekleri gibi ahirete de aynı iç huzuru ile göçeceklerdir. Allaha asi gelenler, Allahın emir ve yasaklarına uymayanlar, kul hakkına riayet etmeyenler, her türlü haksızlık ve yolsuzluklara bulaşanlar, iyi bir evlat, iyi bir ebeveyn, iyi bir vatandaş, iyi bir komşu, iyi bir eş, iyilikler ve güzellikler içinde hayat süren bir insan olmak yerine, içki, lüks, zevk ve sefahat, fuhuş ve macera peşinde koşanlar, içinde yaşadıkları topluma zarar verenler de zamanı gelince ölecek ve tarih olacaklardır. Ama ahiretlerinin ne olacağı bizim malumumuz onların ise meçhulüdür.
        Bu kısa açıklamam çerçevesinde, her türlü mezhep, meşrep, tarikat, parti, dernek, vakıf, şeyh, mürşit, adına ne derseniz deyin bunların hepsi gerçekten Allah'a teslim oldukları ve Kur'an'a ve sünnete  uydukları ölçüde hak ve gerçek, o çizgiden çıktıkları ölçüde de batıl ve yalandır. Kur'an ve sünnete uygunluğu test edebilecek kadar dini bilgi ve araştırma her müslümana ayrı ayrı farzdır. Farz'ı ayndır. Allah dostlarını sadece Allah rızası için sevmek, Allah düşmanlarından ise veba gibi kaçmak ve onlardan uzak durmak ta Allah'ın emridir. Her işte Allah rızasını aramak müslümanın olmazsa olmazıdır.
         Bu kısa hülasadan sonra ben bu satırları okuyan bütün kardeşlerimi sadece Allah'a teslim olmaya, sadece Hakka kul olmaya ve sadece o Allah'ın son Peygamperi Peygamber Efendimize kayıtsız şartsız ümmet olmaya davet ediyorum. Siz arayın ve isteyin yeter ki, Allah sizi hiç bırakmadı, hissedeceksiniz, göreceksiniz,  Allah yine sizi bırakmayacak ve rahmeti ile, mağfireti ile kucaklayacaktır.
          Allaha emanet olunuz."  

2 Ekim 2012 Salı

KANDİL İMRALI PKK BDP İLE GÖRÜŞMEK İHANETTİR " TÜRK'E KEFEN BİÇENİN ÖLÜMÜ KORKUNÇ OLUR "

        Bilindiği gibi PKK neredeyse 70 li yıllardan bu yana kurulmuş, örgütlenmiş ve bugüne kadar baskıyla, zorla ya da kandırarak dağa kaldırdığı gencecik kürt çocuklarını kızlı erkekli terörist olarak yetiştirmiş, Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı güvenlik güçlerine ve sivillere karşı adeta düşman askeri gibi saldırmış ve saldırmaya devam etmektedir.
        Bu ihanetin hiç bir haklı gerekçesi olamaz. Hani Atatürk dönemindeki Tunceli'deki isyana karşı yapılan aşırı güç kullanma, ya da kürtlerin bazı haklarından mahrum kalması veya Diyarbakır Cezaevinde yapılan işkenceler ya da başka şeyler hiç bir şey devlete ihanet için haklı gerekçe olamaz. Bu milletin alfabesi elinden alınmış, kılığı kıyafeti değiştirilmiş, müziği yasaklanmış, dini faaliyetler yasaklanmış, ezan türkçeye çevrilmiş ve daha bir dünya haksız uygulamalar olmuş ama bunlar asla tasvip edilmemekle birlikte demokratik biçimde dillendirilmiş ve bugünlere gelinmiştir. Kısaca Kürtlerden çok bu ülkede genel manada Türkler zulme uğramıştır.
        1980 li yıllardan itibaren PKK yı besleyen ve palazlandıran devlet içinde çöreklenmiş terör sektörü görüldüğü üzere yavaş yavaş tasfiye edilmeye başlanmıştır. Geçmişte özel tim ile PKK nın çanına ot tıkanmak üzere iken orduda başlayan rahatsızlık sonunda önce özel  tim elindeki  silahlar alınmış ve sonrasında özel tim dağıtılmıştır. Aslında sınır ötesi operasyonlar için eğitilmiş olan ordunun iç güvenlikte başarılı olması mümkün olmadığı halde ordu komuta kademesi ülke içinde kendisi dışında silahlı güç olmasından rahatsızlık duyduğu için polisin teröre karşı eğitilmesine ve kullanılmasına karşı çıkmış ve engel olmuştur. Türk ordusu kendi içinde ise teröre karşı koyma iradesini tam olarak ortaya koyamamış, sivil ve askeri çeteleşmeler geçmişte PKK yı güçlendirmiş ve bugünlere gelinmiştir.
        Şimdi APO İmralı'da hapistir. Bir kısım PKK liderleri Kandil'de bir kısmı ise özellikle Avrupa ülkelerindedir. Ve PKK nın legal uzantısı konumundaki BDP denen partinin de TBMM çatısı altında bir miktar milletvekili vardır. BDP muhatap olarak İmralı'yı veya Kandil'i göstermektedir. Kendisi PKK nın uzantısını olduğunu açıktan kabul etmese de PKK kontrolü dışında olduğunu da söyleyememektedir. BDP nin PKK nın ve KCK nın emir komutası altında bir siyasi uzantı olduğunu bilmeyen yok gibidir. Hal böyle iken PKK gibi bir örgütün her nasılsa siyasi uzantısının da meclisin çatısı altında olabildiği bir dönemde meclisin ya da sivil iktidarın meclis çatısı altındaki BDP ile görüşmesi PKK ile müzakere mahiyetinde olacağı da herkesçe bilindiği halde neden israrla OSLO görüşmelerinin başlaması ya da İmralı ile görüşmeye başlanmasına vurgu yapılmaktadır? Ve neden  bazı Avrupa ülkeleri neden PKK bir terör örgütü olduğu halde bu terör örgütününü liderlerini kendi toprakları içinde barındırmaktadır? Neden onlara hamilik yaparak Türkiye Cumnhuriyeti Devleti ile yapılacak müzakerelerde gözlemci ya da ev sahibi ülke sıfatı ile bulunmayı düşünebilmektedirler?  BDP T.C devletinin yasal bir partisi konumundadır. APO namlı ABDULLAH ÖCALAN T.C devletinin bir özel hapishanesinde hükümlüdür. Dolayısı ile sadece taktiksel olarak ya da istihbarat için T.C devletinin hem APO ile hem de BDP ile görüşmesinde hiç bir sıkıntı yokken buna DİPLOMATİK ve ÖZEL  bir statü vererek PKK yı taraf olarak kabul etmeyi deklere edecek bir davranış içine girmenin hiç bir izah edilebilir tutarlı yanı yoktur. İmralı ile veya Kandil ile veya PKK ile  diplomatik bir formatta resmi görüşmeye kalkışmak tek kelime ile İHANETTİR ve bunu yapmaya kalkışacak olan her kim olursa olsun haindir. Böyle bir seçeneği önermek bile tek başına ihanettir. PKK ile PKK sıfatı ile velev ki silah bıraksa dahi görüşülecek hiç bir şey yoktur. PKK dan sadece bu ihanetinin hesabı sorulmalıdır. Esasen PKK nın Kürt halkı için bir kurtuluş ve özgürlük mücadelesi veren bir örgüt olmadığını onun sadece Haçlı güçlerinin Türkiye Cumhuriyeti Devletini bölmeyi ve eğer bölebilirse yine koparmayı başardığı parça üzerinden geride kalan anavatana yeniden saldırma misyonu içinde bir düşman örgütlenmesi olduğunu görmemek için aptal olmak lazımdır. Evet PKK nın amacı Kürt özgürlük mücadelesi değildir. PKK sadece kukla bir Kürt Devleti kurmayı ve bu devlet üzerinden yine Türkiye'ye saldırmayı ve içerdeki Kürtleri de organize ederek terör faaliyetlerini sürdürmeyi hedeflemektedir. Bugün tövbe ettim dese bile esasen bir dini ve kitabı da olmayan zerdüşt PKK nın ne tövbesi ne de pişmanlığı bir hüküm ifade etmez.
       Öte yandan hatırlayacağımız gibi oğlu intihar eden BDP milletvekili intihar sonucu vefat eden oğlunun cesedi üzerinden Başbakan'a seslenerek "analar ağlamasın, bu kanı durdurursanız tarihe geçersiniz" gibi sözler sarf ederek Başbakanı akan kanı durdurmak için birşeyler yapmaya davet etmiştir. Burada kimse bu davetteki tuzağı fark etmemiştir. Eğer bu milletvekili akan kan dursun ve analar ağlamasın istiyorsa gerçekten, neden Başbakanımıza seslenmektedir. Anaları ağlatan Başbakan ya da T.C devleti midir? Bu konuda bu milletvekilinin muhatabı Başbakan değil Kandil'dir. Neden "Kandile sesleniyorum, artık devlete silah sıkmaktan vazgeçin, akan kanı durdurun, analar ağlamasın" demiyor da kalleşçe ve sinsice Başbakan'a hitap ediyor. Aslında PKK ile ve Kandil ile veya İmralı ile veya APO ile müzakere süreci olayı, onca patlayan mayın ile onlarca Mehmetçiğin kanına giren ve kalleşçe katleden PKK nın hükümete ve özellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a döşediği en büyük mayındır. Bu mayın patladığında akan kan durmayacaktır. Sadece ve sadece havaya uçan ve şehadet şerbetini içen AKP iktidarı olacaktır. Tabii bunun arkasından gelebilecek ve yaşanabilecek kaos ortamında bu devlet nasıl bir zarar  görür bunu tahmin bile etmek mümkün değildir. 
        Bir başka açıdan bakar isek  PKK ile pazarlık yapmak isteyenin İmralı'da ya da Kandilde ya da Oslo'da ne işi var?..... Gitsin Amerika'ya Amerika ile pazarlık yapsın. PKK ya bugüne kadar birinci derecede en büyük lojistik ve askeri desteği ve himayeyi veren Amerika'dır. çekiç güç döneminden beri Amerika PKK yı beslemiş ve büyütmüştür. Yani PKK konusunda yegane muhatap Amerika'dır diyebiliriz. Bu durumda bize bu çelik çomak oyununu neden oynatırlar anlamak mümkün değil. Hele hele bu oyunun ustalık döneminde olması gereken ve öyle olduğunu söyleyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan döneminde olması bir başka felakettir. Sayın Başbakanın siyaseten bile olsa imralı veya Kandil ile diyalog ve görüşmeyi telaffuz bile etmemesi icap eder. Kaldı ki aldığı oy ve milletvekili sayısı itibarı ile BDP den daha fazla Kürt oyu almış ve daha çok sayıda Kürt milletvekili çıkarmış olmakla birinci derecede Kürt halkının yasal temsilcisi AKP olmalıdır. Ve AKP iktidarı döneminde Kürt kardeşlerimizin kimlik ve kültürel hakları ile ilgili fevkalade olumlu işler de yapmıştır. Ama PKK nın gayesi asla Kürtleri çağdaş haklara sahip kılmak ya da onları uygarlığın nimetlerinden istifade eden bir toplum haline getirmek değildir. Öyle olsaydı devletin tüm imkanlarını seferber ederek doğu ve güneydoğu bölgesine gönderdiği iş makineleri PKK tarafından  yakılmazdı. Keza okullar yakılmazdı. O okullarda  Kürt çocukları kürtçeyi de Türkçeyi de öğrenecek ve cehaletten kurtulacaktır. Fakat PKK nın amacı okumuş tahsil yapmış insanlara sahip olmak değil. PKK kendisine cahil köleler, mankurtlar istemektedir. 
       Bu ahval ve şerait içinde yapılması gereken PKK ile müzakere değildir. Acilen alınması gereken tedbirler aşağıda sıralanmıştır:
        1-Masum ve devlete sadık Kürt kardeşlerimiz mağdur edilmeden PKK ile silahlı mücadele, PKK silahlı mücadele yapamayacak hale gelene ve tasfiye olana kadar en yoğun biçimde sürdürülmelidir.
                2-PKK nın maddi kaynakları, kaçakçılıktan elde ettiği gelirlere ve uyuşturucu ticaretinden ve üretiminden elde ettiği gelirlere de mani olunmalıdır.
          3-İdam cezası acilen geri getirilmeli ve "APO ve YARGILANIP İDAMA MAHKUM EDİLECEK OLAN TÜM PKK LILAR  ASILMALIDIR".
         4- Meclisteki dokunulmazlıkları kaldırılması gereken BDP milletvekillerinin derhal dokunulmazlıkları kaldırılmalı ve haklarında yargı süreci başlatılmalıdır. 
               5-PKK nın siyasi uzantısı olduğu apaçık ortada olan BDP ile ilgili yasal kapatma süreci başlatılmalı en azından BDP yi PKK nın uzantısı haline getirenler hakkında gerekli yasal işlemler yapılmalı ve  ve partiden ihraçları temin edilip BDP'nin demokrat ve devlete bağlı Kürtlere teslim edilmesi sağlanmalıdır. 
              6-PKK ya arka çıkan yerli ve yabancı devletler kurum ve kuruluşlar hakkında yasal ve diplomatik etkin girişimler yapılmalıdır.
            7-Yurt dışında yaşamakta olan ve PKK yöneticiliği yapan örgüt liderleri hakkında kırmızı bülten çıkarılarak yaşadıkları devletten derhal iadeleri istenmeli, iadesi mümkün olmayanlar ise uygun biçimde etkisiz hale getirilmelidir. Unutmayalım ki düne kadar Nazi avcılığı yapan ve pek çok naziyi etkisiz hale getiren ve pek çoğunu da götürüp yargılayan İsrail ayıplanmamış sadece takdir görmüştür.
            8-Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Türk vatandaşı kimliği ve sıfatı ile bir ve bir arada yaşamak isteyen ve federalizm, özerklik ya da bağımsızlık gibi takıntı ve saplantıları ve talepleri olmayan Kürt aydınları ile birlikte oluşturulacak platformda Kürt kardeşlerimizin daha mutlu ve daha huzurlu yaşayabilecekleri maddi ve sosyal şartların ve hakların tartışılması ve görüşülmesi yapılmalı ve Türkiye Cumhuriyetinin birlik ve bütünlüğünü bozmayacak her türlü sosyal ve insani eşit haklar Kürt kardeşlerimize de tanınmalı ve bu konuda alınabilecek tedbirler de alınmalıdır. 
          Başta söylediğimi sonda da söylemek istiyorum ki;
     İMRALI, PKK, KANDİL VE HATTA BDP terörün durdurulması konusunda diplomatik bir taraf olarak asla muhatap alınamaz, alınmamalıdır. Bu tek kelime ile ihanettir. T.C Devletinin resmi ve diplomatik olarak böyle bir görüşme ve diyalog içine girmesini isteyenler de, bu görüşmeyi bir çözüm önerisi olarak tavsiye edenler de, (Allah muhafaza) böyle bir görüşmeye kalkışan ve yapanlar da hain ve kalleş bir tuzağa yakalanmış ve bu ihanetin içinde kalmış olur. Bu aziz millet kucağına şehid evlatlarını alırken, "vatan sağolsun, kaç evladım varsa hepsi feda olsun" demiştir. "şehid karısı elinden tuttuğu ya da karnında taşımakta olduğu henüz doğmamış bebesini kast ederek "evlatlarını da  babaları gibi şehid olması için yetiştireceğim" demiştir. Otuz bin kişinin katili diye bildiğimiz ABDULLAH ÖCALAN ile bu mübarek kanların üzerinde pazarlıklar yapılır, çaylar kahveler içilir, muhabbetler edilir ise bu ancak ve ancak şehidlerimizin kanını içmek demektir ve bunun hesabını tarih ve millet huzurunda şehidlerimize ve onların sahipsiz kalmış bebelerine, eşlerine, yüreği yanan ana babalarına kimse veremez.   Kİmse unutmasın. Bu millet bunun hesabını en başta iktidar partisi AKP ve lideri olmak üzere bütün sorumlulardan uygun bir dil ile sorar. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki;
"TÜRK'E KEFEN BİÇENİN
ÖLÜMÜ KORKUNÇ OLUR"

27 Eylül 2012 Perşembe

BİZ BU FİLMİ GÖRMÜŞTÜK


           Son zamanlarda bazı platformlarda ve çevrelerde eski bir modanın yeniden hortlatılmak istendiği, geçmişte yazılmış ve oynanmış ve bedeli ödenmiş senaryoların yeniden sahneye konduğu ve gençliğimizin yeniden aynı kaos ortamına çekilmek istendiği yönünde belirtiler görmekteyim. Bu nedenle 12 eylül evvelini ve sonrasını ve hatta 12 mart dönemini yaşamış biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istedim.
12 mart evvelinde 68 kuşağı denen kuşağın özellikle Amerika ve Nato karşıtı eylemlerle başlayan kitle hareketleri sonrasında silahlı örgütlenmelere, ve polisle ve askerle silahlı çatışmalara dönüştü. O dönemdeki gençliğin tek müsbet yanı NATO ve Amerika karşıtı olması idi. Ancak bu söylemlerin devamında münhasıran Nato ve Amerika karşıtı olmak ve ardından Rusya(onlar inatla SSCB derdi) veya Çin yanlısı ve hatta Enver Hoca yanlısı olmak olmazsa olmazlar arasına girdi. 12 mart döneminde Deniz Gezmiş ve arkadaşları Amerikan karşıtlığı ile başlayan mücadelelerini Türkiye karşıtlığına dönüştürerek üniversite gençliğini kendi devleti ile bir savaşın içine soktular. Bu dönemde başlayan fraksiyonlar ayrışması ve çatışması 12 eylüle kadar devam etti. Bu ayrışmada Deniz Gezmiş ve arkadaşları, İbrahim Kaypakkaya, ve DDKD oluşumu ile Kürtçü bölücü hareketin de temeli atılmış oldu. Ancak burada gözden kaçmaması gereken olay şudur ki Türkiyedeki bu sol devrimci hareket ve karşısında oluşturulan sağ ülkücü hareket ve yanında oluşturulan milli görüşçü akıncı hareket bunlardan hiç birisi derin devlet dediğimiz kesimdeki bazı ekiplerin kontrolü dışına çıkamadı. 12 Mart muhtırasından ve askeri müdahalesinden sonra ilan edilen sıkıyönetim sonrasında silahlı direnişleri sırasında bazısı ölü ele geçirilen bu gençlerden üç tanesi de DENİZ GEZMİŞ, YUSUF ASLAN ve HÜSEYİN İNAN yargılanarak idama mahkum edildiler. Şimdi bu üç gencimizin idamı hak edip etmedikleri ayrı bir konu olarak tartışılabilir. Ancak bu üç genç adam öldürme ve silahlı eylemlere, asker ve polisimize kurşun atmaya kadar her eylemde bulundular. Yani kısaca ve sadece Dolmabahçede “altıncı filo defol” demekle yetinmediler. Altıncı filo niyetine Mehmetçiğe kurşun sıktılar.
             12 mart sonrasında sular durulmuş gibi olsa da 1975-1976 larda başlayan hareketlenme üniversitelerde olayların yeniden alevlenmesine neden oldu. Okullar, semtler, caddeler, sokaklar, köyler kasabalar, kahveler paylaşıldı. Çok tehlikeli bir ayrışma yaşandı. Güvenlik kuvvetleri her nedense acze düştü ve her gün onlarca insanımız soldan ve sağdan katletilmeye başlandı. Özellikle Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in arasındaki sürtüşme ve çekişme topluma yansıdı. Alparslan Türkeş ise bu kardeş kavgasında sokaklardan çekilmeyi göze alamadı. Ve çekilmedi. Ancak burada ilginç olan sonradan ortaya çıkmıştır ve tesbit edilmiştir ki bazı katil silahlar hem soldan hem sağdan insanlarımızın katledilmesinde kullanılmıştır. Balistik raporları ile sabittir ki birileri aynı silahlarla hem sağdan hem soldan insanlarımızın katledilmesi için büyük ve hain bir oyun oynamışlardır.
                 Bu arada gözden uzak tutmamamız gereken bir gerçek te şudur. Hem 12 mart hem de 12 eylülde ortaya atılan devrimci gençlerimizin ideolojik eğitimleri gereği milli hiç bir şeyi tanımadıkları gibi Allah inançları da asla olmamıştır. Nitekim Deniz Gezmiş ve iki arkadaşları idam evvelinde dini telkin de istememişlerdir. Ve bu gençlerimiz İstanbul Beyazıt Kulesine kızıl bayrak çektikleri gibi 1980 evveli 1 mayıslarda alanlarda Türk bayrağı taşımaksızın sadece orak çekiçli ve kızılyıldızlı bayraklarla alanları doldurmuşlardır. İsteyen ve arayan bu konularda çok zengin materyalleri arşivlerde bulabilir.
              Bu arada birileri tarafından özellikle oluşturulmuş bir kahramandan da söz etmeden geçemeyeceğim. Bu kahramanın adı YILMAZ GÜNEY’dir. Yılmaz Güney hayranlarına sorsanız en az yarıdan çoğu onun neden hapse girdiğini ve neden yurt dışına kaçtığını bilmezler ve zannederler ki Yılmaz Güney ideolojik bir suç işlemiş ve zindana atılmış, özgürlüğü elinden alınmış, o da kaçarak yadellerde vatan hasreti ile vefat etmiştir. İşin esası ise şudur: Yılmaz Güney gece hayatını seven, hovarda, aşırı derecede alkol alan, şöhretin sarhoşu olmuş serseri bir Yeşilçam oyuncusudur. Bir gün Adana’da içkili bir yerde malum adı ile pavyonda eğlenmeye gider. Belinde silahı da vardır. Aynı pavyonda eğlenmekte olan Adana ili Yumurtalık ilçesi Hakimlerinden SEFA MUTLU ile (klasik pavyon tartışmasıdır, ne bakıyon, sen kimsin gibi taciz ve müdahaleler sonunda) çıkan tartışma sonunda tabancasını çeker ve SEFA MUTLU adındaki hakimi öldürür. Ve hali ile göz altına alınır, tutuklanır ve cinayetten hapse mahkum olur. Olay aynen böyle olduğu halde hala YILMAZ GÜNEY’i bir devrim kahramanı zanneden gencecik yavrularımız vardır.
                 Bir paragraf ta DOĞU PERİNÇEK için ayırmalıyım sanırım. Doğu Perinçek 12 eylül evvelinde de AYDINLIK dergisini çıkaran ayrıca HALKIN SESİ Maocu dergisini de çıkaran MAOCU fraksiyona dahil olmuş bir marksisttir. Aydınlık dergisi 12 eylül evvelinde yayınlanırken Aydınlık dergisinin bir sayısında TÜRKİYE İHTİLALCİ İŞÇİ KÖYLÜ PARTİSİ adı ile (TİİKP) illegal bir partinin Konya’da kongresi yapılır. İllegal olduğu için kod adı HÜSEYİN GAZİ olan şahıs DOĞU PERİNÇEK’tir. Partinin tüzüğü Aydınlık dergisinde yayınlanır. Kongrede HÜSEYİN GAZİ yoldaş genel başkan seçilmiştir. Partinin amblemi ise sol köşesinde bir yıldız olan orak çekiçtir. Kısa bir süre sonra ise legal olarak TÜRKİYE İŞÇİ KÖYLÜ PARTİSİ kurulur. Bu parti bugünkü İŞÇİ PARTİSİNİN gerisindeki partidir. Ve doğal genel başkanaı da DOĞU PERİNÇEK'tir. Doğu Perinçek muhtelif fraksiyonlarda dolandıktan hatta PKK terör örgütüne kadar girmediği bulaşmadığı örgüt bırakmadıktan sonra son olarak ERGENEKON gibi ulusalcı bir örgütle ve elinde yıllar sonra ilk defa Türk bayrağı ile ortaya çıkmıştır. Yıllarca elinde orakçekiçli bayraklarla arz’ı endam eden DOĞU PERİNÇEK eline Türk bayrağını nihayet almıştır ancak gelişmeler onu göstermektedir ki bayrağı yüceltmek için değil aşağılamak için almıştır. İstismar etmek için almıştır.

               Bu yazıya bir son vermek istiyorum ama kitaplar dolusu bilgiyi birkaç satırda verebilmek mümkün olmayacak. Bakın Aziz Nesin beyefendinin askeri lisedeki öğrenciliğinden itibaren neler neler yaptığına ve nasıl meşhur olduğuna, nasıl bir jurnalci olduğuna ve ahlaki zafiyetlerine dair bir dünya bilgiyi veremiyeceğim. Ama kaynak verebilirim. Türkiye Komünistlerinin Fikir Dergisi "KATKI" adı ile bir dönem çıkmış dergide SÜLEYMAN MIZRAK imzası ile çıkan "AZİZ NESİN diye biri" yazısını okumanızı tavsiye ederim.(orijinal dergi nüshası bende var) Mesela Meşhur Marksist HİKMET KIVILCIMLI’nın Bursa Cezaevinde RAGIP ERVARDAR isimli yoldaşın yeğeni 15 yaşındaki delikanlıya katı ortadoks Marksist inancı ile nasıl tecavüz ettiğini ve bu olayın bir DEVGENÇ bildirisine bile konu olabildiğini Aclan Sayılgan’ın TÜRKİYEDE SOL HAREKETLER kitabından ulaşabilirsiniz. Efendim daha ne diyeyim. Nadir Nadi’nin “iki Sovyet Rusya” isimli ARARAT yayınevinin çıkardığı gezi kitabından Sovyetlerdeki solun nasıl bir sol olduğunu öğrenebilirsiniz. Yine Ararat yayınlarından çıkan JEAN Baby’nin “en güzel dünya” kitabını okuyup Marksizmin gerçekteki ahlak ve toplum anlayışını ya da ahlaksızlığını  irdeleyebilirsiniz.
              Elbette söylenecek söz çok ama kısa bir yazıda ancak bu kadar söylenebilirdi diyor ve son olarak diyorum ki;
            Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Türk Milletinin dışarıda ve içerideki düşmanları her türlü çarpık düzen ve tezgahı kullanarak bizi dejenere etmek ve devlet ve millet olarak misyonumuzdan uzaklaştırmak için her renge girmekte ve düşmanlığını sürdürmektedir. Bu bağlamda asla ve asla siyasi görüş farklılıkları ya da dini ve etnik kimlik farklılıkları nedeniyle bu ülke insanına düşmanlık gütmek çağdaş ve insani olmadığı gibi bizim millet olarak inanç ve geleneklerimize de ters düşer.
Siyasi görüş ve düşüncemiz ne olursa olsun imanı olmayan İslam inancı olmayan hiçbir hareket bu coğrafyada yerleşemez ve bizden bir hareket olamaz. İnançsız insanlarımız olabilir ancak inançsızlık bir sistem olarak bu ülkeye asla yerleşemez.
Her milletin kendine has bir misyonu hedef ve idealleri vardır ve olmalıdır. İsrail Dünya devleti peşindedir. Keza pek çok millet dünya devleti olmak peşindedir. Yunanistan hala Makedonya devletini siyasi nedenlerden tanımamakta, hem Makedonya ve hem de ege kıyılarını genişleme sınırları içinde görmektedir. Rus emperyalizmi komunist enternasyonali Rusya İmparatorluğunun büyümesi için yıllarca istismar etmiştir. Türkün kızıl elması nedir, düşünülmeli araştırılmalı ve bulunmalıdır. Esasen ideolojiler milletlerin genişleme ve büyümelerinde bir araçtır amaç değildir. Bizim millet olarak olmazsa olmazımız öncelikle maneviyatımızdır.
             Her ne sebeple olursa olsun tarihimize sövmek aşağılık bir şeydir. Tarihimizde Fatih kadar Kanuni, Osmangazi kadar Alparslan, Abdülhamit kadar Vahdettin, Yavuz kadar Atatürk aynı değere sahiptir. Hiç biri diğerinden önde olamaz. Hepsi bizimdir bize aittir. Dolayısı ile ne çağdaşlık adına padişahlarımıza, ne de din ya da milliyetçilik adına eleştiri sınırları dışına çıkıp Atatürk düşmanlığı  yapmak fevkalade yanlıştır. Bu tip provakasyonlara karşı uyanık olunmalıdır.

                  Bu arada son olaylarla ilgili de birkaç şey söylemek şart olmuştur. Son günlerde ODTÜ deki protesto eylemleri ile birlikte üniversite gençliğinin ülke genelinde yeniden sokağa dökülmek istendiği görülmektedir. BU sıradan bir gelişme değişldir. Planlı bir harekettir. Öncesi ve belki şu an bilmediğimiz hedefleri vardır. Elbette bunu devletin istihbarat birimleri değerlendirecek ve gerekli istihbaratı yapacaktır. Ancak ben buçerçeve içinde az sayıdaki tezgahtar ve kışkırtıcı dışında kendini bir yerlere koyarak bir şeyleri sokaklarda slogan atmakla değiştirebileceğini, keza polise saldırmakla ülkeyi birilerinden kurtarabileceğini zanneden ve kendinde "HİMEN" gibi güçlü zanneden evlatlarımıza çok üzülüyorum. Onları 1960 tan bu yana sokaklarda koşturan gençlerin yaşayanlarının nerede ölenlerinin ise nerede olduğunu düşünmeye davet ediyorum. Bakınız ülkücü gençler kendi köşelerinde ne yapıyor ne ediyor bilemem ama en azından sokağa dökülmüyor. Bu konuda çok bilinçli davranan ve gençliği sokağa dökmeyen Sayın Devlet Bahçeli'ye takdir ve teşekkürlerimi sunuyorum. Ve sağcı solcu ayırmaksızın diyorum ki: "Gençler düne bakın, evlatlarını kaybeden anne babaların, kardeşlerini kaybeden insanların acılarını bir düşünün, yakın tarihi, son 40 yılımızı bir inceleyin ve sokağa dökülenlerden geleceklerini kaybedenler ne kazandı, sakat kalanların ölenlerin öldüğüne ve hayatlarını verdiklerine değdi mi? O dönemlerde gençler kimin iktidarı için mücadele etti ve bugün kim iktidara geldi? Evet evet ülkücü ve devrimciler biribirini yedi "akıncı gençlik" kısaltılmışı ile "akgençlik" iktidar oldu. İster inanın ister inanmayın tablo budur." Sanırım meramımı anlatmışımdır.
       

BALYOZ-ÜNİFORMA VE ONUR

       Balyoz adıyla bilinen davanın sonuçlanması ile kamuoyunda değişik çevrelerce türlü yorumlar yapıldı. Yargıyla ve sanıklarla ilgili olumlu olumsuz  görüşler paylaşıldı. Ortalık yavaş yavaş durulurken bu konuda kendi köşemizden ve açımızdan olay nasıl görülüyor, biz de bunu bu yazımızla paylaşmak istedik.
       Balyoz davasında sanıklar lehinde görüş açıklamayanlar genel çerçevesi ile cezanın ağır olduğu, isnat olunan suçun unsurlarıyla oluşmadığı bir teşebbüs aşamasına bile gelmediği, sanıkların her birinin şerefli ve kahraman birer insan olduğu, PKK ye karşı cansiperane mücadele ettiği, APO' yu alıp getirip içeri tıktığı gibi gerekçeler ortaya atarak sanıkların masumiyetini ortaya atmak yönünde bir dünya şeyler söylediler. Bu yazılanlardan ve söylenenlerden anlaşılan odur ki sanıkların masum olup olmadıkları esasen hiç te önemli değildir. Bu konuda görüş ifade edenlerin mantığı şu noktaya gelmiştir: "asıl suçlu bu AKP iktidarıdır, bu iktidara karşı her ne yapılırsa yapılsın meşrudur, bu iktidar döneminde AKP ye karşı olan şahsa ya da kuruma toz konduracak her şahıs ya da birim işbirlikçidir, iktidar yandaşıdır, yanlış yapmaktadır, hukuk, adalet, vicdan her ne varsa AKP ye karşı olmak için vardır"
       Bu mantık ve bu açıdan baktığınızda hiç bir çözümlemeyi doğru biçimde yapmak mümkün değildir. Balyoz sanıklarının yandaşı olan kesimin yaptığı ve çıkardığı bu yoğun gürültü arasında gerçekler kaybolup gidecek gibi görünüyorsa da milletin vicdanında hiç bir şey unutulmuyor. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren sadece bir avuç elit azınlığın kontrolünde kalmış ve bu gerçek yıllarca değişmemiştir. Bilindiği gibi Atatürk'ün sağlığında yapılan iki demokrasi denemesi iktidarın el değiştireceği korkusu ile derhal durdurulmuş, Serbest Fırka ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmış, ülke CHP nin tek parti diktasına teslim edilmiştir. 1946 seçimlerinde Demokrat Parti seçimleri kazandığı halde dünyanın hiç bir yerinde uygulamasını duymadığım "açık oy, gizli tasnif" yolu ile seçimlerde oluşan millet iradesi yok sayılmış, trajikomik bir şekilde CHP diktası bir dört yıl daha sürsün diye bu demokrasi cinayeti de işlenmiştir. Fakat işte cumhuriyet tarihi önümüzdedir. Çok partili hayata geçildikten sonra kendini Atatürk'ün partisi olarak tanımlayan CHP bir kez olsun seçim kazanamamıştır. Bunun  kestirmeden açıklaması şudur. Siz ister Atatürk'ün partisi deyin  ister babatürkün partisi, bu millet çoğunluğu CHP yi asla ve asla istememektedir. Vu bu hali ile CHP iktidarı ancak ve ancak rüyasında görür.
       Cumhuriyeti biz kurduk diyen kesimin iktidar elinden alınınca CHP nin ihtilallere bel bağlamak dışında bir alternatifi kalmamış olmakla komitacılık CHP nin değişmez ve vazgeçilmez  mesleği olmuştur. 1950 de iktidarı kaybeden CHP hakim olduğu bürokrasi ve ordu ile kendi beslediği ve palazlandırdığı milletin kendisine ve değerlerine uzak sermaye ile işbirliği halinde ülkenin kaderine hakim olmayı sürdürmek istemiştir. İşte balyoz davası, bu mantıkla millet iradesinin başına bir balyoz gibi inmek için bu milletin ve bu devletin imkanları ile güç ve silah sahibi olan ordu mensuplarının oluşturduğu bir ihtilal çetesinin davasıdır. BU millet yıllarca demokrasi ile idare ediliyor diye avutulmuş bir avuç elit kadronun elinden asla ve asla kurtulamamıştır. Dengelerin değişebileceği zamanlarda ise basın ellerinde olmakla uygun kamuoyu oluşturulmuş ve milletin  ordusu kullanılarak  milletin gerçek temsilcileri iktidardan uzaklaştırılmıştır. 27 Mayıs darbesi Cumhuriyet tarihihin en kara lekesidir. CHP nin mimarlığında ve önderliğinde ihtilal yapılmış, Genel Kurmay Başkanı Rüştü Erdelhun darbe karşıtı olmakla hücreye tıkılmış, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan zalimce yargılanmış ve kalleşçe idam edilmiştir. İşte bugün balyoz davası ile yargılananlar o sürecin devamını getirmek isteyen ve yine CHP nin teşvik ve yönlendirmeleri ile hareket eden milletin ordusunun üniformasının şeref ve onuruna sahip çıkmayan kadrolarıdır.  Onlar aynen Suriye'de olduğu gibi sünni çoğunluğa rağmen nusayri azınlık iktidar ise Türkiye'de dahi azınlık CHP nin yine azınlık durumunda olan alevi kesimin kontrolüne altına alınan ordunun işbirliği ile bir azınlık diktatörlüğünü kalıcı kılmak için bu faaliyetleri yapmışlardır. Ancak cumhuriyetin kuruluşu ile kurgulanan bu sürecin artık bittiği balyoz davası ve diğer davalar ile anlaşılmış olmalıdır.
        Özel kıyafetler değişik meslek guruplarında değişik amaçlar için kullanılmaktadır. Örneğin tulum işçinin iş kıyafetidir. Kendi içinde kutsaldır, alın terinin bir ifadesidir, sembolüdür. Askeri üniforma ise ayrı bir değer ifade etmektedir. Keza polis üniforması da aynı değerdedir. Resmi giyimli askeri personel birbirine selam vermek zorundadır. Üniforma askerin onurla ve gururla taşıdığı bir giysidir. Bu son balyoz davasında verilen cezaların azlığı çokluğu üzerinde durmuyorum. Asıl vahim olan nokta şurasıdır ki: onca açık seçik delile rağmen taşıdıkları üniformanın onurunu korumak bağlamında hiç bir sanıktan "evet biz ihtilal yapmayı düşündük, bu bir suçtu, ama cumhuriyet tarihinin yaşadığı süreç ve orduya yüklenen misyon ve bize dikte ettirilen ilkeler bizi bu hale getirdi ve biz millet iradesine rağmen devletin bize giydirdiği üniformayla ve elimize verdiği silahla ve emrimize verdiği mehmetçiği doğru sevk ve idare etmeyi düşünmek yerine ihtilal yapmayı ve devlete hakim olmayı düşündük, yanlış yaptık, yaptığımız onurlu bir davranış değildi" gibi bir yaklaşım yerine özürü kabahatten büyük bir pişkinlik ve terbiyesizlikle karar aşamasında sanki karar mahkeme heyeti hakkında veriliyormuş gibi "verdiğiniz karar sizin için hayırlı olsun" deme kistahlığında bulunacak kadar edep, terbiye ve onur dışı bir davranış içine girebilmişlerdir. Tablonun asıl vahim olan yanı burasıdır. Bu gerçeği görmeyen gözlere ve bu tavrı gösterebilen sanıklara yazıklar olsun. Ve Allah bu demokrasi ve millet düşmanlarına bir daha asla fırsat vermesin.           

17 Eylül 2012 Pazartesi

KÜRTLER

AŞAĞIDAKİ YAZI BİR KÜRT DOKTORUN GÖZÜNDEN KÜRT MESELESİNİ ANLATMAKTADIR. TAMAMEN YORUMSUZ OLARAK AŞAĞIYA ALINMIŞTIR. BİR KÜRT AYDINININ BAKIŞI VE DEĞERLENDİRMESİDİR. BU YAZIYI OKUDUKTAN SONRA BU BLOG İÇİNDE "TÜRKLER-KÜRTLER VE TERÖRİZM" YAZIMI YAYINLADIM . UMARIM KÜRT AYDINLARI DA KÜRT HALKININ BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU GİBİ AYRIŞMAK YERİNE KUCAKLAŞMAYI BİR ÜMMETİN MENSUPLARI OLARAK BİR VE BİR ARADA KARDEŞÇE YAŞAMAYI TERCİH EDECEKTİR.

Türk toplumu" dendiğinde saf bir Türk etnisitesi akla gelmemelidir.Şu an anadolu coğrafyasının batı, güney ve kuzey kesiminde yaşayan toplumun büyükçe bir dilimi, süreç içinde devşirilmiş ve asimile edilmiş başka din,ırk ve etnisitelerden(sonradan müslümanlaşmış/müslümanlaştırılmış; Ermeni,Rum,Yahudi, sırp, Gürcü  veya müslüman halklardan; Boşnak,Arnavut,Pomak, Laz,Çeçen,Çerkez)oluşmaktadır.Bu, çok ilginç olduğu kadar, bir o kadar da  çelişkili olan durumun; Gerek Osmanlı döneminde ve gerekse Cumhuriyet dönemi boyunca,imparatorluk ve anadolu çoğrafyalarında yaşanan soykırım ve katliamların etkisi büyük olmuştur.Zaman,zaman katliam ve soykırımlarla savunmasız ve aciz kalmış topluluk ve bireyler, kendi çocukların geleceklerini güvenceye almak için, bütün kimliklerinden(dinsel ve etnik) sıyrılarak, Hakim ve muktedir kimliğe(Türk-Müslüman-Sünni) rücu etmişlerdir.Bir topluluğun veya bireyin, dinsel veya etnik kimliğini gizlemek zorunda kalarak, yok sayarak yadsımış olması, bu dram ve trajedilerin psikososyal analizleri, sosyologlar ve sosyal antropologlara mükemmel bir materyal sunmaktadır. (İsmail Beşikçi'nin kulakları çınlasın)
     Bu sosyal ve etnik analizlere çok özet değinmemin nedeni, özellikle Cumhuriyeti kuran elit tabakanın ve onları takip eden iktidar erklerinin, ezici çoğunluğu anadolu topraklarına ait olamamalarıdır.Osmanlı bakiyesi topraklardan kopup,  iktidara yerleşmiş ve burayı kendilerine yurt yapmış,  elbise olarak, üzerlerine geçirdiği "Türk" kimliğini, aşırı ırkçı ve milliyetçi bir resmiyet kazandırması yanında, farklılıklara dışlayıcı ve ötekileştirici bir muhteva kazandırmış, (faşizan ve ırkçı eğitim sistemi vasıtasıyla, yalana dayalı resmi tarih ezberlerinin dayatmalarıyla ) ve buna birde düşmanlık ve nefret duygusu kazandırmış,  gerçek biyolojik Türkleri de baskı altına almış, karşı çıkışları, her türlü araçlarla sindirmiş ve susturmuşlardır.(Topal Osman ve benzer tetikçiler vasıtasıyla)Bu sosyolojik yapı tam analiz edilmediği içinde, ülke içinde yaşanmış ve yaşanmakta olan kırım, katliam ve toplumsal acıların neden Türk toplum vicdanında karşılık bulamadığı soruların cevabını da bu tesbitlerin içinde bulacaksınız.Bilimsel olduğu iddia edilen bir araştırmaya göre Türkiyede trajik ve dramatik olayların toplum hafızasında, sadece 35 gün kadar canlı kaldığıdır.Almanyada, Amerikada ve Norveç gibi ülkelerde  bu tür olaylar toplumda şok etkisi yaratırken, Türkiyede belli başlı rejim borazanı basın yayın kuruluşlarının gerçekleri tersyüz etme  marifetiyle bu kıyımları önemsizleştirmesi yanında, doğal afet gibi ülkenin büyük bir kentini ve çevresini (Van depremi gibi) yerle bir eden depremde bile Türk Toplumunun çoğunluğunu fazla  etkilememiş hatta, bir kısım insanda memnuniyet belirten sosyal medya paylaşımlarında "oh olmuş", "beter olsunlar" şeklindeki yaklaşımlarının bir kaç haddini bilmez züppelerin işi olmadığı, epey bir duygudaş kitlesine sahip olduğu gün gibi ortadadır.Acıları ayrıştırarak, mağduriyet ve haksızlıklara, kendinden olana(rejimin "bizden" ve makul diye bellettiği guruplar) yardımı ve gözyaşlarını akıtan Türk toplumu, farklıya ve kendi devletinden hak talep edildiği zaman bunları esirgeyen ve tepki gösteren vicdan yoksunu konuma düşmeside bundandır.(ki aynı devlet sürekli kendisinide madur ettiği halde) Bundan dolayıdırki, İsrail devletinin sivil Filistinlilere karşı sergilediği şiddet ve ölümlere (haklı olarak) gözyaşı dökerlerken, buna benzer muameleyi kendi devletleri Kürd çocuklarına, kadınlarına ve gençlerine uyguladığı mezalim karşısında kılı kıpırdamaz, hatta daha beterin olasını isteyen sayısız insan vardır.Osmanlının son döneminden,günümüze kadar süre gelen güç ve iktidar mücadelesinde iki akımın damgasını vurduğu biliniyor.Modernist İttihatçı-Kemalistler ve Osmanlıcı Muhafazakar-dindar kesim.Seçimle kemalistleri yenen ve bütün kalelerini ele geçiren muhafazakar ve dindar kesim, daha önce kendilerini de ezen rejimin kurumlarını demokratik değişim ve dönüşümden geçireceğini kamuoyuna deklere etmelerine rağmen hükümet olup daha sonra da tam iktidara yerleşirlerken, bu kurumları demokratikleştirmek bir yana, eski vesayet rejimini aratır hale getirmeleri şaşırtıcı bir durum değildir.Bu iki kesimin sıfır sorunlu ve demokratik bir ülke yaratma gibi hiç bir zaman çabalarının olmadığı, bütün bu  "mücadele" ve "muhalif"liğin sadece kimin iktidarda olmasıyla ilgili olduğunu kanıtlamış oldu.
     Gerek Osmanlı padişahları ve diğer yöneticileri ve gerekse Cumhuriyet elitlerinin ,içini boşaltıp devletin çıkarlarına payanda durumuna düşürdükleri diyanet isimli bir din kurumu var.Türk toplumunun geneline sirayet eden anlayış devlete aşırı biat kültürüdür.Hala bazı sol ve sosyalist entelektüellerin anlamada güçlük çektikleri sorun da burada. Türk toplumu Batı toplumlarında olduğu gibi birey olmaya ve sekülariteye kapalı bir toplumdur.Devletine halel gelmemesi için işkenceyide adam öldürmeyide son tahlilde içine sindirebilir, sindiriyorda.Devletin, kimler tarafından ve nasıl yönetiliyor olmasıda çok önemli değildir.12 mart darbesinde ve 12 eylül de nice işkenceler ve haksızlıklar yaşamış "yol gösterici" ve "entellektüel" olarak öne çıkmış kişilerin, bizzat kendi köşelerinde yazdıkları devletin bekası için işkencecilerini afettiklerini unutmadık sanırım.Osmanlıda şeyhülislam, Cumhuriyet döneminde de diyanet kurumu sürekli olarak iktidarda olan padişah ve hükümetlere dini fetvalar vererek(kendi kardeşlerini ve çocuklarının ölüm fermanlarını dini kılıfa uydurmak suretiyle)iktidarlarının devamını sağlamışlardır.Kendilerinin seçip iktidara taşıdıkları hükümeti darbeyle devirip, sevdikleri ve saydıkları başbakanın idam edilmesinide (Adnan Menderes) üzülmenin dışında herhangi kitlesel bir tepkinin olmamasıda bu anlayışta yatıyor." kol kırılır yen içinde kalır"  misali.Türk toplumunun ezici çoğunluğunun duygu ve inançlarına hitap etmiş olan Erbakanın 28 şubat postmodern darbesiyle iktidardan uzaklaştırılmasında da aynı şekilde kitlesel tepkilerin gösterilmemesi de, Devlete olan biat ve itaat kültürünün ne kadar güçlü olduğunun göstergesi değilmidir?.Güncelliği nedeniyle, devletin güvenlik birimlerinin en tepe noktalarına yapılan atamalarda daha önce işkence, kötü muamele ve tecavüzden suçlu bulunmuş, uluslararası insan hakları mahkemesinde bu konuda Türkiye yi mahkum etmiş karara rağmen adı geçen şahıs hakkında  gerek ulusalcı, gerek muhafazakar-dindar kesimin ve gerekse milliyetçi cenahların basın ve yayın organlarında kayda değer eleştiri ve yorumların olmamasının temel nedenide  yine bu anlayış ve kültürden kaynaklanmaktadır. Onun içindirki, bunu iyi okuyan Fethullah Gülen ve cemaati, darbecilere şirin görünmek için ,Evren ve şürekasını darbe yaptıklarından dolayı kutlamış, kendi taraftarlarını, sabırlı ve kararlı bir şekilde eğitim yoluyla kurumların başına yönetici olarak geçirtip devleti bu şekilde ele geçirmeyi seçmiş ve bu yolda büyük mesafeler katetmişlerdir.Şu an topluma devlet eliyle belletilen din,müslümanlığın sünni-hanefi yorumudur.Bu yorum, Emevilerden Abbasilere ve onlardanda Osmanlılara geçmiş devlet dinidir.(Özellikle iktidar dinidir).23.07.2012 tarihli taraf gazetesinde Neşe Düzel'in Yedi Tepe Ünv.Siyaset sosyoloji dersi veren Prf.Dr.Cemil Oktay ile yaptığı söyleşide kendisini "Türk" olarak gören büyük çoğunluğun devlet ve din algısını şöyle yorumluyor: "...sünnilik ortodoks bir mezheptir.Dinin nüanslarını fazla sorgulamaz.Sünnilik özellikle iktidarla beraber hareket eder.En önemli prensiplerinden biri iktidara itaattir...Sünnilikte biat kültürü çok güçlüdür...Huzur adına herşeyi kabul etmeye hazır bir anlayıştır sünnilik." 1915 te Ermenilere uyulanan soykırımı, 1920 ve 30 larda Kürd lere yapılan zülum ve katliamları, 1930 ile 55 lerde gayri müslimlere(Rum,Ermeni,Yahudi) uygulanan kaçırtma,  mal ve mülklerinin talan edilmesini ve değişik zaman dilimlerinde, Maraş, Çorum, Malatya ve Sivas'ta Alevilere uygulanan katliamları ve nihayet son Kürd savaşında 40 binden fazla insanın öldürülmesi köylerinin yakılıp yıkılmasının Türk toplum vicdanında neden karşılık bulmadığını,bulamadığını  şimdi anlayabildikmi? Dolaysıyla, Kürd sorunu ve diğer sorunların muhatabı (ilginç olacak ama gerçek bu) Türk halkı değil,direkt ikdidardır.Biat kültürünün birde olumlu olan bir yanıda var. Muktedirler isterse,basını ve diğer devlet kurumlarını harekete geçirtip,kısa süre toplumu hazır hale getirir, Türkiyenin bütün sorunlarını, isterlerse çok rahat bir şekilde çözebilirler. Birkaç milliyetçi-ırkçı ve ulusalcı kesimin cılız sesleri dışında hiç bir sorunda yaşanmaz.Türk halkı kitlesel olarak hiç bir zaman sokaklara çıkıp kendi devletinden  mağduriyet yaşayan kesimlerin hak taleplerini dillendirmez.Devlet versede "niçin veriyorsun?" diye direnmez.İsrail,Fransız,İngiliz ve Alman toplumundan beklenen demokratik davranış, Türk toplumundan beklenemez.Umarım Türk halkı kendisi için söylediklerimin tersini yapar,beni mahcup çıkartır ve özür dilemek zorunda bırakır.
     Kürd toplumunun sosyolojik ve sosyal psikolojik çözümlenmesi ve analizi çok daha dramatik ve vahimdir.Tarafsız ve objektif tarihçilerin araştırmalarına bakıldığında, binlerce yıl şu an üzerinde bulundukları topraklar üzerinde yaşamış oldukları tesbitleri vardır.Anadolu ve Mezopotamyanın verimli toprakları,barbar ve istilacı imparatorlukların(Makedon,Roma,İslam,Moğol, Haçlılar,Selçuklu ve Osmanlı) iştahını kabartmış, her saldırılarda güçlü olan kavimlerin boyunduruğuna,gerek katliamlarla ve gerekse gönüllü olarak boyun eğmişler.Halife Ömer döneminde, islam ordularının Amed'i almasıyla, gerek zora dayalı ve gerekse zaman içinde de gönüllü olarak Zerdüştlükten islama geçiş yaşanmış, 20 yy'ın başlarına kadar,hakim güç ve impartorlukların gölgesinde, sancak beylikleri ve lokal devletciklerle hayatlarını idame ettirmişlerdir.20.yy'a gelindiğinde,kapitalizmin ve kapitalist üretim ilişkileri toplumsal davranışları değiştirip dönüştürürken, diğer yandan düşünsel ve entellektüel alanda yaşanan devrimsel hareketler,merkezi imparatorlukların yıkılmasına ve yerine ulusal devletlerin kurulmasına yolaçmıştır.Osmanlı imparatorluk coğrafyasında,yaşanan ulusal kurtuluş hareketleri ile kopan etnik topluluklar kendi ulusal devletlerini kurup koparken,merkezi coğrafyada,Ermenilerin bu talepleri,kanlı bir soykırım ile bastırılırken,bu süreci ıskalayan Kürtler, ümmetçi reflekslerle ve tam anlamıyla ne istediklerini kendi toplumuna anlatamadıklarından veya anlatmaya yetersiz kaldıklarından 1919, 1925 ve diğer isyanlar lokal kalarak başarısızlığa uğramıştır.(bu konu çok tartışmalı bir konu olduğu için özet olarak bütün inançlara(Aleviler ve Ezidiler) ve sınıfsal farklılıkları  ulusal birlik çatısı altında ikna edemediğinden veya inandıramadığından başarısızlığa mahkum olması kaçınılmazdı.Konumuzun ana teması bu olmadığı için teğet geçmemiz gerekiyor.)Kendi yaşadıkları topraklarda süregelen  istilalar ve kanlı savaşlarda, kavimler arasında sürekli değişen "efendiler"in değişik istek ve mizacları, Kürdlerin duygu ve davranışlarını alt üst etmiş, Yılların biriktirdiği bu travmalar,Kürd toplumunun şimdiki kişilik davranışlarının şekillenmesine zemin hazırlamıştır.Türk toplumunda kendini gösteren devlete biat ve itaat kültürü,Kürdlerin devleti olmadığı içinde,azılı ve despot güce ve otoriter yapı ve kişilere boyun eğme ve biat şeklinde kendini göstermiştir.Kürd toplumunun bu eğilim ve zaafını Öcalan çok iyi analiz ederek bütün söylem ve eylemlerinde bunu gözetleyerek diğer tüm Kürd örgütlerini sollamış ve şu anki kitlesel konuma ulaşmıştır.Bu tesbitleri, somut olarak Kürdlerin, stran, kılam ve duygu dünyalarında da gözlemleyebiliriz.Evinde yattığı, yemeğini yediği insanları öldürmüş, eşkiyalıkla insanların mallarını gaspetmiş, onlarca adamı gözünü kırpmadan öldürmüş, zalim katilleri kutsayan ve hayranlık duyan bu kanıksamalar bile Kürd toplumunun güce ve güçlüye ne kadar taptığının kanıtı değilmidir? (her nekadar bu 30 yıllık savaşta biraz değişmiş olsada bu hastalıklı davranış,yer,yer devam etmektedir.) Sık vurgulanan konuların başında "Ortadoğuda 40 milyona ulaşan nüfusuyla bütün temel haklarından mahrum bırakılmış halk" tabiri sık kullanılır.Evet öyledir.Sayın Beşikçi, bunu sömürgeci devletler, emperyalizm ile işbirliği ve çıkarları konusunda çok güzel bilimsel sosyolojik analizlerle izah etmektedir, fakat bunun neden böyle sürüp gittiğini,bu toplumun iç dinamiklerinden kaynaklı yalnış ve anormalliklerin olup olmadığını, Kürd toplum gerçeği konusunda bilimsel sosyolojik analizlerle değerli fikirlerini bekleriz.Acaba "bu kadar mağduriyet yaşayan bir toplumun, hatalarını yüzüne vurmayalım" diyemi düşünüyor?.Kürd toplumunun  bu esaretin müsebbiplerinin  kendi bünyesine enjekte ettiği, bu kötülük ve yetmezlikleri dahil bütün çıplaklığı ile eleştirilmeli ve sorgulanmalıdır.Biz kürdlerin buna şiddetle ihtiyacı var.
     Kendisini esaret altında tutan inkarcı,asimilasyoncu, baskıcı yapı ve onların temsilcilerine boyun eğici ve "kuzu" olan Kürd toplumu, Kendi içinde soydaşlarına son derece acımasız, zalim ve güvensiz bir toplumun, bu haliyle esaretten kurtulması mümkünmüdür?.Dünya tarihinde sayısız hak gaspı, katliam ve mezalimler olmuştur.Hakları gasp edilen toplumların mücadelesinde,o toplumun bireylerinde çıkarsal ve mevkisel saiklerle sömürgeci veya baskıcı devletlerle işbirliğine giriştikleride olmuştur fakat,dünyanın hiç bir yerinde mağdur toplumun bir kesimi örgütlenerek, sömürgeci ve baskıcı devlet ile işbirliği halinde hak ve özgürlük talep eden kendi soydaşlarını en vahşi yöntemlerle katlettiği görülmemiştir(Hizbullah örneği).Burnunun dibinde,kendisininde mensubu olduğu soydaşlarını katleden, köylerini yakan, hayvanlarinı telef eden, insan dışkısını yediren, işkence ve tecavüzün alasını yapan,kendisininde yaşamış olduğu şehrin varoşlarına zorunlu göç ettirilmiş bu insanların, hayata tutunmak için, hırsızlık, kapkaççılık, fuhuş ve uyuşturucu batağına düşürülmüş sonderece trajik ve dramatik durumlarını görmezden gelerek, açtığı standlarda yüksek volümlü hoperlörlerle Filistin marşları eşliğinde  "İsrail zülmündeki Filistinli din kardeşlerimize yardım yapalım" anonsları çeken(Kürt toplumunun bu kesimi bu kadar ulvi bir enternasyonalist dayanışma içindedirler..!) sayısı bir hayli abarık  Kürdlerle bu toplumun neden özgürlüğünü kazanamadığının açık ve bariz kanıtı değilmidir? Çok daha vahimi, eğitimli ve önemli meslek edinmiş Kürdlerin büyük çoğunluğunda normal hayatlarını sürdürüyor iken, kendi vicdanlarında bu durumu çokta dert edinmedikleri görünür bir durum iken, sergiledikleri bu umursamaz tavırları, hangi bilimsel sosyolojik kavramlara açıklanabilir?.Kendi halkı abluka ve açlık altında iken, başka coğrafyalarda mağduriyet yaşayan insanların din hanesine sırf  "islam" yazıldığı için,yaşanan acılarda ve mağduriyetlerde ayrımcılık ve çifte standart gözeterek,ölümü göze alıp deniz aşırı yolculuğa çıkıp,baskıcı devletin operasyonuyla hayatını kaybeden (Mavi marmarada İsrail komandoları tarafından öldürülenler) Kürdlerin bu vahim durumunu ve bu kadar büyük bir nüfusa sahip bir topluluğun neden hala esaret altında kıvrandığını yeterince açıklamıyormu? Kürd yerel yönetimlerin fiili olarak uygulamaya koydukları,Kürdçe mahalle bulvar ve caddelere verilen isimlerin,sözde yargı kararlarıyla iptalinden sonra, hükümet partisi içinde yer alan kürd siyasetçi ve millevekillerinin ciddi bir tepki gösteriminde bulunmayıp, gerekirse istifa edeceklerini de deklere etmediklerine göre, bu mağduriyetlerin neden böyle devam ettiğinin yeterince kanıtı değilmidir? Şunu kimse görmüyor:Kürdlerin temel ulusal haklarının iadesi için yapılması gereken mücadelede Kürd toplumunda ciddi algı farklılığı vardır.Kürdlerin halihazır önemli bir kısmının ümmetçi bir yaklaşım içinde olduğu bir vakıadır. Kürd dili, kültürü ve farklılıktan kaynaklanan duygu ve davranişların asimilasyoncu ve inkarcı bir sistem tarafından ezildiği ve aşağılandığı gerçeği bu kesimin halihazırdaki büyük çoğunluğu için çok fazla bir anlam ifade etmiyor.(Vicdanlı ve samamimi müslüman kürtleri tenzih ederim).Onların hayatına anlam katan şey,inandığı dini ve mezhebidir.Onun İçin Kürd sorunu, laik, seküler, solcu ve sosyalist Kürtlerin sorunu olarak algılanıyor(Son zamanlarda bu algı yavaş yavaş değişiyor olmasına rağmen).Peki seküler Kürdlerin (PKK-BDP çizgisi)30 yıllık savaşta toplumun bu şekilde ayrışmasında hiçmi günahları yok? Elbette bu süreçte çokça hatalar,haksız infazlar ve çokça günahlar işlenmiştir.Bu hareketin otoriter ve baskıcı yanlarının yanısıra, kendi içinde yaşadıkları infazlarla da acilen yüzleşmelerinin zamanı  gelmiş ve geçiyordur.(bu başlı başına bir araştırma ve yazı konusudur)
    Ortadoğuda ve bölgemizde, yeni toplumsal yapılanmalar ve harita değişimleri kapıdadır ve gündemi zorluyor.Suriye Kürdleri şimdilik ileri öngürülerini ortaya koyarak ulusal birliklerini kurmuş gözüküyorlar.Türkiye Kürdleri de özgürlüklerine kavuşmak istiyorlarsa, kendi içindeki farklılıklara saygı ve hoşgörü temelinde demokratik yaklaşımlar gösterilmeli, birlik sağlanmalıdır.Bu en başta PKK-BDP yöneticilerine büyük görevler düşüyor.Denizdeki balık kuyruğuna benzer bir şekilde gelen fırsatı Kürdler yine ıskalayacakmıdır? yoksa bu özgürlüğe kavuşacakmıdır? bunu hep beraber yaşayıp göreceğiz.Op.Dr.Gencettin ÖNER Diyarbakır.24.07.2012