25 Ekim 2013 Cuma

ATATÜRK OLMASAYDI

I
Atatürk’e Utanmadan dil uzattan izansız
Atatürk olmasaydı,millet ne olunacaktı?
Dini siyasete alet eden imansız
İngilizler saraydan, nasıl kovulacaktı?
Bin dokuz yüz on dörtte Dünya kan gölü oldu
Her savaş,her cephede, ordu yeniliyordu
Çanakkale de Atam hala direniyordu
Çanakkale geçilse, İstanbul n(e) olacaktı
İnönü de düşmanlar geri atılmasaydı
Sakarya da akan su kanla yoğrulmasaydı
30 Ağustos günü zafer parlamasaydı
Sürülecek lekeler.ananda kalacaktı
9 Eylül de düşman dökülmese denize
Atatürk hürriyeti bahşetmeseydi bize
Düşmanın çizmeleri girseydi evinize
Nereden bileceksin baban kim olacaktı
II
Ne ararsın Tanrı ile aramda?
Sen kimsin ki orucumu sorarsın?
Hakikaten gözün yoksa haramda,
Başı açığa niye türban sorarsın!
Rakı, şarap içiyorsam sana ne.
Yoksa sana bir zararım içerim.
İkimiz de gelsek kıldan köprüye
Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim.
Esir iken mümkün müdür ibadet?
Yatıp kalkıp Atatürk'e dua et.
Senin gibi dürzülerin yüzünden,
Dininden de soğuyacak bu millet.
İşgaldeki hali sakın unutma,
Atatürk'e dil uzatma sebepsiz.
Sen anandan yine çıkardın amma,
Baban kimdi bilemezdin şerefsiz...
Şiir: (Neyzen Tevfik)
          Yukarıdaki I. şiirdeki mısraları kendini şair olarak takdim eden adamın biri yazmış. Kopyala yapıştır ile aldım. Yazım ve imla hataları aynen sırıtıyor. Birinci mısrada "utanmadan" kelimesi yanlış olarak büyük. Devamında "uzattan" demiş, o da yanlış. İkinci mısrada "olunacaktı" diye bitirmiş mısrayı. Güya kafiyeyi dördüncü mısradaki "kovulacaktı" sözcüğüne uydurmak için. Anlam olarak ele alır isek Atatürk'e dil uzatmak için utanmaz ve izansız olmak lazım bu satırların yazarına göre. "Dini siyasete alet eden imansız" derken de aynı kitleye hitap ediyor aklınca. Atatürk'e dil uzatan: 1-Utanmaz, 2-İzansız, 3-Dini siyasete alet eden, 4-İmansızdır. İkinci kıtada ordunun her savaşta ve her cephede yenildiği de kocaman bir yalan. Esasında şanlı bir direnişin ardından Çanakkale savaşsız geçildi ve İstanbul işgal edildi ve sonrasında her nasılsa bir kurşun dahi atılmadan İstanbul Türkiye'ye teslim edildi. "İstanbul ne olacaktı" diye sormanın alemi yok. İstanbul işgal edildi ve sonra kendiliğinden tahliye eden İngilizler kibarca anlaşıp bırakıp gittiler, zavallı Yunan gibi vuruşarak ve İzmir gibi yakılıp yıkılarak değil. Sonra bu ana muhabbetinden bıktık artık. Anan şöyle olurdu baban böyle olurdu gibi ifadelerden de bıktık. Bunlar ne kadar çiğ, anlamsız ve gereksiz söylemler. Aynı zamanda kaba nezaket dışı ifadeler.
Gelelim ikinci şiirdeki sanata ve düşünceye:
             Sanki birileri bu mısraları yazanın tanrı ile arasına girmiş gibi "ne ararsın tanrı ile aramda" diye başlamış. Tam bir kışkırtıcı bektaşi kafası. Günümüzde kimse kimsenin Tanrı ile arasına girmemiştir ve giremez de ayrıca ve şimdiye kadar kimse kimsenin orucunu sormadığı gibi hiç bir başı açığa "türbanın nerede" diye de sormamıştır. Tamamen iftira ve safsata ile başlayan sözler. İkinci kıtada aynı zat içindekileri dökmeye başlıyor. "rakı şarap içiyorsam sana ne" diyor. Doğru bana ne. Sadece alkollü araç kullanana alkol aldığı için değil alkollü iken araç kullandığı için sorgu sual ediliyor. Ve bu zat sırat köprüsünü kast ederek "ben dürüstsem sarhoşken de geçerim" diyerek böyle bir iddiada bulunarak islam inancında Allahın affı olmadan bir insanın subjektif değerlerine göre dürüstlüğünün tek başına sırattan geçmesinin şartı ve yeterli gereği olarak görüyor ve gösteriyor. Bizler biliyor ve inanıyoruz ki o kıl köprüden yani sırattan sadece Allah'a inanan ve teslim olanlar, Allah'ın dediği gibi müslüman gibi ve elbette dürüst yaşayanlar ve sarhoş olmayanlar sadece ayık olanlar geçer. Çünkü sarhoşluk dinen başlıbaşına bir günah ve pisliktir. Ve alkol alanlar dürüst olsa da olmasa da içinde yaşadıkları topluma bir türlü zarar verirler. Uzun uzun anlatmaya gerek yok sarhoşlar, kavga ederler, dövüş ederler, kırarlar dökerler, kaza yaparlar, hata yaparlar, bilerek bilmeyerek her kötülüğü yapabilirler hatta adam bile öldürürler. Üçüncü kıtada "ibadet esir iken mümkün değildir diyor, elbet sözümüz yok. Atatürk'e dua ya da beddua ne demek anlamak mümkün değil. Zaten bütün devlet erkanı ve milyonlarla öğrenci her sabah yemin etmekte, ve her önemli günde gidip Anıtkabirde saygı duruşunda bulunmaktadır. Neden insanlar bir daha duaya davet edilir anlamam. Madem öyle neden her sabah milyonlarca çocuk ellerini açıp birer Fatiha okuyup duaya alıştırılmaz da o anlamsız and okutulur ve neden yine Anıtkabirde eller semaya açılıp dua edilmez de adeta putperest bir çerçevede dini ama duasız bir anma yapılır. Hele hele son kıtada anladığım kadarı ile "Atatürk'e sebepsiz dil uzatma, sen yine anandan çıkardın ama baban kimdi bilemezdin şerefsiz" diyerek Atatürk'e kim dil uzatıyorsa ona güya kibarca "O...pu çocuğu" deniyor ve son kullanılan kelime ile şerefsizlikle itham ediliyor.
        Nereden başlanmalı, nasıl söylenmeli bilemiyorum ama bu Atatürk konusu yıllardır bir yara gibi bir kenarda durmakta ve zaman zaman kaşınmakta, ortaya atılmakta istismar edilmekte milletin ve ülkenin birliği ve kardeşliği Atatürk ve Atatürkçülük kullanılarak zedelenmekte, ayrışma ve zıtlaşma körüklenmektedir. Atatürkçülük adına söylenen sözlerin muhatapları bu kere Atatürk'ü ve Atatürkçü söylemleri ortaya atanları hedef alarak aynı sertlik ve şiddette sözleri sarf etmekte ve ortalık seviyesiz söz ve söylemlerden geçilmemekte, olan milletin birliğine ve dirliğine olmaktadır.
            Şimdi olabildiğince kısa ve özlü olmak kaydı ile Milli Mücadelenin ilk günlerinden bugüne satırbaşları ile hızlı bir hülasa edelim olayları ve gelişmeleri fazla ayrıntılara girmeden. Çünkü her bir satırbaşının ayrı bir araştırma ve inceleme konusu olduğu hususu izahtan varestedir:
1-En son Bülent Ecevit'in de başbakanlığı sırasında itiraf ettiği gibi son padişah Vahdettin hain değildir ve Atatürk Sultan Vahdettin tarafından Anadoluda bir direniş örgütlemesi için görevlendirilmiştir. Bu tarihi gerçek değişik kaynaklardan ve arşiv belgelerinden araştırılıp doğrulanabilir ki bu pek çok eserle yapılmıştır da. Bu gerçeği dillendirmek Atatürk düşmanlığı olarak algılanamaz. Sadece şunu görmekteyiz ki yakın tarihimiz layıkı ile yazılmamış ve gerçekler çıplaklığı ile ortaya konmadığı gibi pek çok gerçeğin üstü de örtülmüştür.
2-Bunu bütün tarih kitapları böyle yazar ve böyle bilinir ki T.B.M.M 23 nisan 1920 de bir cuma günü Kur'an-ı Kerim tilaveti ile ve dualarla açılmıştır. Devletin ve meclisin kuruluşunda İslam ön plandadır. İlk anayasada devletin resmi dini islam olarak kayıt altına alınmıştır. istiklal Savaşı komuta kademesinin tamamı Osmanlı subaylarından oluşmuş olup saltanata ve hilafete bağlı ordu ve milis kuvvetleri oluşturmuşlar ve İslam dünyasından Hilafetin tehlikede olduğu gerekçesi ile gelen her türlü maddi ve ayni yardımlar Hilafet adına Anadoludaki hareketçe alınmış ve direnişte değerlendirilmiştir. Yani olay şudur ki direniş bitene kadar saltanat ve hilafet ile Kuvayı Milliyenin ve Atatürk'ün bağları asla kopmamıştır.
3-T.B.M.M ilk oluştuğunda milletin gerçek temsilcilerinden oluşmakta idi. Ancak daha sonra Lozan anlaşmasının meclisçe kabul edilmeyeceğini gören Atatürk meclisi feshetmiş ve kendisinin bizzat atadığı milletvekili adaylarının seçilmesinden oluşan 2.meclis Lozan Anlaşmasını onaylamıştır.
4-Bu arada cumhuriyetin ilanı ile başlayan bazı devrim ve değişimler 1950 lere kadar sürmüştür. Ancak dikkat edildiğinde görülecektir ki milli mücadele zaferle sonlanmasa, Anadolu toptan işgal edilse ve sömürge haline getirilse idi işgal kuvvetleri ne yapacaksa o devrimler yapılmış, hatta ve hatta işgal kuvvetlerinin başaramayacağı ve cesaret edemeyeceği değişimler dayatılmıştır. Başlıca devrimleri sıralarsak;
A-Madde numaralarına kadar aktarılmak suretiyle Medeni Kanun ve Ceza Kanunu İsviçre ve İtalya'dan tercüme edilmiş kabul edilmiştir.
B-Alfabe değiştirilmiş, Osmanlı alfabesi Arap alfabesidir diye bir kenara atılmış ve Latin alfabesi kabul edilmiş, toplumun tamamı cahil hale getirilmiştir.
C-Hicri takvimden miladi takvime geçilmiş, Hz. Muhammed (a.s) in hicreti yerine Hz. İsa'nın doğumunu esas alan takvim kabul edilmiş, Hafta tatili kanunu çıkarılmış, resmi tatil cuma gününden cumartesi pazara alınmıştır.
D-Kılık kıyafet devrimi yapılmış, batının kılık kıyafeti kabul edilmiş, Osmanlıdan kalan her türlü kılık kıyafet yasaklanmıştır.
E-Türk Müziği yasaklanmış yıllarca batı müziği devletçe desteklenmiş, opera ve bale ve senfoni orkestraları kurulmuştur.
F-Dini hayat tamamen yasaklanmış, ve kontrol altına alınmış, Saltanat ve hilafet kaldırılarak sadece Anadolu değil bütün Türk-İslam dünyası ve Osmanlı coğrafyası başsız ve sahipsiz bırakılmıştır.
G-Tekkeler ve Zaviyeler ve milli mücadelede büyük rol oynamış olan Türk Ocakları kapatılmış ve yerlerine o günden bugüne anarşi ve terör merkezi olan Halk Evleri açılmış, devletçe himaye edilmiştir.
H-Osmanlıdan kalan pek çok cami, han ve imaretler kaderine terk edilmiş, devletçe el konulmuş, satılmış ve tahrip edilmiştir.
İ-Tarihi eserlerimizin girişlerindeki ve içlerindeki Latin alfabesi ile olmayan kitabeler dahi özel kanunla kaldırılmış ve tahrip edilmiştir. Osmanlı arşivleri ve kütüphaneleri yağma edilmiş, satılmış ve büyük oranda yok edilmiştir.
K- T.C Devleti batılı danışman ve batı kafalı devşirme kadrolara teslim edilmiş, milli ve dini değerlerden uzaklaşılmıştır.
L-Türk dünyasına ve İslam dünyasına sırt çevrilmiş yalnızca batı ülkeleri ile sıcak ilişkiler kurulmuştur. Dünkü vilayetlerimiz ile aramıza tel örgüler ve mayınlı sahalar inşa edilmiş, Anadolu coğrafyasına hapsolan Türk Milletinin dört bir yanındaki komşuları ile düşmanlık üzerine politikalar üretilmiş ve büyük Türk Milleti Anadolu yarımadasına hapsolunmuştur.
M-Bütün bunlar yapılırken Atatürk ve ölümünden sonra İsmet İnönü, sırası ile Ebedi Şef ve Milli Şef olarak kutsanmış ve Osmanlı padişahlarına dahi gösterilmeyen yüceltme Atatürk ve İsmet İnönü'ye yapılmıştır. Tüm Osmanlı padişahları “mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” sözünden rahatsızlık duymazken salonlarda adeta yeni bir din inşa ediliyormuşçasına nutuklar atılmış, şiirler okunmuş, heykellere servetler harcanmış ve onlarca yıl harcanmaya devam edilmiştir. Aşağıda aktarılan manzum ve nesir metinler bu yazdıklarımızın ne kadar doğru ve yerinde olduğunu gösterecek yazılı belgelerdir:
     Yıl 1928, Ankara'da Osmanlıca yazıyla 60 sayfalık bir kitap yayınlanır. İsmi: "Türkün Yeni Amentüsü". Yazarı: Safi adında biri. CHP'nin Hakimiyet-i Milliye Matbaasında basılmış. Bu kitabın kapağında şu satırlar yer almaktadır:
"Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklalini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengaver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim, Eyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkiyi kazanacağına, hamaset dasitanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi'nin Allah'ın en sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulusi ile şehadet ederim..."
Aşağıda ise Behçet kemal Çağlar'ın Atatürk için yazdığı ezan var.
Atatürk ekber!
Atatürk ekber
ancak o var Atatürk
evliya odur,
peygamber odur,
sanatkâr Atatürk.
talihe hâkim,
zekâya önder,
doğma serdar Atatürk.
bunları geçti insan büyüğü:
kendi kadar Atatürk
Atatürk ekber
Atatürk ekber.
bizde o var. atatürk
ne evliya, ne de peygamber..
halkına yar Atatürk
      Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul'da 1931 yılında, Devlet Matbaası'nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi'nde İslâmiyet ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet'in yeri yoktur. Çünkü "İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!", "Hz. Muhammed (s.a.s.) nihayet bir çöl bedevîsidir", "İslâmiyet'in yerine yeni bir din koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir." Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut'a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti: Yani "Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı." Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi'nin meşhur Mevlid'ini Atatürk'e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi'ni okutmakta hiçbir sakınca görmedi:
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Mustafâ-yı bâ Kemâl'e essalât.
Ol Zübeyde, Mustafâ'nın ânesi
Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!
Gün gelip oldu Rızâ'dan hâmile
Vakt erişti hafta ve eyyâm ile.
Geçti böyle, nice ay nice sene
Vakt erişti bin sekiz yüz seksene.
Merhaba ey baş halâskâr merhaba
Merhaba ey ulu serdâr merhaba!
Behçet kemal Çağlar yukarıdaki mevlidden sonra bir başka şiirinde:
Kaç yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın dili
İnsana ne ilâh, ne de sevgili
Ne de ana-baba aratıyordu
Her an yaratıyor, yaratıyordu.
derken Halil Bedii Yönetken ise;
Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
diye devam ediyordu kutsamaya.
ve ardından Edip Ayel aynı frekansta;
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
diye sürdürüyordu kutsamayı.
Tabii Kemalettin Kamu geride kalmamalı idi. Kemalettin Kamu Çankaya şiirinde;
Burada erdi Mûsâ
Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter.
Ne örümcek, ne yosun
Ne mûcize, ne füsun...
Kâbe Arab'ın olsun
Çankaya bize yeter.
diye noktayı koyuyordu ama bu açılan kutsama yolunda artık frenler tutmazdı. Faruk Nafiz Çamlıbel devam ediyordu bu yolda;
Bir şiirinde;
On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O'nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı. derken;
Bir başka şiirinde;
Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
diyordu.
Yusuf Ziya Ortaç ise;
Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği
Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.
derken, Nurettin Artam isimli bir zat;
Koca bir güneşin akşam olmadan
Dağların ardında sönüşü gibi
Millete can veren, vatan yaratan
Tanrının göklere dönüşü gibi.
Her zaman ırkıma büyük Baş Atam
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!
diyordu. Bu açılan yoldaki kutsama kafilesine kimler katılmadı ki........
Bir yanda Ömer Bedrrettin Uşaklı;
Bir güneş gibi yalnız
Sensin ülkü tanrımız
Ey Türklüğün bütünü.
diye sürdürürken bu kutsama serisini, Vasfi Mahir Kocatürk;
Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti
Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.diyerek katıldı kervana ve İlhami Bekir;
İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa
Toprağın haritasını çizdi bayrağa
Allah değil, o yazdı alın yazımızı.
diyerek bir başka küfür örneğini önümüze koyuyordu.
Aka Gündüz’ün şu yazdıklarına ne demeli:
“Atatürk’ün tapkınıyız!
Her şeyde Atatürk,
Yerde O! Gökte O!
Denizde O! var da O! yok da O!
Her şeyde O! Atatürk!
Yerdedir, göktedir, sudadır,
Alandadır, diktedir, pusudadır.
Görünmezi görür!
Bilinmezi bilir!
Duyulmazı duyar!
Sezilmezi sezer,
Ezilmezi ezer!
Her şeyde Atatürk!
Elimizi yüzümüze,
Gönlümüzü özümüze kapıyoruz.
Biz sana tapıyoruz!
Biz sana tapıyoruz!
Varsın, Teksin,
Yaratansın!
Sana bağlanmayanlar utansın!”
hülasa eder isek bir dünya söz sıralanmış söylenmiş ve şu cümle de sarf edilmiş:
Biz bunu dini istemeyiz arap felsefesinden,
Sen bize bir din yarat Türk nefesinden.
      Yukarıda aktardıklarımız Atatürk'ü kayıtsız şartsız kutsayanların kalemlerinden dökülenler. Ve bu kalem sahipleri daima iltifat görmüş ve asla “sen ne yapıyorsun, neler saçmalıyorsun”denmemiş. Usulü dairesinde de olsa muhalefet edenler olmuş elbet, onların başına neler gelmiş?.... Neler gelmemiş ki!.. Saymakla bitmez. Ali Şükrü Bey'in başına gelenler. Halen Trabzon'da Boztepe'de yatan Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey Topal Osman tarafından katledildi. Sadece Ali Şükrü Bey mi? Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı komünist oldukları için değil aslında, kanaatimce Lenin'in de bilgisi ve izni dahilinde, Lenin yanlısı değil de Sultan Galiyev yanlısı oldukları için katledildiler. Ve o olaydan sonra komünist hareket Türkiye'de asla milli bir kimliğe bürünemedi. Kazım Karabekir, Mehmet Akif Ersoy, türlü oyunlarla aşağılandı, ya mahkemelerde ya vicdanlarda yargılandı ve mahkum edildi. Bir kısım alim ulema ise İstiklal Mahkemelerince infaz edildi.
     Devam edelim efendim; Sadri Maksudi Arsal.. Atatürk'ün sofrasının müdavimlerinden, Ordinaryüs Profösör, devrim profösörü. DenizBank yeni kurulacak o zamanlar, isim meselesine itiraz ediyor. “DenizBank” Türkçe’ye uygun değil diyor. Bunun yerine Denizcilik Bankası ya da Deniz Bankası olmalı diyor. Bankaya “DenizBank” ismini veren ise Atatürk..
Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Büyük bir öfkeye kapılan M. Kemal, aynı günün akşamı sofra misafirlerinden birkaçını seçerek radyoevine gönderir. Radyoda normal program iptal edilerek gece 2′ye kadar Arsal aleyhine sert konuşmalar yapılır. 28 Aralık’ta galiz bir uslupla yazılmış bir makale, bütün gazetelerde yayınlanır. Arsal “nankör”dür, “sahte diploma sahibidir”, “Türkçe bilmemektedir”, “Türk değildir”, “Türk gençlerini zehirlemektedir”. Arsal bir daha ne mecliste ne de sofrada görülür (Sadri Maksudi Arsal, Adile Ayda, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları Türk Büyükleri Serisi, 1991, s. 76 )
       Bu, bilinçli olarak başlatılmış bir akım.. Neye yaradığı gayet açık. Neye yaradığını Kazım Karabekir de gayet net açıklıyor:
“İstiklâl Harbi nasıl başladı? Nasıl bir seyir takip etti? Bugünkü durum nedir? istikbal için planımız ne olmalıdır? Artık kimseyi ilgilendirmiyordu. Biricik düşünce Gazinin teveccühünü kazanmak ve mebus olmak ve memleketin nimetlerinden istifade edebilmekte idi…İstiklâl Harbinin fedakar ve feragatli arkadaşlarıyla Gazinin arasına her gün yeni simalar giriyor ve yerleşiyordu. Ve artık İstiklal Harbi’ndeki gibi fikir sahipleri ile iş birliğinden ziyade mutavaat ve alkışa hazır bir zümreye roller verilmeye hazırlık görünüyordu.”
Kazım Karabekir Anlatıyor, (yayına hazırlayan Uğur Mumcu), istanbul: Tekin Yayınevi. 1990. s.83.
Bir de Yakup Kadri’den dinleyelim:
“Atatürk’ün sefahetlerinde, Atatürk’ün kötü iptilâlarında bile Homerik bir destan rüzgârı vardı. İçki sofrasında elini her kadehine uzatışı. Tanrılar Tanrısı Zeus’un altın kupalar içinde kevser şarabı dağıtışını andırırdı ve riyaset ettiği cümbüşler, gerek Çankaya köşkünün samimî havası, gerek Dolmabahçe sarayının ihtişamlı dekoru içinde ve gerekse herhangi bir dost evinin mütevazı çatısı altında olsun: daima Olempus tepesindeki “bezm’ler gibi zaman ve mekân mikyasının dışına taşardı. Bilmiyoruz. Mevlânâ’yı kendinden geçiren şarkılar ve rakslar ne cinstendi? Fakat. Atatürk’ün her biri bir mistik tarikatın “âyin’inden farksız muhabbet meclislerinden ruhlarımız “cuşiş” denilen halin en yüksek mertebesine ermiş olarak çıkardık.”
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk İstanbul: Birikim Yayınları. 1981. s 121-122
      Şimdi ise son sözlerimizi söyleyelim. Atatürk cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte kendisine hiç bir lidere nasip olmayan çok farklı bir statü verilmiştir. O günden bugüne bu statü farklı kombinezonlarda yaşatılmıştır. Ne Marks, ne Lenin, ne Mao, ne de başka bir lider onun büyüklüğüne erişememiştir. Adeta bir beyin yıkama operasyonu ile beyinler şartlandırılmış ve “kemalizm” diye bir ideoloji oluşturulmaya çalışılmıştır. Literatüre bakınız. Demokrasinin beşiği İngiltere'dir. “Magna Carta” yani büyük ferman ile demokratik 1215 te sözüm ona demokratik hakları ferman altına alan ilk hukuki bildiridir. Fakat görüyoruz ki İngiltere hala kraliyet ailesini ve feodaliteyi aynen muhafaza etmektedir. Çünkü Büyük Britanya İmparatorluğunu sembolik olarak kraliyet ailesi temsil etmektedir. Avrupanın pek çok yerinde hatta Japonya'da bile saltanat bütün haşmetiyle devam ederken olan Osmanoğullarına olmuş, 600 yıl dünyanın kaderine hükmetmenin bedelini Osmanoğulları ailesi hala ödemeye devam etmektedir. Batılılaşma ve batılı değerleri kabullenme adı altında saltanat ve hilafet tarih olmuş, başşehrimiz İstanbul'dan Ankara'ya taşınmış olmakla Anadolu coğrafyası bile bize çok görülmektedir. Türkiye son dönemde edilgen değil de etken bir güç olma ididiasıyla ortaya çıkmış ise de dışarıda türlü oyunlarla önümüz kesilmek istenirken içeride ise devlet bugün geldiği noktadan yeniden 1923 mantığı ile resetlenmek ve yeniden kemalizm ile formatlanmak istenmektedir. Bütün kavga ve gürültü buradan kopmaktadır. Cumhuriyet tarihi bütünü ile tarihe mal olacaktır. Tıpkı geçmişte Osmanlının yaşadığı 1.Fetrette olduğu gibi. 1923 le 2.Fetret başladı ve şu tarihte de bitti diyeceğiz. Sultan Yıldırım Beyazıt'ın Timur karşısındaki yenilgisi ile başlayan 1.Fetret nasıl bitmiş ve Osmanlı tarihinde gelişme ve büyüme devam etmiş ise 1.Dünya harbinde alınan yenilgiler ile başlayan 2.Fetret dönemi de belki engeç 10 yıl sonra 2023 te bitecektir. Hem devletin adı, hem başlagıcı ve devamlılığı, 2.fetret döneminde batıya verilmek zorunda kalınmış ipotekler konuşulacak tartışılacak, Atatürk te tarihte alması gereken yeri alacaktır. Atatürk olmasaydı diye bir mantık kurmak mümkün değildir. Türk tarihi ne Atatürk ile başlamış ne de sonlanmış ve yeniden başlamıştır. Hakaret ve aşağılamanın da lüzumu yoktur. Bu kapanması gereken bir devirdir, yaşanacak ve kapanacaktır. Ve görüldüğü gibi yaşanmakta ve yavaş yavaş kapanmaktadır da. Devlet daha doğrusu Türk Devleti özellikle Sultan Alparslan'dan itibaren zaman zaman zafiyetler yaşamış ise de asla devlet olarak kesintiye uğramamıştır. Büyük Selçuklu Devleti'nin devamı Anadolu Selçuklu Devletidir ve onun devamı Osmanlı Beyliği ve devamında imparatorluktur. Osmanlı İmparatorluğu Bizansı fethetmekle Osmanlı sultanı Doğu Roma İmparatoru ünvanını da almış, Hilafeti İstanbul'a taşımakla dünya müslümanlarının başı olmuş, Ermeni ve Rum ortadokslarının da padişahı ve sultanı olan Osmanlı Sultanları, İspanya'dan kaçan yahudileri de himayesine almış ve hahambaşılığı da istanbul'da himayesine almıştır. Fatih Sultan Mehmet Bizansı yıkarak Doğu Roma İmparatoru ünvanını aldıktan sonra Batı Roma İmparatorluğunu da fethetme ve Vatikanı ve Papalığı da sınırları içine alma hesaplarında iken bir yahudi dönmesi doktor Yakup Paşa tarafından zehirlenerek şehid edilmiştir. Türk Devleti Osmanlı'dan kalan misyon ve miras ile çok uluslu ve dinli bir devlettir. Yönetim elbette Türk ve İslamdır, ancak Türk ve İslam olmayan tebasına ikinci sınıf insan muamelesi de görmemiş, göstermemiştir. Osmanlı dini ve etnik kökeni ne olursa olsun tebasına Osmanlılık gibi bir mensubiyet ruhu vermiştir. Dolayısı ile bir Amerikan milleti mevcut olmadığı halde Amerika, Osmanlı'dan aldığı vatandaşlık hukukunu ve idare hukukunu kendi sınırları içinde uygulayarak bir “amerikalılık” gibi mensubiyet ve vatandaşlık bağı oluşturmayı başarabilmiştir. Bu çerçevede Türkiye Devleti bu anlatılanlar ışığında devletimizin ismi ve vatandaşlık kavramı, dil ve din konularında kendini revize etmek ve yeni bir yapı ve bakış oluşturmak zorundadır. Yoksa kupkuru bir “atatürk cumhuriyeti” kavramı içine cihanşumul bir devletin hedef ve idealleri asla ve asla sığamaz. Geçmişimiz geleceğimizin köküdür, geleceğimiz ise şanlı geçmişimizin devamıdır. Dolayısı ile Selçuklu'dan Osmanlı'ya ve cumhuriyete hepsi bizimdir, Oğuz Han'dan, Kürşattan, Alparslan'dan Osman Gazi'ye, Sultan Murat'tan, Fatih'e, Yavuz'a Süleyman'a, ve Sultan Vahdettin'e ve son halife Abdülmecit Efendi'ye, Atatürk'ten Özal'a, Menderes'ten en son Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a kadar hepsi bizdendir, bizimdir hatasıyla sevabıyla. Ama hiç birisi tanrısal bir güce ve himayeye sahip değildir ve olamaz da. Bütün bunları bir tarafa bırakıp “atatürk olmasaydı, dinin de olmazdı, donun da olmazdı” demek ne Türklük edebine, ne islam inancına sığmaz. Bütün gelmişimiz, geçmişimiz ve geleceğimiz bir isme bağlanamaz. Allah isterse herşey olur, dilemezse hiç bir şey olmaz. Bunun aksine “atatürk olmasaydı” diye başlayan bir söz ve söylem bir müslümanı adeta küfre götürebilecek bir sözdür. Gerçek bir müslüman ise ne her bir şeyi yaradılmış bir kuldan bilir, ne de onların hiç birine galiz küfürlerle saldırmaz.
          Son sözümüz ve cümlemiz şudur ki; Devletimizin sınırları Edirne'de başlayıp Kars'ta bitmez, bizim sınırlarımız Adriyatik'ten Çin seddine, Sibirya'da güney Afrika'ya insanoğlunun ayak bastığı her coğrafyaya kadar uzanır ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tüm vatandaşları dini, milliyeti, etnik kökeni ya da mezhebi ne olursa olsun devletimizin Orta Asya'dan bugüne gelen misyonunu ve vizyonunu bilmek ve ona sahip çıkmak zorundadır. Türk Devleti dün, evvelki gün ya da yarın veya öbür gün adı ne olursa olsun gölgesi altında, yaradanın bütün yarattıklarına yer veren, adı, kendisi ve gölgesi en büyük bir devlettir ve bu büyüklüğünü ilelebet sürdürecektir. O gölgenin altında olanlar o gölge içinde kendilerine de bir yer bulabildikleri için onur ve gurur duymalıdır. 

1 yorum:

Adsız dedi ki...

kurtuluş savaşı ancak atatürkçülükten ve atatürkçülerden kurtulduğumuzda kazanılmış olacaktır.