27 Eylül 2012 Perşembe

BİZ BU FİLMİ GÖRMÜŞTÜK


           Son zamanlarda bazı platformlarda ve çevrelerde eski bir modanın yeniden hortlatılmak istendiği, geçmişte yazılmış ve oynanmış ve bedeli ödenmiş senaryoların yeniden sahneye konduğu ve gençliğimizin yeniden aynı kaos ortamına çekilmek istendiği yönünde belirtiler görmekteyim. Bu nedenle 12 eylül evvelini ve sonrasını ve hatta 12 mart dönemini yaşamış biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istedim.
12 mart evvelinde 68 kuşağı denen kuşağın özellikle Amerika ve Nato karşıtı eylemlerle başlayan kitle hareketleri sonrasında silahlı örgütlenmelere, ve polisle ve askerle silahlı çatışmalara dönüştü. O dönemdeki gençliğin tek müsbet yanı NATO ve Amerika karşıtı olması idi. Ancak bu söylemlerin devamında münhasıran Nato ve Amerika karşıtı olmak ve ardından Rusya(onlar inatla SSCB derdi) veya Çin yanlısı ve hatta Enver Hoca yanlısı olmak olmazsa olmazlar arasına girdi. 12 mart döneminde Deniz Gezmiş ve arkadaşları Amerikan karşıtlığı ile başlayan mücadelelerini Türkiye karşıtlığına dönüştürerek üniversite gençliğini kendi devleti ile bir savaşın içine soktular. Bu dönemde başlayan fraksiyonlar ayrışması ve çatışması 12 eylüle kadar devam etti. Bu ayrışmada Deniz Gezmiş ve arkadaşları, İbrahim Kaypakkaya, ve DDKD oluşumu ile Kürtçü bölücü hareketin de temeli atılmış oldu. Ancak burada gözden kaçmaması gereken olay şudur ki Türkiyedeki bu sol devrimci hareket ve karşısında oluşturulan sağ ülkücü hareket ve yanında oluşturulan milli görüşçü akıncı hareket bunlardan hiç birisi derin devlet dediğimiz kesimdeki bazı ekiplerin kontrolü dışına çıkamadı. 12 Mart muhtırasından ve askeri müdahalesinden sonra ilan edilen sıkıyönetim sonrasında silahlı direnişleri sırasında bazısı ölü ele geçirilen bu gençlerden üç tanesi de DENİZ GEZMİŞ, YUSUF ASLAN ve HÜSEYİN İNAN yargılanarak idama mahkum edildiler. Şimdi bu üç gencimizin idamı hak edip etmedikleri ayrı bir konu olarak tartışılabilir. Ancak bu üç genç adam öldürme ve silahlı eylemlere, asker ve polisimize kurşun atmaya kadar her eylemde bulundular. Yani kısaca ve sadece Dolmabahçede “altıncı filo defol” demekle yetinmediler. Altıncı filo niyetine Mehmetçiğe kurşun sıktılar.
             12 mart sonrasında sular durulmuş gibi olsa da 1975-1976 larda başlayan hareketlenme üniversitelerde olayların yeniden alevlenmesine neden oldu. Okullar, semtler, caddeler, sokaklar, köyler kasabalar, kahveler paylaşıldı. Çok tehlikeli bir ayrışma yaşandı. Güvenlik kuvvetleri her nedense acze düştü ve her gün onlarca insanımız soldan ve sağdan katletilmeye başlandı. Özellikle Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in arasındaki sürtüşme ve çekişme topluma yansıdı. Alparslan Türkeş ise bu kardeş kavgasında sokaklardan çekilmeyi göze alamadı. Ve çekilmedi. Ancak burada ilginç olan sonradan ortaya çıkmıştır ve tesbit edilmiştir ki bazı katil silahlar hem soldan hem sağdan insanlarımızın katledilmesinde kullanılmıştır. Balistik raporları ile sabittir ki birileri aynı silahlarla hem sağdan hem soldan insanlarımızın katledilmesi için büyük ve hain bir oyun oynamışlardır.
                 Bu arada gözden uzak tutmamamız gereken bir gerçek te şudur. Hem 12 mart hem de 12 eylülde ortaya atılan devrimci gençlerimizin ideolojik eğitimleri gereği milli hiç bir şeyi tanımadıkları gibi Allah inançları da asla olmamıştır. Nitekim Deniz Gezmiş ve iki arkadaşları idam evvelinde dini telkin de istememişlerdir. Ve bu gençlerimiz İstanbul Beyazıt Kulesine kızıl bayrak çektikleri gibi 1980 evveli 1 mayıslarda alanlarda Türk bayrağı taşımaksızın sadece orak çekiçli ve kızılyıldızlı bayraklarla alanları doldurmuşlardır. İsteyen ve arayan bu konularda çok zengin materyalleri arşivlerde bulabilir.
              Bu arada birileri tarafından özellikle oluşturulmuş bir kahramandan da söz etmeden geçemeyeceğim. Bu kahramanın adı YILMAZ GÜNEY’dir. Yılmaz Güney hayranlarına sorsanız en az yarıdan çoğu onun neden hapse girdiğini ve neden yurt dışına kaçtığını bilmezler ve zannederler ki Yılmaz Güney ideolojik bir suç işlemiş ve zindana atılmış, özgürlüğü elinden alınmış, o da kaçarak yadellerde vatan hasreti ile vefat etmiştir. İşin esası ise şudur: Yılmaz Güney gece hayatını seven, hovarda, aşırı derecede alkol alan, şöhretin sarhoşu olmuş serseri bir Yeşilçam oyuncusudur. Bir gün Adana’da içkili bir yerde malum adı ile pavyonda eğlenmeye gider. Belinde silahı da vardır. Aynı pavyonda eğlenmekte olan Adana ili Yumurtalık ilçesi Hakimlerinden SEFA MUTLU ile (klasik pavyon tartışmasıdır, ne bakıyon, sen kimsin gibi taciz ve müdahaleler sonunda) çıkan tartışma sonunda tabancasını çeker ve SEFA MUTLU adındaki hakimi öldürür. Ve hali ile göz altına alınır, tutuklanır ve cinayetten hapse mahkum olur. Olay aynen böyle olduğu halde hala YILMAZ GÜNEY’i bir devrim kahramanı zanneden gencecik yavrularımız vardır.
                 Bir paragraf ta DOĞU PERİNÇEK için ayırmalıyım sanırım. Doğu Perinçek 12 eylül evvelinde de AYDINLIK dergisini çıkaran ayrıca HALKIN SESİ Maocu dergisini de çıkaran MAOCU fraksiyona dahil olmuş bir marksisttir. Aydınlık dergisi 12 eylül evvelinde yayınlanırken Aydınlık dergisinin bir sayısında TÜRKİYE İHTİLALCİ İŞÇİ KÖYLÜ PARTİSİ adı ile (TİİKP) illegal bir partinin Konya’da kongresi yapılır. İllegal olduğu için kod adı HÜSEYİN GAZİ olan şahıs DOĞU PERİNÇEK’tir. Partinin tüzüğü Aydınlık dergisinde yayınlanır. Kongrede HÜSEYİN GAZİ yoldaş genel başkan seçilmiştir. Partinin amblemi ise sol köşesinde bir yıldız olan orak çekiçtir. Kısa bir süre sonra ise legal olarak TÜRKİYE İŞÇİ KÖYLÜ PARTİSİ kurulur. Bu parti bugünkü İŞÇİ PARTİSİNİN gerisindeki partidir. Ve doğal genel başkanaı da DOĞU PERİNÇEK'tir. Doğu Perinçek muhtelif fraksiyonlarda dolandıktan hatta PKK terör örgütüne kadar girmediği bulaşmadığı örgüt bırakmadıktan sonra son olarak ERGENEKON gibi ulusalcı bir örgütle ve elinde yıllar sonra ilk defa Türk bayrağı ile ortaya çıkmıştır. Yıllarca elinde orakçekiçli bayraklarla arz’ı endam eden DOĞU PERİNÇEK eline Türk bayrağını nihayet almıştır ancak gelişmeler onu göstermektedir ki bayrağı yüceltmek için değil aşağılamak için almıştır. İstismar etmek için almıştır.

               Bu yazıya bir son vermek istiyorum ama kitaplar dolusu bilgiyi birkaç satırda verebilmek mümkün olmayacak. Bakın Aziz Nesin beyefendinin askeri lisedeki öğrenciliğinden itibaren neler neler yaptığına ve nasıl meşhur olduğuna, nasıl bir jurnalci olduğuna ve ahlaki zafiyetlerine dair bir dünya bilgiyi veremiyeceğim. Ama kaynak verebilirim. Türkiye Komünistlerinin Fikir Dergisi "KATKI" adı ile bir dönem çıkmış dergide SÜLEYMAN MIZRAK imzası ile çıkan "AZİZ NESİN diye biri" yazısını okumanızı tavsiye ederim.(orijinal dergi nüshası bende var) Mesela Meşhur Marksist HİKMET KIVILCIMLI’nın Bursa Cezaevinde RAGIP ERVARDAR isimli yoldaşın yeğeni 15 yaşındaki delikanlıya katı ortadoks Marksist inancı ile nasıl tecavüz ettiğini ve bu olayın bir DEVGENÇ bildirisine bile konu olabildiğini Aclan Sayılgan’ın TÜRKİYEDE SOL HAREKETLER kitabından ulaşabilirsiniz. Efendim daha ne diyeyim. Nadir Nadi’nin “iki Sovyet Rusya” isimli ARARAT yayınevinin çıkardığı gezi kitabından Sovyetlerdeki solun nasıl bir sol olduğunu öğrenebilirsiniz. Yine Ararat yayınlarından çıkan JEAN Baby’nin “en güzel dünya” kitabını okuyup Marksizmin gerçekteki ahlak ve toplum anlayışını ya da ahlaksızlığını  irdeleyebilirsiniz.
              Elbette söylenecek söz çok ama kısa bir yazıda ancak bu kadar söylenebilirdi diyor ve son olarak diyorum ki;
            Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Türk Milletinin dışarıda ve içerideki düşmanları her türlü çarpık düzen ve tezgahı kullanarak bizi dejenere etmek ve devlet ve millet olarak misyonumuzdan uzaklaştırmak için her renge girmekte ve düşmanlığını sürdürmektedir. Bu bağlamda asla ve asla siyasi görüş farklılıkları ya da dini ve etnik kimlik farklılıkları nedeniyle bu ülke insanına düşmanlık gütmek çağdaş ve insani olmadığı gibi bizim millet olarak inanç ve geleneklerimize de ters düşer.
Siyasi görüş ve düşüncemiz ne olursa olsun imanı olmayan İslam inancı olmayan hiçbir hareket bu coğrafyada yerleşemez ve bizden bir hareket olamaz. İnançsız insanlarımız olabilir ancak inançsızlık bir sistem olarak bu ülkeye asla yerleşemez.
Her milletin kendine has bir misyonu hedef ve idealleri vardır ve olmalıdır. İsrail Dünya devleti peşindedir. Keza pek çok millet dünya devleti olmak peşindedir. Yunanistan hala Makedonya devletini siyasi nedenlerden tanımamakta, hem Makedonya ve hem de ege kıyılarını genişleme sınırları içinde görmektedir. Rus emperyalizmi komunist enternasyonali Rusya İmparatorluğunun büyümesi için yıllarca istismar etmiştir. Türkün kızıl elması nedir, düşünülmeli araştırılmalı ve bulunmalıdır. Esasen ideolojiler milletlerin genişleme ve büyümelerinde bir araçtır amaç değildir. Bizim millet olarak olmazsa olmazımız öncelikle maneviyatımızdır.
             Her ne sebeple olursa olsun tarihimize sövmek aşağılık bir şeydir. Tarihimizde Fatih kadar Kanuni, Osmangazi kadar Alparslan, Abdülhamit kadar Vahdettin, Yavuz kadar Atatürk aynı değere sahiptir. Hiç biri diğerinden önde olamaz. Hepsi bizimdir bize aittir. Dolayısı ile ne çağdaşlık adına padişahlarımıza, ne de din ya da milliyetçilik adına eleştiri sınırları dışına çıkıp Atatürk düşmanlığı  yapmak fevkalade yanlıştır. Bu tip provakasyonlara karşı uyanık olunmalıdır.

                  Bu arada son olaylarla ilgili de birkaç şey söylemek şart olmuştur. Son günlerde ODTÜ deki protesto eylemleri ile birlikte üniversite gençliğinin ülke genelinde yeniden sokağa dökülmek istendiği görülmektedir. BU sıradan bir gelişme değişldir. Planlı bir harekettir. Öncesi ve belki şu an bilmediğimiz hedefleri vardır. Elbette bunu devletin istihbarat birimleri değerlendirecek ve gerekli istihbaratı yapacaktır. Ancak ben buçerçeve içinde az sayıdaki tezgahtar ve kışkırtıcı dışında kendini bir yerlere koyarak bir şeyleri sokaklarda slogan atmakla değiştirebileceğini, keza polise saldırmakla ülkeyi birilerinden kurtarabileceğini zanneden ve kendinde "HİMEN" gibi güçlü zanneden evlatlarımıza çok üzülüyorum. Onları 1960 tan bu yana sokaklarda koşturan gençlerin yaşayanlarının nerede ölenlerinin ise nerede olduğunu düşünmeye davet ediyorum. Bakınız ülkücü gençler kendi köşelerinde ne yapıyor ne ediyor bilemem ama en azından sokağa dökülmüyor. Bu konuda çok bilinçli davranan ve gençliği sokağa dökmeyen Sayın Devlet Bahçeli'ye takdir ve teşekkürlerimi sunuyorum. Ve sağcı solcu ayırmaksızın diyorum ki: "Gençler düne bakın, evlatlarını kaybeden anne babaların, kardeşlerini kaybeden insanların acılarını bir düşünün, yakın tarihi, son 40 yılımızı bir inceleyin ve sokağa dökülenlerden geleceklerini kaybedenler ne kazandı, sakat kalanların ölenlerin öldüğüne ve hayatlarını verdiklerine değdi mi? O dönemlerde gençler kimin iktidarı için mücadele etti ve bugün kim iktidara geldi? Evet evet ülkücü ve devrimciler biribirini yedi "akıncı gençlik" kısaltılmışı ile "akgençlik" iktidar oldu. İster inanın ister inanmayın tablo budur." Sanırım meramımı anlatmışımdır.
       

BALYOZ-ÜNİFORMA VE ONUR

       Balyoz adıyla bilinen davanın sonuçlanması ile kamuoyunda değişik çevrelerce türlü yorumlar yapıldı. Yargıyla ve sanıklarla ilgili olumlu olumsuz  görüşler paylaşıldı. Ortalık yavaş yavaş durulurken bu konuda kendi köşemizden ve açımızdan olay nasıl görülüyor, biz de bunu bu yazımızla paylaşmak istedik.
       Balyoz davasında sanıklar lehinde görüş açıklamayanlar genel çerçevesi ile cezanın ağır olduğu, isnat olunan suçun unsurlarıyla oluşmadığı bir teşebbüs aşamasına bile gelmediği, sanıkların her birinin şerefli ve kahraman birer insan olduğu, PKK ye karşı cansiperane mücadele ettiği, APO' yu alıp getirip içeri tıktığı gibi gerekçeler ortaya atarak sanıkların masumiyetini ortaya atmak yönünde bir dünya şeyler söylediler. Bu yazılanlardan ve söylenenlerden anlaşılan odur ki sanıkların masum olup olmadıkları esasen hiç te önemli değildir. Bu konuda görüş ifade edenlerin mantığı şu noktaya gelmiştir: "asıl suçlu bu AKP iktidarıdır, bu iktidara karşı her ne yapılırsa yapılsın meşrudur, bu iktidar döneminde AKP ye karşı olan şahsa ya da kuruma toz konduracak her şahıs ya da birim işbirlikçidir, iktidar yandaşıdır, yanlış yapmaktadır, hukuk, adalet, vicdan her ne varsa AKP ye karşı olmak için vardır"
       Bu mantık ve bu açıdan baktığınızda hiç bir çözümlemeyi doğru biçimde yapmak mümkün değildir. Balyoz sanıklarının yandaşı olan kesimin yaptığı ve çıkardığı bu yoğun gürültü arasında gerçekler kaybolup gidecek gibi görünüyorsa da milletin vicdanında hiç bir şey unutulmuyor. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren sadece bir avuç elit azınlığın kontrolünde kalmış ve bu gerçek yıllarca değişmemiştir. Bilindiği gibi Atatürk'ün sağlığında yapılan iki demokrasi denemesi iktidarın el değiştireceği korkusu ile derhal durdurulmuş, Serbest Fırka ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmış, ülke CHP nin tek parti diktasına teslim edilmiştir. 1946 seçimlerinde Demokrat Parti seçimleri kazandığı halde dünyanın hiç bir yerinde uygulamasını duymadığım "açık oy, gizli tasnif" yolu ile seçimlerde oluşan millet iradesi yok sayılmış, trajikomik bir şekilde CHP diktası bir dört yıl daha sürsün diye bu demokrasi cinayeti de işlenmiştir. Fakat işte cumhuriyet tarihi önümüzdedir. Çok partili hayata geçildikten sonra kendini Atatürk'ün partisi olarak tanımlayan CHP bir kez olsun seçim kazanamamıştır. Bunun  kestirmeden açıklaması şudur. Siz ister Atatürk'ün partisi deyin  ister babatürkün partisi, bu millet çoğunluğu CHP yi asla ve asla istememektedir. Vu bu hali ile CHP iktidarı ancak ve ancak rüyasında görür.
       Cumhuriyeti biz kurduk diyen kesimin iktidar elinden alınınca CHP nin ihtilallere bel bağlamak dışında bir alternatifi kalmamış olmakla komitacılık CHP nin değişmez ve vazgeçilmez  mesleği olmuştur. 1950 de iktidarı kaybeden CHP hakim olduğu bürokrasi ve ordu ile kendi beslediği ve palazlandırdığı milletin kendisine ve değerlerine uzak sermaye ile işbirliği halinde ülkenin kaderine hakim olmayı sürdürmek istemiştir. İşte balyoz davası, bu mantıkla millet iradesinin başına bir balyoz gibi inmek için bu milletin ve bu devletin imkanları ile güç ve silah sahibi olan ordu mensuplarının oluşturduğu bir ihtilal çetesinin davasıdır. BU millet yıllarca demokrasi ile idare ediliyor diye avutulmuş bir avuç elit kadronun elinden asla ve asla kurtulamamıştır. Dengelerin değişebileceği zamanlarda ise basın ellerinde olmakla uygun kamuoyu oluşturulmuş ve milletin  ordusu kullanılarak  milletin gerçek temsilcileri iktidardan uzaklaştırılmıştır. 27 Mayıs darbesi Cumhuriyet tarihihin en kara lekesidir. CHP nin mimarlığında ve önderliğinde ihtilal yapılmış, Genel Kurmay Başkanı Rüştü Erdelhun darbe karşıtı olmakla hücreye tıkılmış, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan zalimce yargılanmış ve kalleşçe idam edilmiştir. İşte bugün balyoz davası ile yargılananlar o sürecin devamını getirmek isteyen ve yine CHP nin teşvik ve yönlendirmeleri ile hareket eden milletin ordusunun üniformasının şeref ve onuruna sahip çıkmayan kadrolarıdır.  Onlar aynen Suriye'de olduğu gibi sünni çoğunluğa rağmen nusayri azınlık iktidar ise Türkiye'de dahi azınlık CHP nin yine azınlık durumunda olan alevi kesimin kontrolüne altına alınan ordunun işbirliği ile bir azınlık diktatörlüğünü kalıcı kılmak için bu faaliyetleri yapmışlardır. Ancak cumhuriyetin kuruluşu ile kurgulanan bu sürecin artık bittiği balyoz davası ve diğer davalar ile anlaşılmış olmalıdır.
        Özel kıyafetler değişik meslek guruplarında değişik amaçlar için kullanılmaktadır. Örneğin tulum işçinin iş kıyafetidir. Kendi içinde kutsaldır, alın terinin bir ifadesidir, sembolüdür. Askeri üniforma ise ayrı bir değer ifade etmektedir. Keza polis üniforması da aynı değerdedir. Resmi giyimli askeri personel birbirine selam vermek zorundadır. Üniforma askerin onurla ve gururla taşıdığı bir giysidir. Bu son balyoz davasında verilen cezaların azlığı çokluğu üzerinde durmuyorum. Asıl vahim olan nokta şurasıdır ki: onca açık seçik delile rağmen taşıdıkları üniformanın onurunu korumak bağlamında hiç bir sanıktan "evet biz ihtilal yapmayı düşündük, bu bir suçtu, ama cumhuriyet tarihinin yaşadığı süreç ve orduya yüklenen misyon ve bize dikte ettirilen ilkeler bizi bu hale getirdi ve biz millet iradesine rağmen devletin bize giydirdiği üniformayla ve elimize verdiği silahla ve emrimize verdiği mehmetçiği doğru sevk ve idare etmeyi düşünmek yerine ihtilal yapmayı ve devlete hakim olmayı düşündük, yanlış yaptık, yaptığımız onurlu bir davranış değildi" gibi bir yaklaşım yerine özürü kabahatten büyük bir pişkinlik ve terbiyesizlikle karar aşamasında sanki karar mahkeme heyeti hakkında veriliyormuş gibi "verdiğiniz karar sizin için hayırlı olsun" deme kistahlığında bulunacak kadar edep, terbiye ve onur dışı bir davranış içine girebilmişlerdir. Tablonun asıl vahim olan yanı burasıdır. Bu gerçeği görmeyen gözlere ve bu tavrı gösterebilen sanıklara yazıklar olsun. Ve Allah bu demokrasi ve millet düşmanlarına bir daha asla fırsat vermesin.           

17 Eylül 2012 Pazartesi

KÜRTLER

AŞAĞIDAKİ YAZI BİR KÜRT DOKTORUN GÖZÜNDEN KÜRT MESELESİNİ ANLATMAKTADIR. TAMAMEN YORUMSUZ OLARAK AŞAĞIYA ALINMIŞTIR. BİR KÜRT AYDINININ BAKIŞI VE DEĞERLENDİRMESİDİR. BU YAZIYI OKUDUKTAN SONRA BU BLOG İÇİNDE "TÜRKLER-KÜRTLER VE TERÖRİZM" YAZIMI YAYINLADIM . UMARIM KÜRT AYDINLARI DA KÜRT HALKININ BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU GİBİ AYRIŞMAK YERİNE KUCAKLAŞMAYI BİR ÜMMETİN MENSUPLARI OLARAK BİR VE BİR ARADA KARDEŞÇE YAŞAMAYI TERCİH EDECEKTİR.

Türk toplumu" dendiğinde saf bir Türk etnisitesi akla gelmemelidir.Şu an anadolu coğrafyasının batı, güney ve kuzey kesiminde yaşayan toplumun büyükçe bir dilimi, süreç içinde devşirilmiş ve asimile edilmiş başka din,ırk ve etnisitelerden(sonradan müslümanlaşmış/müslümanlaştırılmış; Ermeni,Rum,Yahudi, sırp, Gürcü  veya müslüman halklardan; Boşnak,Arnavut,Pomak, Laz,Çeçen,Çerkez)oluşmaktadır.Bu, çok ilginç olduğu kadar, bir o kadar da  çelişkili olan durumun; Gerek Osmanlı döneminde ve gerekse Cumhuriyet dönemi boyunca,imparatorluk ve anadolu çoğrafyalarında yaşanan soykırım ve katliamların etkisi büyük olmuştur.Zaman,zaman katliam ve soykırımlarla savunmasız ve aciz kalmış topluluk ve bireyler, kendi çocukların geleceklerini güvenceye almak için, bütün kimliklerinden(dinsel ve etnik) sıyrılarak, Hakim ve muktedir kimliğe(Türk-Müslüman-Sünni) rücu etmişlerdir.Bir topluluğun veya bireyin, dinsel veya etnik kimliğini gizlemek zorunda kalarak, yok sayarak yadsımış olması, bu dram ve trajedilerin psikososyal analizleri, sosyologlar ve sosyal antropologlara mükemmel bir materyal sunmaktadır. (İsmail Beşikçi'nin kulakları çınlasın)
     Bu sosyal ve etnik analizlere çok özet değinmemin nedeni, özellikle Cumhuriyeti kuran elit tabakanın ve onları takip eden iktidar erklerinin, ezici çoğunluğu anadolu topraklarına ait olamamalarıdır.Osmanlı bakiyesi topraklardan kopup,  iktidara yerleşmiş ve burayı kendilerine yurt yapmış,  elbise olarak, üzerlerine geçirdiği "Türk" kimliğini, aşırı ırkçı ve milliyetçi bir resmiyet kazandırması yanında, farklılıklara dışlayıcı ve ötekileştirici bir muhteva kazandırmış, (faşizan ve ırkçı eğitim sistemi vasıtasıyla, yalana dayalı resmi tarih ezberlerinin dayatmalarıyla ) ve buna birde düşmanlık ve nefret duygusu kazandırmış,  gerçek biyolojik Türkleri de baskı altına almış, karşı çıkışları, her türlü araçlarla sindirmiş ve susturmuşlardır.(Topal Osman ve benzer tetikçiler vasıtasıyla)Bu sosyolojik yapı tam analiz edilmediği içinde, ülke içinde yaşanmış ve yaşanmakta olan kırım, katliam ve toplumsal acıların neden Türk toplum vicdanında karşılık bulamadığı soruların cevabını da bu tesbitlerin içinde bulacaksınız.Bilimsel olduğu iddia edilen bir araştırmaya göre Türkiyede trajik ve dramatik olayların toplum hafızasında, sadece 35 gün kadar canlı kaldığıdır.Almanyada, Amerikada ve Norveç gibi ülkelerde  bu tür olaylar toplumda şok etkisi yaratırken, Türkiyede belli başlı rejim borazanı basın yayın kuruluşlarının gerçekleri tersyüz etme  marifetiyle bu kıyımları önemsizleştirmesi yanında, doğal afet gibi ülkenin büyük bir kentini ve çevresini (Van depremi gibi) yerle bir eden depremde bile Türk Toplumunun çoğunluğunu fazla  etkilememiş hatta, bir kısım insanda memnuniyet belirten sosyal medya paylaşımlarında "oh olmuş", "beter olsunlar" şeklindeki yaklaşımlarının bir kaç haddini bilmez züppelerin işi olmadığı, epey bir duygudaş kitlesine sahip olduğu gün gibi ortadadır.Acıları ayrıştırarak, mağduriyet ve haksızlıklara, kendinden olana(rejimin "bizden" ve makul diye bellettiği guruplar) yardımı ve gözyaşlarını akıtan Türk toplumu, farklıya ve kendi devletinden hak talep edildiği zaman bunları esirgeyen ve tepki gösteren vicdan yoksunu konuma düşmeside bundandır.(ki aynı devlet sürekli kendisinide madur ettiği halde) Bundan dolayıdırki, İsrail devletinin sivil Filistinlilere karşı sergilediği şiddet ve ölümlere (haklı olarak) gözyaşı dökerlerken, buna benzer muameleyi kendi devletleri Kürd çocuklarına, kadınlarına ve gençlerine uyguladığı mezalim karşısında kılı kıpırdamaz, hatta daha beterin olasını isteyen sayısız insan vardır.Osmanlının son döneminden,günümüze kadar süre gelen güç ve iktidar mücadelesinde iki akımın damgasını vurduğu biliniyor.Modernist İttihatçı-Kemalistler ve Osmanlıcı Muhafazakar-dindar kesim.Seçimle kemalistleri yenen ve bütün kalelerini ele geçiren muhafazakar ve dindar kesim, daha önce kendilerini de ezen rejimin kurumlarını demokratik değişim ve dönüşümden geçireceğini kamuoyuna deklere etmelerine rağmen hükümet olup daha sonra da tam iktidara yerleşirlerken, bu kurumları demokratikleştirmek bir yana, eski vesayet rejimini aratır hale getirmeleri şaşırtıcı bir durum değildir.Bu iki kesimin sıfır sorunlu ve demokratik bir ülke yaratma gibi hiç bir zaman çabalarının olmadığı, bütün bu  "mücadele" ve "muhalif"liğin sadece kimin iktidarda olmasıyla ilgili olduğunu kanıtlamış oldu.
     Gerek Osmanlı padişahları ve diğer yöneticileri ve gerekse Cumhuriyet elitlerinin ,içini boşaltıp devletin çıkarlarına payanda durumuna düşürdükleri diyanet isimli bir din kurumu var.Türk toplumunun geneline sirayet eden anlayış devlete aşırı biat kültürüdür.Hala bazı sol ve sosyalist entelektüellerin anlamada güçlük çektikleri sorun da burada. Türk toplumu Batı toplumlarında olduğu gibi birey olmaya ve sekülariteye kapalı bir toplumdur.Devletine halel gelmemesi için işkenceyide adam öldürmeyide son tahlilde içine sindirebilir, sindiriyorda.Devletin, kimler tarafından ve nasıl yönetiliyor olmasıda çok önemli değildir.12 mart darbesinde ve 12 eylül de nice işkenceler ve haksızlıklar yaşamış "yol gösterici" ve "entellektüel" olarak öne çıkmış kişilerin, bizzat kendi köşelerinde yazdıkları devletin bekası için işkencecilerini afettiklerini unutmadık sanırım.Osmanlıda şeyhülislam, Cumhuriyet döneminde de diyanet kurumu sürekli olarak iktidarda olan padişah ve hükümetlere dini fetvalar vererek(kendi kardeşlerini ve çocuklarının ölüm fermanlarını dini kılıfa uydurmak suretiyle)iktidarlarının devamını sağlamışlardır.Kendilerinin seçip iktidara taşıdıkları hükümeti darbeyle devirip, sevdikleri ve saydıkları başbakanın idam edilmesinide (Adnan Menderes) üzülmenin dışında herhangi kitlesel bir tepkinin olmamasıda bu anlayışta yatıyor." kol kırılır yen içinde kalır"  misali.Türk toplumunun ezici çoğunluğunun duygu ve inançlarına hitap etmiş olan Erbakanın 28 şubat postmodern darbesiyle iktidardan uzaklaştırılmasında da aynı şekilde kitlesel tepkilerin gösterilmemesi de, Devlete olan biat ve itaat kültürünün ne kadar güçlü olduğunun göstergesi değilmidir?.Güncelliği nedeniyle, devletin güvenlik birimlerinin en tepe noktalarına yapılan atamalarda daha önce işkence, kötü muamele ve tecavüzden suçlu bulunmuş, uluslararası insan hakları mahkemesinde bu konuda Türkiye yi mahkum etmiş karara rağmen adı geçen şahıs hakkında  gerek ulusalcı, gerek muhafazakar-dindar kesimin ve gerekse milliyetçi cenahların basın ve yayın organlarında kayda değer eleştiri ve yorumların olmamasının temel nedenide  yine bu anlayış ve kültürden kaynaklanmaktadır. Onun içindirki, bunu iyi okuyan Fethullah Gülen ve cemaati, darbecilere şirin görünmek için ,Evren ve şürekasını darbe yaptıklarından dolayı kutlamış, kendi taraftarlarını, sabırlı ve kararlı bir şekilde eğitim yoluyla kurumların başına yönetici olarak geçirtip devleti bu şekilde ele geçirmeyi seçmiş ve bu yolda büyük mesafeler katetmişlerdir.Şu an topluma devlet eliyle belletilen din,müslümanlığın sünni-hanefi yorumudur.Bu yorum, Emevilerden Abbasilere ve onlardanda Osmanlılara geçmiş devlet dinidir.(Özellikle iktidar dinidir).23.07.2012 tarihli taraf gazetesinde Neşe Düzel'in Yedi Tepe Ünv.Siyaset sosyoloji dersi veren Prf.Dr.Cemil Oktay ile yaptığı söyleşide kendisini "Türk" olarak gören büyük çoğunluğun devlet ve din algısını şöyle yorumluyor: "...sünnilik ortodoks bir mezheptir.Dinin nüanslarını fazla sorgulamaz.Sünnilik özellikle iktidarla beraber hareket eder.En önemli prensiplerinden biri iktidara itaattir...Sünnilikte biat kültürü çok güçlüdür...Huzur adına herşeyi kabul etmeye hazır bir anlayıştır sünnilik." 1915 te Ermenilere uyulanan soykırımı, 1920 ve 30 larda Kürd lere yapılan zülum ve katliamları, 1930 ile 55 lerde gayri müslimlere(Rum,Ermeni,Yahudi) uygulanan kaçırtma,  mal ve mülklerinin talan edilmesini ve değişik zaman dilimlerinde, Maraş, Çorum, Malatya ve Sivas'ta Alevilere uygulanan katliamları ve nihayet son Kürd savaşında 40 binden fazla insanın öldürülmesi köylerinin yakılıp yıkılmasının Türk toplum vicdanında neden karşılık bulmadığını,bulamadığını  şimdi anlayabildikmi? Dolaysıyla, Kürd sorunu ve diğer sorunların muhatabı (ilginç olacak ama gerçek bu) Türk halkı değil,direkt ikdidardır.Biat kültürünün birde olumlu olan bir yanıda var. Muktedirler isterse,basını ve diğer devlet kurumlarını harekete geçirtip,kısa süre toplumu hazır hale getirir, Türkiyenin bütün sorunlarını, isterlerse çok rahat bir şekilde çözebilirler. Birkaç milliyetçi-ırkçı ve ulusalcı kesimin cılız sesleri dışında hiç bir sorunda yaşanmaz.Türk halkı kitlesel olarak hiç bir zaman sokaklara çıkıp kendi devletinden  mağduriyet yaşayan kesimlerin hak taleplerini dillendirmez.Devlet versede "niçin veriyorsun?" diye direnmez.İsrail,Fransız,İngiliz ve Alman toplumundan beklenen demokratik davranış, Türk toplumundan beklenemez.Umarım Türk halkı kendisi için söylediklerimin tersini yapar,beni mahcup çıkartır ve özür dilemek zorunda bırakır.
     Kürd toplumunun sosyolojik ve sosyal psikolojik çözümlenmesi ve analizi çok daha dramatik ve vahimdir.Tarafsız ve objektif tarihçilerin araştırmalarına bakıldığında, binlerce yıl şu an üzerinde bulundukları topraklar üzerinde yaşamış oldukları tesbitleri vardır.Anadolu ve Mezopotamyanın verimli toprakları,barbar ve istilacı imparatorlukların(Makedon,Roma,İslam,Moğol, Haçlılar,Selçuklu ve Osmanlı) iştahını kabartmış, her saldırılarda güçlü olan kavimlerin boyunduruğuna,gerek katliamlarla ve gerekse gönüllü olarak boyun eğmişler.Halife Ömer döneminde, islam ordularının Amed'i almasıyla, gerek zora dayalı ve gerekse zaman içinde de gönüllü olarak Zerdüştlükten islama geçiş yaşanmış, 20 yy'ın başlarına kadar,hakim güç ve impartorlukların gölgesinde, sancak beylikleri ve lokal devletciklerle hayatlarını idame ettirmişlerdir.20.yy'a gelindiğinde,kapitalizmin ve kapitalist üretim ilişkileri toplumsal davranışları değiştirip dönüştürürken, diğer yandan düşünsel ve entellektüel alanda yaşanan devrimsel hareketler,merkezi imparatorlukların yıkılmasına ve yerine ulusal devletlerin kurulmasına yolaçmıştır.Osmanlı imparatorluk coğrafyasında,yaşanan ulusal kurtuluş hareketleri ile kopan etnik topluluklar kendi ulusal devletlerini kurup koparken,merkezi coğrafyada,Ermenilerin bu talepleri,kanlı bir soykırım ile bastırılırken,bu süreci ıskalayan Kürtler, ümmetçi reflekslerle ve tam anlamıyla ne istediklerini kendi toplumuna anlatamadıklarından veya anlatmaya yetersiz kaldıklarından 1919, 1925 ve diğer isyanlar lokal kalarak başarısızlığa uğramıştır.(bu konu çok tartışmalı bir konu olduğu için özet olarak bütün inançlara(Aleviler ve Ezidiler) ve sınıfsal farklılıkları  ulusal birlik çatısı altında ikna edemediğinden veya inandıramadığından başarısızlığa mahkum olması kaçınılmazdı.Konumuzun ana teması bu olmadığı için teğet geçmemiz gerekiyor.)Kendi yaşadıkları topraklarda süregelen  istilalar ve kanlı savaşlarda, kavimler arasında sürekli değişen "efendiler"in değişik istek ve mizacları, Kürdlerin duygu ve davranışlarını alt üst etmiş, Yılların biriktirdiği bu travmalar,Kürd toplumunun şimdiki kişilik davranışlarının şekillenmesine zemin hazırlamıştır.Türk toplumunda kendini gösteren devlete biat ve itaat kültürü,Kürdlerin devleti olmadığı içinde,azılı ve despot güce ve otoriter yapı ve kişilere boyun eğme ve biat şeklinde kendini göstermiştir.Kürd toplumunun bu eğilim ve zaafını Öcalan çok iyi analiz ederek bütün söylem ve eylemlerinde bunu gözetleyerek diğer tüm Kürd örgütlerini sollamış ve şu anki kitlesel konuma ulaşmıştır.Bu tesbitleri, somut olarak Kürdlerin, stran, kılam ve duygu dünyalarında da gözlemleyebiliriz.Evinde yattığı, yemeğini yediği insanları öldürmüş, eşkiyalıkla insanların mallarını gaspetmiş, onlarca adamı gözünü kırpmadan öldürmüş, zalim katilleri kutsayan ve hayranlık duyan bu kanıksamalar bile Kürd toplumunun güce ve güçlüye ne kadar taptığının kanıtı değilmidir? (her nekadar bu 30 yıllık savaşta biraz değişmiş olsada bu hastalıklı davranış,yer,yer devam etmektedir.) Sık vurgulanan konuların başında "Ortadoğuda 40 milyona ulaşan nüfusuyla bütün temel haklarından mahrum bırakılmış halk" tabiri sık kullanılır.Evet öyledir.Sayın Beşikçi, bunu sömürgeci devletler, emperyalizm ile işbirliği ve çıkarları konusunda çok güzel bilimsel sosyolojik analizlerle izah etmektedir, fakat bunun neden böyle sürüp gittiğini,bu toplumun iç dinamiklerinden kaynaklı yalnış ve anormalliklerin olup olmadığını, Kürd toplum gerçeği konusunda bilimsel sosyolojik analizlerle değerli fikirlerini bekleriz.Acaba "bu kadar mağduriyet yaşayan bir toplumun, hatalarını yüzüne vurmayalım" diyemi düşünüyor?.Kürd toplumunun  bu esaretin müsebbiplerinin  kendi bünyesine enjekte ettiği, bu kötülük ve yetmezlikleri dahil bütün çıplaklığı ile eleştirilmeli ve sorgulanmalıdır.Biz kürdlerin buna şiddetle ihtiyacı var.
     Kendisini esaret altında tutan inkarcı,asimilasyoncu, baskıcı yapı ve onların temsilcilerine boyun eğici ve "kuzu" olan Kürd toplumu, Kendi içinde soydaşlarına son derece acımasız, zalim ve güvensiz bir toplumun, bu haliyle esaretten kurtulması mümkünmüdür?.Dünya tarihinde sayısız hak gaspı, katliam ve mezalimler olmuştur.Hakları gasp edilen toplumların mücadelesinde,o toplumun bireylerinde çıkarsal ve mevkisel saiklerle sömürgeci veya baskıcı devletlerle işbirliğine giriştikleride olmuştur fakat,dünyanın hiç bir yerinde mağdur toplumun bir kesimi örgütlenerek, sömürgeci ve baskıcı devlet ile işbirliği halinde hak ve özgürlük talep eden kendi soydaşlarını en vahşi yöntemlerle katlettiği görülmemiştir(Hizbullah örneği).Burnunun dibinde,kendisininde mensubu olduğu soydaşlarını katleden, köylerini yakan, hayvanlarinı telef eden, insan dışkısını yediren, işkence ve tecavüzün alasını yapan,kendisininde yaşamış olduğu şehrin varoşlarına zorunlu göç ettirilmiş bu insanların, hayata tutunmak için, hırsızlık, kapkaççılık, fuhuş ve uyuşturucu batağına düşürülmüş sonderece trajik ve dramatik durumlarını görmezden gelerek, açtığı standlarda yüksek volümlü hoperlörlerle Filistin marşları eşliğinde  "İsrail zülmündeki Filistinli din kardeşlerimize yardım yapalım" anonsları çeken(Kürt toplumunun bu kesimi bu kadar ulvi bir enternasyonalist dayanışma içindedirler..!) sayısı bir hayli abarık  Kürdlerle bu toplumun neden özgürlüğünü kazanamadığının açık ve bariz kanıtı değilmidir? Çok daha vahimi, eğitimli ve önemli meslek edinmiş Kürdlerin büyük çoğunluğunda normal hayatlarını sürdürüyor iken, kendi vicdanlarında bu durumu çokta dert edinmedikleri görünür bir durum iken, sergiledikleri bu umursamaz tavırları, hangi bilimsel sosyolojik kavramlara açıklanabilir?.Kendi halkı abluka ve açlık altında iken, başka coğrafyalarda mağduriyet yaşayan insanların din hanesine sırf  "islam" yazıldığı için,yaşanan acılarda ve mağduriyetlerde ayrımcılık ve çifte standart gözeterek,ölümü göze alıp deniz aşırı yolculuğa çıkıp,baskıcı devletin operasyonuyla hayatını kaybeden (Mavi marmarada İsrail komandoları tarafından öldürülenler) Kürdlerin bu vahim durumunu ve bu kadar büyük bir nüfusa sahip bir topluluğun neden hala esaret altında kıvrandığını yeterince açıklamıyormu? Kürd yerel yönetimlerin fiili olarak uygulamaya koydukları,Kürdçe mahalle bulvar ve caddelere verilen isimlerin,sözde yargı kararlarıyla iptalinden sonra, hükümet partisi içinde yer alan kürd siyasetçi ve millevekillerinin ciddi bir tepki gösteriminde bulunmayıp, gerekirse istifa edeceklerini de deklere etmediklerine göre, bu mağduriyetlerin neden böyle devam ettiğinin yeterince kanıtı değilmidir? Şunu kimse görmüyor:Kürdlerin temel ulusal haklarının iadesi için yapılması gereken mücadelede Kürd toplumunda ciddi algı farklılığı vardır.Kürdlerin halihazır önemli bir kısmının ümmetçi bir yaklaşım içinde olduğu bir vakıadır. Kürd dili, kültürü ve farklılıktan kaynaklanan duygu ve davranişların asimilasyoncu ve inkarcı bir sistem tarafından ezildiği ve aşağılandığı gerçeği bu kesimin halihazırdaki büyük çoğunluğu için çok fazla bir anlam ifade etmiyor.(Vicdanlı ve samamimi müslüman kürtleri tenzih ederim).Onların hayatına anlam katan şey,inandığı dini ve mezhebidir.Onun İçin Kürd sorunu, laik, seküler, solcu ve sosyalist Kürtlerin sorunu olarak algılanıyor(Son zamanlarda bu algı yavaş yavaş değişiyor olmasına rağmen).Peki seküler Kürdlerin (PKK-BDP çizgisi)30 yıllık savaşta toplumun bu şekilde ayrışmasında hiçmi günahları yok? Elbette bu süreçte çokça hatalar,haksız infazlar ve çokça günahlar işlenmiştir.Bu hareketin otoriter ve baskıcı yanlarının yanısıra, kendi içinde yaşadıkları infazlarla da acilen yüzleşmelerinin zamanı  gelmiş ve geçiyordur.(bu başlı başına bir araştırma ve yazı konusudur)
    Ortadoğuda ve bölgemizde, yeni toplumsal yapılanmalar ve harita değişimleri kapıdadır ve gündemi zorluyor.Suriye Kürdleri şimdilik ileri öngürülerini ortaya koyarak ulusal birliklerini kurmuş gözüküyorlar.Türkiye Kürdleri de özgürlüklerine kavuşmak istiyorlarsa, kendi içindeki farklılıklara saygı ve hoşgörü temelinde demokratik yaklaşımlar gösterilmeli, birlik sağlanmalıdır.Bu en başta PKK-BDP yöneticilerine büyük görevler düşüyor.Denizdeki balık kuyruğuna benzer bir şekilde gelen fırsatı Kürdler yine ıskalayacakmıdır? yoksa bu özgürlüğe kavuşacakmıdır? bunu hep beraber yaşayıp göreceğiz.Op.Dr.Gencettin ÖNER Diyarbakır.24.07.2012
                             

13 Eylül 2012 Perşembe

EZAN VE SELA ARASINA SIKIŞMIŞ ÖMRÜMÜZ VE YAŞADIĞIMIZ ÇELİŞKİLER

           Hepimiz biliriz ki her doğumda doğan bebeğin bir kulağına ezan bir kulağına kamet okunur. Ve her ölüm sonrasında ölenin bedenine gusül abdesti aldırılır, beden suyla yıkanır, kefenlenir ve cemaatle cenaze namazı kılındıktan sonra mezara gömülür.
           İşte bu doğum ve ölüm arasındaki zamanda bebeklikten ölüme kadarki süreçte bazılarımız doğumda kulağımıza okunan ezanın ve kametin namazını ama cumada ama bayramda ama beş vakit evimizde ya da camide kılarak ölüme kadar müslümanca yaşar ve islam dinini gereklerine, emir ve yasaklarına göre hareket eder ve müslüman gibi ölür. Kulağına ezan ve kamet okunan insanlarımızdan bir kısmı ölene kadar bir daha cami yüzü görmez, dinin hiç bir emir ve yasağı ile ilgilenmez, sözde müslüman özde ise ne olduğu belli olmayan bir biçimde yaşar gider, ne ramazanı vardır, ne bayramı, içki, sofrasının olmazsa olmazıdır, yaşantısında hiç bir islami hassasiyet yoktur. Ancak söz sırası geldiğinde biz de müslümanız deyip fetvalar da verebilir, müslüman gibi yaşayanlar için ise "yobaz", "gerici" yaftalarını yakıştırır, onları küçük ve basit görür. Kendisi çağdaş ve ilerici, hayatlarına dini  kuralları hakim kılanlar ise yobaz çağdışı ve gericidir. Onları adeta zenci gibi görür, kendisi ise beyaz Türklerdendir.  Yalnız iş ölüme gelince hayatı boyunca cami ve cemaat görmemiş olan bu kardeşlerimizin ölüsü camiye getiririr, imam efendiye tercih hakkı verilmeksizin namazı kıldırması istenir. Cenaze namazını ise kendisine benzeyen dostları sevdikleri değil, hayatı boyunca "yobaz, gerici, dinci" dediği cami cemaati kılar, dostları ise geride namazın bitmesini bekleyip alkışlarla ya da bando mızıka ile götürüp defnederler. Son zamanlarda    vefat eden bir sanatçımızın tabutu başına gelen bir dostu ise bir Fatiha okumak yerine tabuta dokunarak parmakları ile tabut üstünde tıkırdatarak birşeyler yapmıştı. Sonrasında açıklama yapan bu zat  "mozarttan mıdır, şopenden  midir bir eser çaldığını" söyledi ve devam etti: "inanıyorum ki beni duydu". şu saçmalığa bakar mısınız? Ölüm inanan için bir son değildir, yeni bir başlangıçtır. Ama inanmayan için ölen kişinin cesedi sadece gübredir, nitekim bunu doğru anlayan ve algılayanlar örneğin Aziz Nesin cesedinin yakılmasını istemiş ve dini hiç bir ritüel yapılmasını istememiştir. Hatta "ola ki ölüm döşeğinde aksini söylemiş olsam bile ölüm halindeki hezeyanımdır, asla itibar etmeyiniz ve cesedimi yakınız" demiştir.
         Bunları yazar ve düşünürken 1960 lı yıllarda Yargıtay Başkanlığı yapmış olan İmran Öktem isimli bir vatandaşımız ölümünden evvel "Tanrı yoktur, Tanrıyı insan yaratmıştır" şeklinde sözler sarfetmişti. Kısa bir müddet sonra vefat eden bu zat ta aynı şekilde cenaze namazı kılınmak üzere camiye getirilir. O zaman cami görevlisi imam efendi "bu Allahı inkar eden  kişinin cenazesinin Allahın evinde ne işi var, ben bunun cenaze namazını kılmam" dediğinde bütün Türkiye'nin malum kesimi İsmet İnönü liderliğinde ayağa kalktı. Nerede ise imam linç edilecekti. Madem bu kadar namaz düşkünüsünüz sağlıkta neden camide cemaatte işiniz yoktur acaba diye sormak lazım böylelerine. Camiye gelmeniz için ölmeniz mi lazım. Öte yandan İmran Öktem "Tanrı yoktur, Tanrıyı insan yaratmıştır" dediğinde neden feryat figan etmediniz, gün olur Allah'ın evine camiye yolun düşer işin düşer diye ikaz etmediniz ve  tepkinizi ortaya koymadınız. Madem Tanrı birilerine göre yoktur, Tanrıya itaat diye bir şey sözkonusu değildir, öyleyse  hemen nüfus cüzdanlarınızdan islam hanesini sildiriniz,  ölümünüzde de dini hiç bir şey istemediğinizi vasiyet ediniz. Bu ne yaman çelişkidir, anlamak mümkün değildir. Elbette nasiplenmek ayrı bir şey. Gençliğimiz, öğrenciliğimiz Barış Manço, Cem Karaca rekabeti ile geçti. Barış sağcı, milliyetçi, Cem Karaca ise solcu ve devrimci ve komünist ve allahsızdır, hatta annesi tarafından Ermeni idi. Fakat nasıl olduysa oldu Barış Manço ölümünde alkışlarla uğurlandı, Cem Karaca ise vasiyetine uygun  olarak alkışsız ve sadece tekbirlerle Fatihalarla uğurlandı ahirete.
            Bu konularda söylenecek söz bitmez. Uzadıkça uzayacaktır konu. Ama ben bu çelişkilerin bitmesini temenni ediyorum. İnsanlar yaşadıkları hayatı sorgulamalılar. Hala görüyorum ki bir kesim marksist söylemler peşinde. Artık fosil haline gelmiş marksizmden medet uman kaç kişi kaldı bilemiyorum ama gencecik taze beyinlerin zehirlendiklerini görünce içim parçalanıyor. Öte yandan bizden her birimizden farksız kişilerin-liderlerin arkasında dünyevi  başka ideolojiler fikirler peşinde kendini paralayan insanları gördükçe diyecek söz bulamıyorum. Bakıyoruz kimimiz Türkeşçi, kimimiz Ecevitçi, kimimiz Doğu Perinçek arkasında saf tutmuş, kimisi Apo diyor da başka bir şey demiyor. Hiç dikkat ettiniz mi  batıda Hitlercilik ya da Mussolinicilik tarih olduğu gibi, ne Degolcülük, ne Napolyonculuk ne de başka bir karın ağrısı. Hepsi tarih olmuş, tarihteki yerini almış gitmiştir. İlahi kaynağı olmayan, Allaha dayanmayan hiç bir görüş ve düşüncenin insanoğluna ve beşeriyete sulh ve huzur getirmesi asla mümkün değildir. Bazı yerlerde ve bazı zamanlarda görüyorum ülkemizde. Öylesine bir Atatürkçülük inancı oluşmuş ki Mustafa Kemal Atatürk bir kesimce bir veli ve evliya gibi gösterilmek isteniyor, bir başka kesim ise inancı olmadığı halde belki farkında olmadan putperest bir algılama ile Atatürk'ü putlaştırıp, anıtkabri bir mabet gibi görüyor. Yazık ki ne yazık. Tehlike ve felaket tek taraflı değil ki bir de öte yanımıza bakıyoruz. Bir kısım şeyhler ve mürşitler Atatürk'ten hiç te farklı değil müritlerinin ve sevenlerinin gözünde. Allah korusun şeytan hiç boş durmuyor. Hakka teslim olma bilinci kayboluyor, yerini bir şeyhe teslim olmak bilinci alıveriyor. Burada şu parantezi de açmalıyım ki "şeyh uçmaz, mürit uçurur" derler ya, gerçekten Allah dostlarını  tenzih ederim ancak her kim olursa olsun bir faninin ardından peygambere iman etmiş gibi adeta ümmet olma bilinciyle gidenler ahiretlerini kaybetmişlerdir haberleri olsun.  Allah; Allah yolundan ayrılanlara da, Allah yolundan gittiklerini zannedip şeyhin gölgesinde bilmeden şeytana teslim olanlara da doğru yolu nasip etsin. Ve hepimizi bilerek bilmeyerek yaşadığımız çelişkilerden kurtarsın.