24 Aralık 2013 Salı

MUHSİN YAZICIOĞLU, HAYREDDİN KARAMAN VE BİR ALGILAMA SAKATLIĞI: HAYRETTİN KARAMAN NE DEMEK İSTEDİ?

       Hayrettin Karaman Hoca bir yazısında aynen "Akl-ı selim ve kalb-i selim sahiplerinin bir dönüp sağlarına ve bir daha dönüp sollarına bakmaları gerekiyor; bu iktidar kadrosunun yerine koyabilecekleri başka bir kadro varsa –ki, bana göre yoktur- bir diyeceğim olamaz, yoksa kimse pire için yorgan yakmamalıdır.
Mecellemizin 26. Maddesi şöyle der: 'Zarar-ı âmmı def'içün zarar-ı hâss ihtiyor olunur'.

Gençler de anlasın diye günün diline çevirelim:
Kamuya (ve bu arada ümmete) ait zararı önlemek için bir şahıs, bölge veya gruba ait zarar göze alınır, sineye çekilir.
Siyasette olan selim akıl ve kalb sahiplerine de bu kuralı hatırlatıyor ve örnek olarak merhum şehid Muhsin Yazıcıoğlu'nu dua ile anıyorum."
diyor ve ardından kıyamet kopuyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Bir yandan birileri "hayrettin karaman hoca ne demek istedi diye ortalığı ajite ederken öte yandan BBP yetkilileri Hayrettin Karaman Hocanın savcılıkça dinlenmesi için müracaatlar ediyor ve nerede ise azmettirici ya da asli fail gibi Hayrettin Karaman Hocayı linç girişimi başlıyor. Bu kadar aklı, mantığı ve kalbi kör insanın arasında diyorum ki "iyi ki şehid olup gitmişsin reis", "iyi ki uçmağa varmışsın" ama "bizi de böyle aklı kıt adamların arasında bırakıp ta gitmişsin". Bu girizgahtan sonra meramımızı anlatmaya başlayalım. 
Ben kendi adıma Hayrettin Karaman Hocamın yazdıklarına aynen katılıyorum. Ancak bu ifadelerde Muhsin Yazıcıoğlu'nun şehid edilmesiyle ilgili bir  bilgiye sahip olduğuna ya da Muhsin Yazıcıoğlu'nun devletçe feda edildiğine dair bir sonuç çıkmıyor. Bence Hocam demek istiyor ki bu ifadesi ile; Muhsin Yazıcıoğlu'nun nasıl ve kimler tarafından şehid edildiğini devlet yetkilileri pekala bilmektedir. Ancak devlet, kamunun ve milletin uğrayabileceği zararı düşünerek bu bilgiyi kamu ile paylaşmıyor. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Aynı şeyi ben de düşünmekte idim. Her türlü imkana sahip olan devletin Muhsin Yazıcıoğlu'nun katilini bilmemesi mümkün değil. Keza pek çok faili meçhulün faillerini de bilmektedir. Hatta ve hatta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili kamu ile paylaşılmamış birkaç yüz suikast olduğu halde ve devlet bu suikastlerin dahi faillerini ve azmettiricilerini bildiği halde kamu ile paylaşmamakta ve devletin ve milletin menfaatleri gereği bu bilgileri gizlemektedir. Rahmetli Turgut Özal dahi kendisi ile ilgili suikast ve suikastçi bilgilerine ulaştığı halde bu bilgilerin kamu ile paylaşılmasına mani olmamış mıdır? Devletin ve ümmetin ve milletin menfaatleri neyi gerektiriyorsa o yapılmaktadır devletçe. Bu ifadelere bakarak hemen "ne biliyorsan söyle" diye ifade sahibinin yakasına yapışmak kadar büyük densizlik düşünemiyorum. Dirayetli olmak, temkinli olmak, devlet adamı olmak böyle bir şeydir. Muhsin Yazıcıoğlu rahmetli kendisiyle ilgili değişik zamanlarda suikast girişimleri olduğunu bizzat kendisi söylemişti. Hatta zaman zaman trafik kazası süsü vermek için kendisinin ve ailesinin trafikte sıkıştırıldığını, kaza yapmaya zorlandıklarını da söylemişti. Ama rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu başına gelecekleri bile bile sahip olduğu bilgileri kendi şahsı ya da bir gurubun menfaati için ya da herhangi bir nedenle ifşa etmediği gibi ölümünden sonra dahi ifşa edilmemesi için her türlü tedbiri almış olmalıdır ki rahmetlide olan bilgilere bugüne kadar kimse ulaşamamıştır ve belki de rahmetli sahip olduğu bilgi ve materyalleri güvenilir ellere teslim etmiş ya da ölümünden sonra teslim edilmesini  temin etmiştir. Devletimiz binlerce yıldır her türlü saldırıya rağmen dimdik ayakta kalabilmiş ise bunu Muhsin Yazıcıoğlu, Turgut Özal gibi her türlü tehdit ve saldırıya rağmen ellerindeki bilgi ve gücü devlet düşmanlarına teslim etmeyen ve hayatları pahasına devlet için yaşayan ve devlet için ölen şehidlerimiz ile devletimizin geleceği için "kefenimi giydim de yola çıktım" diyebilen devlet adamlarımıza borçludur. Tarihimiz isimlerini bildiğimiz ve bilmediğimiz sayısız kahramanla süslüdür. Malazgirt ovasında beyaz elbisesi ile ordunun karşısında "kefenimi giydim" de çıktım diyen Sultan Alparslan da, savaş meydanlarında ve en ön saflarda kanlarını döken canlarını veren Sultan Muratlar, Fatihler, Yavuzlar, Kanuniler aynı zincirin halkalarıdır. Öküz altında buzağı aramanın alemi yoktur. Evet Muhsin Yazıcıoğlu'nun şehid edilmesiyle ilgili bilgiler ve daha pek çok suikast ile ilgili bilgiler devletimizin ve milletimizin menfaatleri gözönüne alınarak kamuoyu ile paylaşılmamaktadır. Olay bundan ibarettir. Bize düşen ise bu suikast olayına odaklanmak ve orada takılıp kalmak değil yeni Muhsin Yazıcıoğlular yetiştirmenin yollarını aramaktır. Oysaki bir avuç BBP li hala şehid genel başkan yası tutmakta, katil ve katiller edebiyatı ile kendilerini avutmakta, ülkenin bugünü ve geleceği ile ilgili tutarlı ve derinlikli hiç bir proje üretmemekte, üretememektedir.
     Muhsin Yazıcıoğlu milletin aklıseliminin tercümanı, yiğit, bilge, derviş ve lider ruhlu bir insandı. Siyasi hayatında siyasi ikbal kaygısı taşımadan daima makul, mantıklı ve milli menfaatler çizgisinde ve doğrultusunda siyaset yapmıştır. İdeolojik takıntılardan ve kompleksten kendini kurtarmış devletin menfaatini her türlü hesabın üstünde tutmuştur. Türk Milleti bunun farkında idi. Örneğin bugün mevcut iktidarın özellikle Başbakan eksenli siyasetin suikast ya da başka komplolarla tasfiye edilmesi halinde yegane alternatif lider Muhsin Yazıcıoğlu idi. Bunun farkında ve bilincinde olan ezeli düşmanlarımız daha dün Taksim-Gezi olaylarını organize edenler ve bugün ise 17 aralık komplosu ile Türkiyeyi kaosa sürüklemek isteyenlerin amaçlarına ulaşmaları halinde şu an alternatif bir lider ve hareket görebiliyor musunuz? Elbette hayır. Birileri CHP-MHP koalisyonu beklentileri içinde. BDP gibi bir hain yuvasının çok farklı hesapları var. Yine siyasi hesap ve oyunlarla salıverilen 28 şubat sanıkları ve diğer tahliye edilen Ergenekon tutukluları ve tahliye edilecek tutuklulular ile ülkeyi yeniden yangın yerine çevirmek isteyen güçlerin karşısında yiğitçe durabilecek kim var? Daha dün "MHP CHP lileşiyor diye feryat ederken bugün CHP ye transfer olan Mansur Yavaş mı? Yoksa vicdanlarda hala aklanamış olan Koray Aydın mı? Yoksa geçmişte DSP koalisyonundaki performansı ile 2.adamlıkta üstüne olmayan Devlet Bahçeli mi? Nerede alternatif kadrolarımız? Nerede devlet-i ebed müddet davasının yükünü ve sorumluluğunu omuzlayabilecek serdengeçti kadrolar?.... Biz böyle Hayrettin Karaman ile ya da başkaca yersiz ve gereksiz söylemlerle zaman öldürürken süreç işliyor, düşman boş durmuyor. Her yeni günde yeni tezgahlarla milletimize ve devletimize dört koldan saldırıyor. Aklımızı başımıza alma zamanıdır. Şu soruyu sormanın zamanıdır: Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu yaşıyor olsa idi bugün nasıl saf tutardı? Dün, en kritik zamanda "Türkiye İran olmaz ama Türkiye Suriye de olmayacak" diye yiğitçe kükreyen o alperen bugün sağ olsa idi ne yapardı? İyi düşünüp iyi kararlar vermek zamanıdır. Ve yemeyip, içmeyip uyumayıp yeni Muhsin Yazıcıoğlu'lar yetiştirmek zorundayız. Bakın ellerini kaldıranlar bu milletin iradesine vuruyorlar, ellerini açanlar bu milletin evlatlarına beddua edebiliyorlar. Amerika ile İsrail ile Vatikan ile ve bilcümle şer odaklar ile el ele, kol kola olabilenler sureti haktan görünürken bir yandan da millet iradesine hançer saplayabiliyorlar. İşte Hayrettin Karaman yazısında "devletin yüce menfaatleri için velevki bazı suistimaller mevcut ise bile bunlar yüzünden Türkiye'yi bugünlere getiren bu kadronun tasfiye edilmesi gerekmez" demek istiyor iken işte o tasfiye iradesi dahi Hayrettin Karaman Hocamızı hedef göstererek ne demek istiyor diye dikkatleri buraya çekmek istiyor. Ve kendi tezgahlarının ve tasfiye iradelerinin böylece üstünü örtmeye çalışıyorlar. Muhsin Yazıcıoğlu'nun katili kimdir sorusuna da burada tek bir cümle ile cevap verelim. Muhsin Yazıcıoğlu rahmetlinin katili Taksim-Gezi olayları ile 17 aralık operasyonunu organize edenlerdir. Olay kısaca bundan ibarettir.

19 Aralık 2013 Perşembe

TÜRK MİLLETİNİN GELECEĞİ-OLMAYAN İNSAN MODELİMİZ-YENİDEN BÜYÜK OSMANLI İÇİN TÜRK KÜRT ALEVİ KARDEŞLİĞİ

Nasıl ki maddenin en küçük birimi molekül, molekülün en küçük birimi atom olup atom dahi çekirdek ile elektronlardan ibaret olmakla çekirdek te proton ve nötronlardan oluşmaktadır. Konumuz insan olduğunda ise insan insanlık aleminin en küçük birimidir. Günümüz toplumlarında insanlar aileyi aileler akraba topluluklarını, akraba toplulukları bölge insanlarını, bölgelerin insanları milletleri, milletler birleşerek ümmetleri, ümmetler ise birleşip tüm insanlık alemini temsil etmektedir. Tabii ki toplum-bilim yani sosyoloji açısından baktığımızda mezhep ve tarikatlar, ideolojik birliktelikler, sosyal ve sportif topluluklar gibi toplum çok farklı kategorilerde birleşme ayrılma faktörleri ile kaynaşabilir ya da ayrışmaya gidebilir. Bu sosyolojik faktörleri kendileri için olumlu yönde kullanabilen toplumlar daha güçlü bağlarla birbirlerine bağlanır. Eğer bir toplumun sosyolojik hassasiyetlerini olumsuz yönde tazyik, tahrik ve ajitasyonlarla bozarsanız o toplumdaki ayrışma ve kopuşlar toplumun geleceğini tehlikeye atacaktır.
Bu kısa girişten sonra Türk Milletinin 1923 ten bu yana yaşadıklarına bakarsak görülecektir ki istikrarsız bir süreçle cumhuriyetimizin 90 yılı tamamlanmıştır. Geriye doğru baktığımızda ise gördüğümüz şudur;
Ne müslümanlığımız, mezhep, tekke, tarikat yönünden rayına oturmuş, ne laiklik-din ve dinsizlik algısı doğru düzgün anlaşılabilmiş, ne millet milliyet, milliyetçilik, Türkçülük ve özellikle Kürtçülük konusunda bilimsel olarak doğru bir noktaya gelinebilmiş, ne de ideolojik olarak sol, sağ, sosyal demokrasi, sosyalizm, faşizm, komünizm, emperyalizm kavramları doğru bir yere oturamamıştır. Bu paragrafta saydığım kavramlarla ve akımlarla ilgili olarak ağzı olan konuşmuş, gerek şahsi ve özellikle subjektif fikir ve düşünceleri, gerekse taşaronluk yaparak bir kısım yabancı güçlerin siparişleri üzerine ürettikleri tamamen yabancı ve akıl, mantık ve bilim dışı değerlendirmelerle toplumun zihin kimyasını bozan bu sahte ve satılmış fikir ve bilim insanları ile yazılı ve görsel basının satılmış patronları binlerce yıllık geçmişten bugüne milli ve dini değer ve hedefleri ile bugüne gelmiş bu aziz milletin, büyük Türk Milletinin en büyük düşmanı olmuşlardır.
Kendi köşemden ve kendi açımdan olabildiğince açık ve olabildiğince sistemli ve yine olabildiğince kısa ana başlıklar halinde gördüklerimi ve tesbitlerimi aşağıda sıralayacağım. Tez zamanda toplum ve millet olarak ve bu milletin tüm aklı başında entellektüelleri olarak başımızı iki elimiz arasına alarak düşünmemiz, düşüncelerimizi berraklaştırmamız, kendimiz için, ailemiz için, kapsama ve etki alanımızdaki tüm insanlar için yapabileceğimiz herşeyin azamisini yapmamız, yapmaya gayret etmemiz; şanlı ecdadımızdan bize intikal etmiş vicdani, dini ve milli bir görev ve vatan borcumuzdur.
1-Eğitim ve öğretimimiz: Eğitim ve öğretimimiz öylesine yetersiz ve öylesine kalitesiz insanlar yetiştirmektedir ki onlarca yıldır deneme tahtası haline gelen eğitim sistemimiz defalarca yeniden düzenlendiği halde hala olması gereken yerde değildir. Eğitimde esas olan insan yetiştirmektir. En acı gerçeğimiz şudur ki bu milletin başına ne geldiyse eğitimli insanlardan gelmiştir. Eğitilmiş insanlarımız doğru bir eğitim almadıkları için bulundukları her yerde toplumun dirlik ve düzenliğine mesai vermek yerine toplumu dejenere etmek ve istismar etmek için her role soyunmuş ve ülke bugünlere gelmiştir. İlköğretimden üniversite eğitimine kadar bütün öğrencilere eğitim verilir iken insanın hayatı boyunca insan olarak öncelikle kendisine, ailesine, yakın çevresine, içinde yaşadığı topluma, milletine ve ümmetine ve nerede olursa olsun insana ve hiç bir canlıya ve sosyal ve doğal çevreye zarar vermemeyi hayat prensibi haline getirecek bir anlayışla yetişmesi gerekir. Böyle yetişen bir insan hiç kimsenin hak ve hukuka tecavüz etmeyeceği gibi yaşadığı sosyal ve doğal çevreye zarar vermeyeceği aşikardır. Burada şu örneği vermeden geçemeyeceğim. Anadolunun en ücra köşesinden çalışma için Avrupa'ya giden bir insanımızın Kapıkulenin öte yanındaki kurallara uymak ile ilgili hasasiyeti ile sınır kapısından Türkiye'ye girdikten sonra bir anda çok tehlikeli bir maganda haline dönüşmesindeki sır üzerinde çok çok düşünmemiz gerekmez mi?...

2-Adalet sistemimiz: Adaletin gerçek adalet olabilmesinin olmazsa olmaz şartı objektiflik kuralıdır. Objektif olamayan adalet adalet değildir. Ne yazık ki ülkemizde adalet objektif olamamıştır ve bugün de objektif değildir. Bir düşününüz: Osmanlı adalet sisteminde ve daha öncesi islam adalet sisteminde kimse dokunulmaz değildir. Ve padişahla sade vatandaş mahkeme huzurunda eş ve eşittir. Şimdi böyle bir eşitlikten söz edebilir misiniz? Sıradan bir memurun bile Devlet Memurları Kanununa göre dokunulmazlığı vardır, suçüstü halleri hariç lüzumu muhakeme ya da meni muhakeme kararına göre işlem yapılmaktadır. Milletvekilleri ise mutlak dokunulmazdır. Cumhurbaşkanları ise vatana ihanet dışında tamamen dokunulmaz ve sınırsız sorumsuzdur.

3-Dini hayatımız: Dini hayatımız da fevkalade pejmürde ve sahipsizdir. Din olması gereken yerde değildir. Din eğitimi konusunda çok başlılık vardır. Dini anlayış ve idrak farklılıkları ile ilgili bir platform ya da akademik bir merkez yoktur. Bir kör dövüşüdür gitmektedir. Hıristiyan dünyasında katoliklerde Papalık makamı, ortadokslarda patrikler, yahudilerde hahambaşılık gibi otoriteler olduğu halde islamda hilafet kaldırılmış ve islam dini başsız hale getirilmiştir. Şu anda islam dini yabancı güçlerin ajanı şarkiyatçılar, türkiyatçılar ve oryantalistlerin at oynattığı bir sahipsiz alan haline gelmiştir. Her ne hikmetse dinimizde ehli sünnet dediğimiz yola her türlü muhalefet prim yaptığı halde söz konusu olan alevilik olunca bilen bilmeyen herkes alevilikten yana ahkam kesmeye başlamaktadır. Kimse ifade edememektedir ama gerçek şudur ki -tertemiz alevi kardeşlerimizi tenzih ederim ancak- İslamın ilk yıllarından bugüne Alevilik İslamın böğrüne saplanmış bir hançerdir. Alevilik bozuk, bozulmuş bir itikadi mezheptir. Özellikle İran aleviliğe yüzlerce yıldır kucak açmış ise de dikkat edilirse İran'ın şimdiye kadar tarihinde ehli sünnet müslüman devletler dışında savaş açtığı bir güç yoktur.

4-Sosyal hayatımız:

A-Sosyal ve görsel medya merkezleri: Yazılı ve görsel basın tamamen işgal edilmiş durumdadır. Dizilerimizin tamamı tek kelime ile topluma ahlaksızlık ve alkolizm enjekte etmektedir. Kesinlikle iddia ediyorum ki tv dizilerinin senaryoları tek bir merkezden gözden geçirildikten sonra dizi çekimlerine geçilmektedir. O merkez ise Türk-İslam düşmanı düşman beşinci kolunun kontrolündeki bir merkezdir. Anadolu'daki pek çok yerel tv lerde hala “küçük ev” gibi batı kültürünü ve hıristiyanlığı telkin eden diziler yayınlanmaktadır. Anadolu'da bu tahribat devam ederken bizim yerli dizilerimizde ise ahlaksızlık ve alkolizm ve çarpık ilişkiler gösterile gösterile artık toplumun kanıksadığı ve infial duymadığı rutin haller haline gelmiştir. Artık toplumda baldızına, yengesine, üvey annesine, arkadaşının eşine, komşusunun eşine, hatta ve hatta ensest ilişkiler bağlamında teyzesine, halasına, amcasına dayısına, eniştesine ve her türlü yakınına, kısaca toplumda küçük büyük demeden kadın erkeğe, erkek kadına ve hatta kadın kadına, erkek erkeğe sadece ve sadece cinsel tatmin aracı gibi bakar ve cinsel obje gibi görür hale gelmiştir. Bu ahlak dışı telkinlere son vermek ve gerçekten anayasada yazıldığı gibi aileyi korumak devletin görevi olduğundan bazı demokratik şerhler öne sürmeden gereken tedbirleri bir an evvel almak devlet kurumlarına düşmektedir.

B-Sosyal hayatımızda toplumsal özgürlüklerle ilgili şerhlere ve muhalefete rağmen değişik kurumlardaki, otellerdeki, eğlence yerlerindeki, pavyonlardaki, ve hatta genelevlerdeki faaliyetlere sınırlamalar getirilmeli, özellikle genelevler kadın ve insan haklarına aykırı olmakla tamamen kapatılmalıdır. Toplumu eğitim ve terbiye yönünden olumlu yönde etkileyebilecek vakıf, dernek, cami, cemevi, tekke ve sair sivil toplum örgütlerinin daha etkin olabilmesi için önlerindeki engeller ve kısıtlamalar kaldırılmalı, toplumsal barış ve dayanışmayı güçlendirecek yollar açılmalı ve teşvik edilmelidir.

C-Toplumun hiç bir kesiminde ve hiç bir özel ya da resmi kurumda toplumsal barış ve kardeşliği bozabilecek, kin, nefret ve düşmanlığı besleyebilecek, etnik ve dini ayrımcılığı öne çıkaracak hiç bir faaliyete izin verilmemelidir.

D-Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ve sınırlarımız içinde yaşamakta olan her türlü yabancı ülke vatandaşlarının MALI, CANI, ve NAMUSU devletin kefaleti altındadır. Devlet sınırlarımız içinde yaşayan kişilerin mal, can ve namuslarına uzanan ve tecavüz eden her kim olursa, can alanın canını, mala tecavüz edenin (birincide aldığı malı iade etmek şartı ile affetmek, tekerrüründe ise islahı nefs ettiği uzman görüşleri ile sabit olana kadar devlete ait eğitim ve ıslah kurumlarında tutulmak ve bu arada çaldığı mal bedeli ve kendisi ile ilgili masraflar ödeninceye kadar kamu kurumlarında çalışmak) bir daha böyle bir cürüm işleyememesi için her türlü tedbiri almak ve ayrıca zarar görenin zayi olan malını tazmin etmek, namusa tecavüz edenin ise (birincide çok ağır ceza ve tedavi ile tekerrüründe cinsel iktidarını elinden almak) bir daha kimsenin namusuna tecavüz edemeyecek hale getirmek konusunda her türlü tedbiri alması gerekmektedir. Hangi toplumda hangi sistemde olur ise olsun canından, malından ve namusundan emin olamayan insanların yaşadığı bir toplum mutsuz, bedbaht ve talihsiz bir toplumdur.

E-Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin resmi dil Türkçeyi öğrenmek ve konuşmak hem hakları hem de görevleridir. Ancak Türkçe dışında dillerle birbirleri ile anlaşan vatandaşlarımızın kullandıkları anadillerini öğretmek konusunda devlet her türlü kolaylığı göstermek ve gerekli tedbirleri almak zorundadır.

F-Spor konusunda bir başlık açmak lazım ki sportif faaliyetler her ne kadar devlet denetiminde gibi görünüyorsa da kulüpler ticari şirketler haline gelmiş amatörlük ruhu ile sportif faaliyetler yapmak diye bir şey kalmamış, büyük para sahiplerinin kara para aklama yeri haline gelen kulüpler adeta finanse edilen fanatik taraftar gurupları ile tetikçi ve taşaron sokak çeteleri haline gelmiştir. Müşterek bahis ve kumar spora bulaşmış spor adeta alkol ve uyuşturucu gibi bir başka bela haline gelmiştir. Centilmenliği, birliği ve kardeşliği beslemeyen ve teşvik etmeyen, tam tersine magandalığa giydirilmiş bir kılıf haline gelen sportif faaliyetler ya ıslah edilmeli ya da uygun bir zaman için tamamen durdurulmalı, kitle toplu ve sağlıklı sportif faaliyetlere teşvik edilmelidir.

5-Yaşatmamız ve sahip çıkmamız gereken değerlerimiz:

Hedef ve gayesi ve idealleri olmayan toplumlar başka toplumlar tarafından sevk ve idare edilmeye mahkumdur. Müslüman Türk Milletinin ise geçmişten, tarihten bugüne sürekli hedefleri ve idealleri olmuştur. Milletimizi hedef ve ideallerinden uzaklaştırmak isteyen düşmanları da dün vardı, bugün de vardır. Ancak milletimizin bunların farkında ve şuurunda olması gerekmektedir. Türk Milleti dini ve ahlaki değerleri ile dünya tarihinin en şanlı ve şerefli milletlerinin başında gelir. Asla esir olmamıştır, sevk ve idare edilememiştir. Türk Milleti lider millettir. Ve Türk Milletinin hedef, gaye ve idealleri vardır. Türk Milleti aleme nizam vermek için yaratılmıştır. Nasıl ki Osmanlı'da nizam-ı alem ülküsü ve kızıl elma vardı. Dün bir gayesi ve ideali olan bu şerefli milletin bugün ilgisiz alakasız bir millet olması düşünülemez. Türk Milleti öncelikle Anadolu ve ortadoğu coğrafyasında müslüman Türkün mutlak hakimiyeti ve idaresini hedefler. Devamında hedef Türk-islam coğrafyasında hakim olmaktır. Ve en son hedef yine Müslüman Türkün kaptan köşkünde oturduğu dünya devletini inşa etmektir. Şu anda Amerika tek devlet değilse de bir dünya devletidir. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu bir dünya devleti idi. Dünya devleti ideali yahudilerde bile vardır. Tüm dünyadaki yahudileri toplasanız bir Kıbrıs adasına sığacaktır ama dünya devleti gibi bir idealleri vardır. Bu ideali tüm yahudilerin kafasına nakşedebilmişlerdir.

6-Bu maddede KÜRTÇÜLÜK ve ALEVİLİK hakkında ayrı bir fasıl açmamız gerekiyor.

ALEVİLİK: Alevilik mezhebi ile ilgili üniversitelerde kürsüler kurulmalı ve her türlü araştırmalar ve kamuoyunda tartışmalar yapılmalı ve alevilik mezhebi ülkemizin pek çok yerinde olduğu gibi olması gereken yere oturtulmalıdır. Alevi uleması diye bir ulema yoktur. Alevi kardeşlerimiz inandıkları itikadın cahilidir. Neye nasıl inandıklarını bilmemektedir. Alevi olmayanları Yezit gibi gören bir zihniyetin derhal değiştirilmesi ve islah edilmesi gerekmektedir. Alevi kardeşlerimizin şunu bilmesi lazımdır ki yezit gibi gördükleri sünni topluluğunun çocuklarının adı Ali'dir, Hasan'dır, Hüseyin'dir, Fatma'dır, Zeynel'dir, Abidin'dir, siz hiç çocuklarının adını Yezit koyan bir sünni ya da alevi gösterebilir misiniz? Ama sünniler ehli beyt sevgisi ile yaşamakta ve ehli beyt sevgisini yaşatmaktadır. Aleviler içinde ise Alisiz alevilik ve ateizm alevi kardeşlerimiz arasında oluşturulmak ve hakim kılınmak istenmektedir. Alevilik mezhebi İran'ın şii caferi mezhebinin bir şubesi değil de bir türkmen mezhebi olarak tanzim edilmeli ve müspet bir çizgide yaşatılmalıdır.

KÜRTÇÜLÜK: Kürt dediğimiz bir etnik topluluk Türkiye, İran, Irak ve Suriye ülkeleri içinde birbirinden kopuk topluluklar halinde yaşamakta ve farklı lehçelerle ve dillerle varlığını sürdürmektedir. Ortadoğu coğrafyası tarihten bugüne çok farklı kültürlere ve medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Dolayısı ile tarihin hiç bir döneminde bir devlete ve vatana sahip olmamış olan Kürtler bugüne kadar varlıklarını sürdürmüşler ise de akraba kavimlerle de kaynaşarak farklı ve homojen olmayan topluluklar oluşturmuşlardır. Bu topluluk içinde kendini Türk, ya da Arap zanneden ve Türkçe ya da Arapça konuşan topluluklar olduğu gibi kendini Kürt zanneden ve Türkçe ya da Arapçayı unutmuş Türk ve Kürtler de bulunmaktadır. Bunun yanında evlilikler yolu ile Türkler ve Araplarla içiçe geçmişlerdir. Ve yaşadıkları bölgeler de değişmiş, örneğin Kürt nüfusun büyük çoğunluğu Türkiye'nin doğu ve güneydoğusunda değil de batı bölgelerinde yaşar hale gelmiştir. Dolayısı ile daha açık söylemek gerekir ise özellikle Türkiye sınırları içinde bir Kürdistan bölgesi oluşturulması asla ve asla düşünülemez. Irak'ta oluşturulmuş olan Kürdistan özerk bölgesi ise başlangıçta batılı ülkelerin ve İsrail'in kendi politikası doğrultusunda oluşturulmak istediği bir kukla devlet iken Türkiye'nin müdahil olması ile Türkiye'nin himayesini tercih etme noktasında ilerlemektedir. Çünkü bütün Kürtler bilmelidir ki kendi varlıklarını en özgür şekilde yaşatabilecekleri ve ifade edebilecekleri bayrağın gölgesi Türk Bayrağının gölgesidir. Kürtlerin en gerçek kardeşleri Türklerdir. Bu tarihte de böyledir, bugün de böyle olmuştur, gelecekte de böyle olacaktır. Cumhuriyet döneminde Kürt kardeşlerimizin yaşadığı pek çok çileyi Türkler de yaşamıştır. Yaşanan bu çile onlar Kürt olduğu yaşanmamıştır. Batılı emperyalist güçler, Osmanlıdan miras gelen bütün insanları kucaklayıcı hoşgörü ve uzlaştırıcı “yaradılmışı severim yaradandan ötürü” zihniyetini yok etmek istedikleri için kurdukları T.C devletini sadece ve sadece kendi insanına karşı baskıcı ve laik totaliter bir şablonda hareket etmeye zorlamışlardır. Bugün geldiğimiz noktada ise görüleceği üzere o dönem hepimiz için bitmekte ve daha güzel günler bizleri beklemektedir. Türkiye'nin sınırları içindeki bütün etnik topluluklar kendi dillerini, kendi inançlarını ve kültürlerini devletimizin garantisi altında yaşamaya devam edeceklerdir, tıpkı Osmanlıda olduğu gibi. Ancak hiç bir topluluğun kendi vatanı olduğu iddiası ile sınırlarımız içinden bir çakıl taşına dahi sahip olması düşünülemez. Bu vatan hepimizin vatanıdır, bu bayrak hepimizin bayrağıdır, bu marş hepimizin istiklal marşıdır, güzel dilimiz türkçemiz hepimizin ortak anlaşma dilidir, ancak her topluluk ayrıca kendi anadilini de öğrenmek ve geliştirmek ve kullanmak konusunda her hakka sahiptir. Bu hakları kullandırmak ise devletin görevidir.

7-Terk etmemiz, vazgeçmemiz gereken saplantı ve takıntılarımız:

Hiçbir fikri ya da akımı ya da düşünceyi yok saymamız mümkün değildir, ancak milletimizin büyük çoğunluğunun ve aklıselimin bizi nereye götürdüğü bellidir. Milletimiz yukarıda belirlediğimiz ilkelerin davacısıdır, bundan hiç şüphemiz yoktur. Marjinal kalan fikir ve düşünce akımları eğer yaşamak istiyorsa toplumun huzurunu sabote etmeden çoğunluğun hoşgörüsüne sığınması icap eder. Her ne sebeple olursa olsun kimsenin kimseye hiç bir şeyi dayatması düşünülemez. Ancak cumhuriyetin kuruluşundan bu yana bu millete dayatılan ve büyük çoğunluğun bu dayatma altında ezildiği yıllar geçmişte kalmıştır. Bu millete cumhuriyetin kuruluşundan bu yana;

Laiklik dayatılmıştır,

Dinsizlik dayatılmıştır,

Osmanlı düşmanlığı dayatılmıştır.

Batılı kültürel değerler dayatılmıştır.

Sistem düşmanlık üzerine kurulmuş ve düşmanlık üzerine yaşatılmaktadır.

Zaman zaman çok sıkı Türkçülük dayatılmıştır.

Ve son olarak Atatürkçülük diye olmayan bir sistem dayatılmıştır.

Yeni dönemde Türkiye Devleti kendi öz kültürüne ve değerlerine uymayan hiç bir sistemin elinde kendi halkına düşman ve batının değerlerine köle bir çizgiye girmeyecektir. Osmanlının getirildiği noktanın ve Atatürk ile başlayan yeni dönemin nasıl dayatmalarla sürdürüldüğünün şuurunda olarak ne geçmişle ne de bugünle kavga etmeden, Mete Handan, Alparslan'dan, Osman Gazi'den, Fatih Sultan Mehmet Han'dan, Yavuz'dan Kanuni'den, Sultan Abdülhamit Han'dan , Atatürk'e geçmişini inkar etmeden ve reddetmeden geleceğe yürüyecektir. Bu çerçevede cumhuriyetin kuruluşu ile konulmuş ipoteklerin hepsi kaldırılıp çöpe atılacaktır. Öncelikle Anadolu coğrafyası ve hükmümüzün geçtiği tüm dünya coğrafyasında hakka ve adalete uygun hareket etmek, daima mazlumun yanında ve zalimin karşısında olmak Müslüman Türk'ün değişmez karakteridir. Mazlumun hamisi ve koruyucusu, zalimin ise amansız düşmanıdır.

Yukarıda yedi maddede kısaca açıklamaya çalıştığımız üzere Türkiye Cumhuriyeti Devletinin dağdaki çobanından, ana sınıfına giden bebelerine, kışladan, üniversite gençliğine, işçiden patrona, öğretmene, din adamına, annelere, babalara kadar tüm mensuplarının aynı ruh içinde aynı sevgi ve muhabbet içinde kimseyi ve hiç bir şeyi kırmadan dökmeden, yakmadan, yıkmadan, kirletmeden bu devlet ve bu millet için, milletimizin ideallerinin gerçekleşmesi için her gayreti göstereceğine inanıyorum.

25 Ekim 2013 Cuma

ATATÜRK OLMASAYDI

I
Atatürk’e Utanmadan dil uzattan izansız
Atatürk olmasaydı,millet ne olunacaktı?
Dini siyasete alet eden imansız
İngilizler saraydan, nasıl kovulacaktı?
Bin dokuz yüz on dörtte Dünya kan gölü oldu
Her savaş,her cephede, ordu yeniliyordu
Çanakkale de Atam hala direniyordu
Çanakkale geçilse, İstanbul n(e) olacaktı
İnönü de düşmanlar geri atılmasaydı
Sakarya da akan su kanla yoğrulmasaydı
30 Ağustos günü zafer parlamasaydı
Sürülecek lekeler.ananda kalacaktı
9 Eylül de düşman dökülmese denize
Atatürk hürriyeti bahşetmeseydi bize
Düşmanın çizmeleri girseydi evinize
Nereden bileceksin baban kim olacaktı
II
Ne ararsın Tanrı ile aramda?
Sen kimsin ki orucumu sorarsın?
Hakikaten gözün yoksa haramda,
Başı açığa niye türban sorarsın!
Rakı, şarap içiyorsam sana ne.
Yoksa sana bir zararım içerim.
İkimiz de gelsek kıldan köprüye
Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim.
Esir iken mümkün müdür ibadet?
Yatıp kalkıp Atatürk'e dua et.
Senin gibi dürzülerin yüzünden,
Dininden de soğuyacak bu millet.
İşgaldeki hali sakın unutma,
Atatürk'e dil uzatma sebepsiz.
Sen anandan yine çıkardın amma,
Baban kimdi bilemezdin şerefsiz...
Şiir: (Neyzen Tevfik)
          Yukarıdaki I. şiirdeki mısraları kendini şair olarak takdim eden adamın biri yazmış. Kopyala yapıştır ile aldım. Yazım ve imla hataları aynen sırıtıyor. Birinci mısrada "utanmadan" kelimesi yanlış olarak büyük. Devamında "uzattan" demiş, o da yanlış. İkinci mısrada "olunacaktı" diye bitirmiş mısrayı. Güya kafiyeyi dördüncü mısradaki "kovulacaktı" sözcüğüne uydurmak için. Anlam olarak ele alır isek Atatürk'e dil uzatmak için utanmaz ve izansız olmak lazım bu satırların yazarına göre. "Dini siyasete alet eden imansız" derken de aynı kitleye hitap ediyor aklınca. Atatürk'e dil uzatan: 1-Utanmaz, 2-İzansız, 3-Dini siyasete alet eden, 4-İmansızdır. İkinci kıtada ordunun her savaşta ve her cephede yenildiği de kocaman bir yalan. Esasında şanlı bir direnişin ardından Çanakkale savaşsız geçildi ve İstanbul işgal edildi ve sonrasında her nasılsa bir kurşun dahi atılmadan İstanbul Türkiye'ye teslim edildi. "İstanbul ne olacaktı" diye sormanın alemi yok. İstanbul işgal edildi ve sonra kendiliğinden tahliye eden İngilizler kibarca anlaşıp bırakıp gittiler, zavallı Yunan gibi vuruşarak ve İzmir gibi yakılıp yıkılarak değil. Sonra bu ana muhabbetinden bıktık artık. Anan şöyle olurdu baban böyle olurdu gibi ifadelerden de bıktık. Bunlar ne kadar çiğ, anlamsız ve gereksiz söylemler. Aynı zamanda kaba nezaket dışı ifadeler.
Gelelim ikinci şiirdeki sanata ve düşünceye:
             Sanki birileri bu mısraları yazanın tanrı ile arasına girmiş gibi "ne ararsın tanrı ile aramda" diye başlamış. Tam bir kışkırtıcı bektaşi kafası. Günümüzde kimse kimsenin Tanrı ile arasına girmemiştir ve giremez de ayrıca ve şimdiye kadar kimse kimsenin orucunu sormadığı gibi hiç bir başı açığa "türbanın nerede" diye de sormamıştır. Tamamen iftira ve safsata ile başlayan sözler. İkinci kıtada aynı zat içindekileri dökmeye başlıyor. "rakı şarap içiyorsam sana ne" diyor. Doğru bana ne. Sadece alkollü araç kullanana alkol aldığı için değil alkollü iken araç kullandığı için sorgu sual ediliyor. Ve bu zat sırat köprüsünü kast ederek "ben dürüstsem sarhoşken de geçerim" diyerek böyle bir iddiada bulunarak islam inancında Allahın affı olmadan bir insanın subjektif değerlerine göre dürüstlüğünün tek başına sırattan geçmesinin şartı ve yeterli gereği olarak görüyor ve gösteriyor. Bizler biliyor ve inanıyoruz ki o kıl köprüden yani sırattan sadece Allah'a inanan ve teslim olanlar, Allah'ın dediği gibi müslüman gibi ve elbette dürüst yaşayanlar ve sarhoş olmayanlar sadece ayık olanlar geçer. Çünkü sarhoşluk dinen başlıbaşına bir günah ve pisliktir. Ve alkol alanlar dürüst olsa da olmasa da içinde yaşadıkları topluma bir türlü zarar verirler. Uzun uzun anlatmaya gerek yok sarhoşlar, kavga ederler, dövüş ederler, kırarlar dökerler, kaza yaparlar, hata yaparlar, bilerek bilmeyerek her kötülüğü yapabilirler hatta adam bile öldürürler. Üçüncü kıtada "ibadet esir iken mümkün değildir diyor, elbet sözümüz yok. Atatürk'e dua ya da beddua ne demek anlamak mümkün değil. Zaten bütün devlet erkanı ve milyonlarla öğrenci her sabah yemin etmekte, ve her önemli günde gidip Anıtkabirde saygı duruşunda bulunmaktadır. Neden insanlar bir daha duaya davet edilir anlamam. Madem öyle neden her sabah milyonlarca çocuk ellerini açıp birer Fatiha okuyup duaya alıştırılmaz da o anlamsız and okutulur ve neden yine Anıtkabirde eller semaya açılıp dua edilmez de adeta putperest bir çerçevede dini ama duasız bir anma yapılır. Hele hele son kıtada anladığım kadarı ile "Atatürk'e sebepsiz dil uzatma, sen yine anandan çıkardın ama baban kimdi bilemezdin şerefsiz" diyerek Atatürk'e kim dil uzatıyorsa ona güya kibarca "O...pu çocuğu" deniyor ve son kullanılan kelime ile şerefsizlikle itham ediliyor.
        Nereden başlanmalı, nasıl söylenmeli bilemiyorum ama bu Atatürk konusu yıllardır bir yara gibi bir kenarda durmakta ve zaman zaman kaşınmakta, ortaya atılmakta istismar edilmekte milletin ve ülkenin birliği ve kardeşliği Atatürk ve Atatürkçülük kullanılarak zedelenmekte, ayrışma ve zıtlaşma körüklenmektedir. Atatürkçülük adına söylenen sözlerin muhatapları bu kere Atatürk'ü ve Atatürkçü söylemleri ortaya atanları hedef alarak aynı sertlik ve şiddette sözleri sarf etmekte ve ortalık seviyesiz söz ve söylemlerden geçilmemekte, olan milletin birliğine ve dirliğine olmaktadır.
            Şimdi olabildiğince kısa ve özlü olmak kaydı ile Milli Mücadelenin ilk günlerinden bugüne satırbaşları ile hızlı bir hülasa edelim olayları ve gelişmeleri fazla ayrıntılara girmeden. Çünkü her bir satırbaşının ayrı bir araştırma ve inceleme konusu olduğu hususu izahtan varestedir:
1-En son Bülent Ecevit'in de başbakanlığı sırasında itiraf ettiği gibi son padişah Vahdettin hain değildir ve Atatürk Sultan Vahdettin tarafından Anadoluda bir direniş örgütlemesi için görevlendirilmiştir. Bu tarihi gerçek değişik kaynaklardan ve arşiv belgelerinden araştırılıp doğrulanabilir ki bu pek çok eserle yapılmıştır da. Bu gerçeği dillendirmek Atatürk düşmanlığı olarak algılanamaz. Sadece şunu görmekteyiz ki yakın tarihimiz layıkı ile yazılmamış ve gerçekler çıplaklığı ile ortaya konmadığı gibi pek çok gerçeğin üstü de örtülmüştür.
2-Bunu bütün tarih kitapları böyle yazar ve böyle bilinir ki T.B.M.M 23 nisan 1920 de bir cuma günü Kur'an-ı Kerim tilaveti ile ve dualarla açılmıştır. Devletin ve meclisin kuruluşunda İslam ön plandadır. İlk anayasada devletin resmi dini islam olarak kayıt altına alınmıştır. istiklal Savaşı komuta kademesinin tamamı Osmanlı subaylarından oluşmuş olup saltanata ve hilafete bağlı ordu ve milis kuvvetleri oluşturmuşlar ve İslam dünyasından Hilafetin tehlikede olduğu gerekçesi ile gelen her türlü maddi ve ayni yardımlar Hilafet adına Anadoludaki hareketçe alınmış ve direnişte değerlendirilmiştir. Yani olay şudur ki direniş bitene kadar saltanat ve hilafet ile Kuvayı Milliyenin ve Atatürk'ün bağları asla kopmamıştır.
3-T.B.M.M ilk oluştuğunda milletin gerçek temsilcilerinden oluşmakta idi. Ancak daha sonra Lozan anlaşmasının meclisçe kabul edilmeyeceğini gören Atatürk meclisi feshetmiş ve kendisinin bizzat atadığı milletvekili adaylarının seçilmesinden oluşan 2.meclis Lozan Anlaşmasını onaylamıştır.
4-Bu arada cumhuriyetin ilanı ile başlayan bazı devrim ve değişimler 1950 lere kadar sürmüştür. Ancak dikkat edildiğinde görülecektir ki milli mücadele zaferle sonlanmasa, Anadolu toptan işgal edilse ve sömürge haline getirilse idi işgal kuvvetleri ne yapacaksa o devrimler yapılmış, hatta ve hatta işgal kuvvetlerinin başaramayacağı ve cesaret edemeyeceği değişimler dayatılmıştır. Başlıca devrimleri sıralarsak;
A-Madde numaralarına kadar aktarılmak suretiyle Medeni Kanun ve Ceza Kanunu İsviçre ve İtalya'dan tercüme edilmiş kabul edilmiştir.
B-Alfabe değiştirilmiş, Osmanlı alfabesi Arap alfabesidir diye bir kenara atılmış ve Latin alfabesi kabul edilmiş, toplumun tamamı cahil hale getirilmiştir.
C-Hicri takvimden miladi takvime geçilmiş, Hz. Muhammed (a.s) in hicreti yerine Hz. İsa'nın doğumunu esas alan takvim kabul edilmiş, Hafta tatili kanunu çıkarılmış, resmi tatil cuma gününden cumartesi pazara alınmıştır.
D-Kılık kıyafet devrimi yapılmış, batının kılık kıyafeti kabul edilmiş, Osmanlıdan kalan her türlü kılık kıyafet yasaklanmıştır.
E-Türk Müziği yasaklanmış yıllarca batı müziği devletçe desteklenmiş, opera ve bale ve senfoni orkestraları kurulmuştur.
F-Dini hayat tamamen yasaklanmış, ve kontrol altına alınmış, Saltanat ve hilafet kaldırılarak sadece Anadolu değil bütün Türk-İslam dünyası ve Osmanlı coğrafyası başsız ve sahipsiz bırakılmıştır.
G-Tekkeler ve Zaviyeler ve milli mücadelede büyük rol oynamış olan Türk Ocakları kapatılmış ve yerlerine o günden bugüne anarşi ve terör merkezi olan Halk Evleri açılmış, devletçe himaye edilmiştir.
H-Osmanlıdan kalan pek çok cami, han ve imaretler kaderine terk edilmiş, devletçe el konulmuş, satılmış ve tahrip edilmiştir.
İ-Tarihi eserlerimizin girişlerindeki ve içlerindeki Latin alfabesi ile olmayan kitabeler dahi özel kanunla kaldırılmış ve tahrip edilmiştir. Osmanlı arşivleri ve kütüphaneleri yağma edilmiş, satılmış ve büyük oranda yok edilmiştir.
K- T.C Devleti batılı danışman ve batı kafalı devşirme kadrolara teslim edilmiş, milli ve dini değerlerden uzaklaşılmıştır.
L-Türk dünyasına ve İslam dünyasına sırt çevrilmiş yalnızca batı ülkeleri ile sıcak ilişkiler kurulmuştur. Dünkü vilayetlerimiz ile aramıza tel örgüler ve mayınlı sahalar inşa edilmiş, Anadolu coğrafyasına hapsolan Türk Milletinin dört bir yanındaki komşuları ile düşmanlık üzerine politikalar üretilmiş ve büyük Türk Milleti Anadolu yarımadasına hapsolunmuştur.
M-Bütün bunlar yapılırken Atatürk ve ölümünden sonra İsmet İnönü, sırası ile Ebedi Şef ve Milli Şef olarak kutsanmış ve Osmanlı padişahlarına dahi gösterilmeyen yüceltme Atatürk ve İsmet İnönü'ye yapılmıştır. Tüm Osmanlı padişahları “mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” sözünden rahatsızlık duymazken salonlarda adeta yeni bir din inşa ediliyormuşçasına nutuklar atılmış, şiirler okunmuş, heykellere servetler harcanmış ve onlarca yıl harcanmaya devam edilmiştir. Aşağıda aktarılan manzum ve nesir metinler bu yazdıklarımızın ne kadar doğru ve yerinde olduğunu gösterecek yazılı belgelerdir:
     Yıl 1928, Ankara'da Osmanlıca yazıyla 60 sayfalık bir kitap yayınlanır. İsmi: "Türkün Yeni Amentüsü". Yazarı: Safi adında biri. CHP'nin Hakimiyet-i Milliye Matbaasında basılmış. Bu kitabın kapağında şu satırlar yer almaktadır:
"Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklalini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengaver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim, Eyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkiyi kazanacağına, hamaset dasitanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi'nin Allah'ın en sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulusi ile şehadet ederim..."
Aşağıda ise Behçet kemal Çağlar'ın Atatürk için yazdığı ezan var.
Atatürk ekber!
Atatürk ekber
ancak o var Atatürk
evliya odur,
peygamber odur,
sanatkâr Atatürk.
talihe hâkim,
zekâya önder,
doğma serdar Atatürk.
bunları geçti insan büyüğü:
kendi kadar Atatürk
Atatürk ekber
Atatürk ekber.
bizde o var. atatürk
ne evliya, ne de peygamber..
halkına yar Atatürk
      Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul'da 1931 yılında, Devlet Matbaası'nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi'nde İslâmiyet ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet'in yeri yoktur. Çünkü "İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!", "Hz. Muhammed (s.a.s.) nihayet bir çöl bedevîsidir", "İslâmiyet'in yerine yeni bir din koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir." Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut'a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti: Yani "Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı." Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi'nin meşhur Mevlid'ini Atatürk'e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi'ni okutmakta hiçbir sakınca görmedi:
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Mustafâ-yı bâ Kemâl'e essalât.
Ol Zübeyde, Mustafâ'nın ânesi
Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!
Gün gelip oldu Rızâ'dan hâmile
Vakt erişti hafta ve eyyâm ile.
Geçti böyle, nice ay nice sene
Vakt erişti bin sekiz yüz seksene.
Merhaba ey baş halâskâr merhaba
Merhaba ey ulu serdâr merhaba!
Behçet kemal Çağlar yukarıdaki mevlidden sonra bir başka şiirinde:
Kaç yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın dili
İnsana ne ilâh, ne de sevgili
Ne de ana-baba aratıyordu
Her an yaratıyor, yaratıyordu.
derken Halil Bedii Yönetken ise;
Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
diye devam ediyordu kutsamaya.
ve ardından Edip Ayel aynı frekansta;
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
diye sürdürüyordu kutsamayı.
Tabii Kemalettin Kamu geride kalmamalı idi. Kemalettin Kamu Çankaya şiirinde;
Burada erdi Mûsâ
Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter.
Ne örümcek, ne yosun
Ne mûcize, ne füsun...
Kâbe Arab'ın olsun
Çankaya bize yeter.
diye noktayı koyuyordu ama bu açılan kutsama yolunda artık frenler tutmazdı. Faruk Nafiz Çamlıbel devam ediyordu bu yolda;
Bir şiirinde;
On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O'nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı. derken;
Bir başka şiirinde;
Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
diyordu.
Yusuf Ziya Ortaç ise;
Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği
Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.
derken, Nurettin Artam isimli bir zat;
Koca bir güneşin akşam olmadan
Dağların ardında sönüşü gibi
Millete can veren, vatan yaratan
Tanrının göklere dönüşü gibi.
Her zaman ırkıma büyük Baş Atam
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!
diyordu. Bu açılan yoldaki kutsama kafilesine kimler katılmadı ki........
Bir yanda Ömer Bedrrettin Uşaklı;
Bir güneş gibi yalnız
Sensin ülkü tanrımız
Ey Türklüğün bütünü.
diye sürdürürken bu kutsama serisini, Vasfi Mahir Kocatürk;
Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti
Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.diyerek katıldı kervana ve İlhami Bekir;
İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa
Toprağın haritasını çizdi bayrağa
Allah değil, o yazdı alın yazımızı.
diyerek bir başka küfür örneğini önümüze koyuyordu.
Aka Gündüz’ün şu yazdıklarına ne demeli:
“Atatürk’ün tapkınıyız!
Her şeyde Atatürk,
Yerde O! Gökte O!
Denizde O! var da O! yok da O!
Her şeyde O! Atatürk!
Yerdedir, göktedir, sudadır,
Alandadır, diktedir, pusudadır.
Görünmezi görür!
Bilinmezi bilir!
Duyulmazı duyar!
Sezilmezi sezer,
Ezilmezi ezer!
Her şeyde Atatürk!
Elimizi yüzümüze,
Gönlümüzü özümüze kapıyoruz.
Biz sana tapıyoruz!
Biz sana tapıyoruz!
Varsın, Teksin,
Yaratansın!
Sana bağlanmayanlar utansın!”
hülasa eder isek bir dünya söz sıralanmış söylenmiş ve şu cümle de sarf edilmiş:
Biz bunu dini istemeyiz arap felsefesinden,
Sen bize bir din yarat Türk nefesinden.
      Yukarıda aktardıklarımız Atatürk'ü kayıtsız şartsız kutsayanların kalemlerinden dökülenler. Ve bu kalem sahipleri daima iltifat görmüş ve asla “sen ne yapıyorsun, neler saçmalıyorsun”denmemiş. Usulü dairesinde de olsa muhalefet edenler olmuş elbet, onların başına neler gelmiş?.... Neler gelmemiş ki!.. Saymakla bitmez. Ali Şükrü Bey'in başına gelenler. Halen Trabzon'da Boztepe'de yatan Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey Topal Osman tarafından katledildi. Sadece Ali Şükrü Bey mi? Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı komünist oldukları için değil aslında, kanaatimce Lenin'in de bilgisi ve izni dahilinde, Lenin yanlısı değil de Sultan Galiyev yanlısı oldukları için katledildiler. Ve o olaydan sonra komünist hareket Türkiye'de asla milli bir kimliğe bürünemedi. Kazım Karabekir, Mehmet Akif Ersoy, türlü oyunlarla aşağılandı, ya mahkemelerde ya vicdanlarda yargılandı ve mahkum edildi. Bir kısım alim ulema ise İstiklal Mahkemelerince infaz edildi.
     Devam edelim efendim; Sadri Maksudi Arsal.. Atatürk'ün sofrasının müdavimlerinden, Ordinaryüs Profösör, devrim profösörü. DenizBank yeni kurulacak o zamanlar, isim meselesine itiraz ediyor. “DenizBank” Türkçe’ye uygun değil diyor. Bunun yerine Denizcilik Bankası ya da Deniz Bankası olmalı diyor. Bankaya “DenizBank” ismini veren ise Atatürk..
Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Büyük bir öfkeye kapılan M. Kemal, aynı günün akşamı sofra misafirlerinden birkaçını seçerek radyoevine gönderir. Radyoda normal program iptal edilerek gece 2′ye kadar Arsal aleyhine sert konuşmalar yapılır. 28 Aralık’ta galiz bir uslupla yazılmış bir makale, bütün gazetelerde yayınlanır. Arsal “nankör”dür, “sahte diploma sahibidir”, “Türkçe bilmemektedir”, “Türk değildir”, “Türk gençlerini zehirlemektedir”. Arsal bir daha ne mecliste ne de sofrada görülür (Sadri Maksudi Arsal, Adile Ayda, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları Türk Büyükleri Serisi, 1991, s. 76 )
       Bu, bilinçli olarak başlatılmış bir akım.. Neye yaradığı gayet açık. Neye yaradığını Kazım Karabekir de gayet net açıklıyor:
“İstiklâl Harbi nasıl başladı? Nasıl bir seyir takip etti? Bugünkü durum nedir? istikbal için planımız ne olmalıdır? Artık kimseyi ilgilendirmiyordu. Biricik düşünce Gazinin teveccühünü kazanmak ve mebus olmak ve memleketin nimetlerinden istifade edebilmekte idi…İstiklâl Harbinin fedakar ve feragatli arkadaşlarıyla Gazinin arasına her gün yeni simalar giriyor ve yerleşiyordu. Ve artık İstiklal Harbi’ndeki gibi fikir sahipleri ile iş birliğinden ziyade mutavaat ve alkışa hazır bir zümreye roller verilmeye hazırlık görünüyordu.”
Kazım Karabekir Anlatıyor, (yayına hazırlayan Uğur Mumcu), istanbul: Tekin Yayınevi. 1990. s.83.
Bir de Yakup Kadri’den dinleyelim:
“Atatürk’ün sefahetlerinde, Atatürk’ün kötü iptilâlarında bile Homerik bir destan rüzgârı vardı. İçki sofrasında elini her kadehine uzatışı. Tanrılar Tanrısı Zeus’un altın kupalar içinde kevser şarabı dağıtışını andırırdı ve riyaset ettiği cümbüşler, gerek Çankaya köşkünün samimî havası, gerek Dolmabahçe sarayının ihtişamlı dekoru içinde ve gerekse herhangi bir dost evinin mütevazı çatısı altında olsun: daima Olempus tepesindeki “bezm’ler gibi zaman ve mekân mikyasının dışına taşardı. Bilmiyoruz. Mevlânâ’yı kendinden geçiren şarkılar ve rakslar ne cinstendi? Fakat. Atatürk’ün her biri bir mistik tarikatın “âyin’inden farksız muhabbet meclislerinden ruhlarımız “cuşiş” denilen halin en yüksek mertebesine ermiş olarak çıkardık.”
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk İstanbul: Birikim Yayınları. 1981. s 121-122
      Şimdi ise son sözlerimizi söyleyelim. Atatürk cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte kendisine hiç bir lidere nasip olmayan çok farklı bir statü verilmiştir. O günden bugüne bu statü farklı kombinezonlarda yaşatılmıştır. Ne Marks, ne Lenin, ne Mao, ne de başka bir lider onun büyüklüğüne erişememiştir. Adeta bir beyin yıkama operasyonu ile beyinler şartlandırılmış ve “kemalizm” diye bir ideoloji oluşturulmaya çalışılmıştır. Literatüre bakınız. Demokrasinin beşiği İngiltere'dir. “Magna Carta” yani büyük ferman ile demokratik 1215 te sözüm ona demokratik hakları ferman altına alan ilk hukuki bildiridir. Fakat görüyoruz ki İngiltere hala kraliyet ailesini ve feodaliteyi aynen muhafaza etmektedir. Çünkü Büyük Britanya İmparatorluğunu sembolik olarak kraliyet ailesi temsil etmektedir. Avrupanın pek çok yerinde hatta Japonya'da bile saltanat bütün haşmetiyle devam ederken olan Osmanoğullarına olmuş, 600 yıl dünyanın kaderine hükmetmenin bedelini Osmanoğulları ailesi hala ödemeye devam etmektedir. Batılılaşma ve batılı değerleri kabullenme adı altında saltanat ve hilafet tarih olmuş, başşehrimiz İstanbul'dan Ankara'ya taşınmış olmakla Anadolu coğrafyası bile bize çok görülmektedir. Türkiye son dönemde edilgen değil de etken bir güç olma ididiasıyla ortaya çıkmış ise de dışarıda türlü oyunlarla önümüz kesilmek istenirken içeride ise devlet bugün geldiği noktadan yeniden 1923 mantığı ile resetlenmek ve yeniden kemalizm ile formatlanmak istenmektedir. Bütün kavga ve gürültü buradan kopmaktadır. Cumhuriyet tarihi bütünü ile tarihe mal olacaktır. Tıpkı geçmişte Osmanlının yaşadığı 1.Fetrette olduğu gibi. 1923 le 2.Fetret başladı ve şu tarihte de bitti diyeceğiz. Sultan Yıldırım Beyazıt'ın Timur karşısındaki yenilgisi ile başlayan 1.Fetret nasıl bitmiş ve Osmanlı tarihinde gelişme ve büyüme devam etmiş ise 1.Dünya harbinde alınan yenilgiler ile başlayan 2.Fetret dönemi de belki engeç 10 yıl sonra 2023 te bitecektir. Hem devletin adı, hem başlagıcı ve devamlılığı, 2.fetret döneminde batıya verilmek zorunda kalınmış ipotekler konuşulacak tartışılacak, Atatürk te tarihte alması gereken yeri alacaktır. Atatürk olmasaydı diye bir mantık kurmak mümkün değildir. Türk tarihi ne Atatürk ile başlamış ne de sonlanmış ve yeniden başlamıştır. Hakaret ve aşağılamanın da lüzumu yoktur. Bu kapanması gereken bir devirdir, yaşanacak ve kapanacaktır. Ve görüldüğü gibi yaşanmakta ve yavaş yavaş kapanmaktadır da. Devlet daha doğrusu Türk Devleti özellikle Sultan Alparslan'dan itibaren zaman zaman zafiyetler yaşamış ise de asla devlet olarak kesintiye uğramamıştır. Büyük Selçuklu Devleti'nin devamı Anadolu Selçuklu Devletidir ve onun devamı Osmanlı Beyliği ve devamında imparatorluktur. Osmanlı İmparatorluğu Bizansı fethetmekle Osmanlı sultanı Doğu Roma İmparatoru ünvanını da almış, Hilafeti İstanbul'a taşımakla dünya müslümanlarının başı olmuş, Ermeni ve Rum ortadokslarının da padişahı ve sultanı olan Osmanlı Sultanları, İspanya'dan kaçan yahudileri de himayesine almış ve hahambaşılığı da istanbul'da himayesine almıştır. Fatih Sultan Mehmet Bizansı yıkarak Doğu Roma İmparatoru ünvanını aldıktan sonra Batı Roma İmparatorluğunu da fethetme ve Vatikanı ve Papalığı da sınırları içine alma hesaplarında iken bir yahudi dönmesi doktor Yakup Paşa tarafından zehirlenerek şehid edilmiştir. Türk Devleti Osmanlı'dan kalan misyon ve miras ile çok uluslu ve dinli bir devlettir. Yönetim elbette Türk ve İslamdır, ancak Türk ve İslam olmayan tebasına ikinci sınıf insan muamelesi de görmemiş, göstermemiştir. Osmanlı dini ve etnik kökeni ne olursa olsun tebasına Osmanlılık gibi bir mensubiyet ruhu vermiştir. Dolayısı ile bir Amerikan milleti mevcut olmadığı halde Amerika, Osmanlı'dan aldığı vatandaşlık hukukunu ve idare hukukunu kendi sınırları içinde uygulayarak bir “amerikalılık” gibi mensubiyet ve vatandaşlık bağı oluşturmayı başarabilmiştir. Bu çerçevede Türkiye Devleti bu anlatılanlar ışığında devletimizin ismi ve vatandaşlık kavramı, dil ve din konularında kendini revize etmek ve yeni bir yapı ve bakış oluşturmak zorundadır. Yoksa kupkuru bir “atatürk cumhuriyeti” kavramı içine cihanşumul bir devletin hedef ve idealleri asla ve asla sığamaz. Geçmişimiz geleceğimizin köküdür, geleceğimiz ise şanlı geçmişimizin devamıdır. Dolayısı ile Selçuklu'dan Osmanlı'ya ve cumhuriyete hepsi bizimdir, Oğuz Han'dan, Kürşattan, Alparslan'dan Osman Gazi'ye, Sultan Murat'tan, Fatih'e, Yavuz'a Süleyman'a, ve Sultan Vahdettin'e ve son halife Abdülmecit Efendi'ye, Atatürk'ten Özal'a, Menderes'ten en son Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a kadar hepsi bizdendir, bizimdir hatasıyla sevabıyla. Ama hiç birisi tanrısal bir güce ve himayeye sahip değildir ve olamaz da. Bütün bunları bir tarafa bırakıp “atatürk olmasaydı, dinin de olmazdı, donun da olmazdı” demek ne Türklük edebine, ne islam inancına sığmaz. Bütün gelmişimiz, geçmişimiz ve geleceğimiz bir isme bağlanamaz. Allah isterse herşey olur, dilemezse hiç bir şey olmaz. Bunun aksine “atatürk olmasaydı” diye başlayan bir söz ve söylem bir müslümanı adeta küfre götürebilecek bir sözdür. Gerçek bir müslüman ise ne her bir şeyi yaradılmış bir kuldan bilir, ne de onların hiç birine galiz küfürlerle saldırmaz.
          Son sözümüz ve cümlemiz şudur ki; Devletimizin sınırları Edirne'de başlayıp Kars'ta bitmez, bizim sınırlarımız Adriyatik'ten Çin seddine, Sibirya'da güney Afrika'ya insanoğlunun ayak bastığı her coğrafyaya kadar uzanır ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tüm vatandaşları dini, milliyeti, etnik kökeni ya da mezhebi ne olursa olsun devletimizin Orta Asya'dan bugüne gelen misyonunu ve vizyonunu bilmek ve ona sahip çıkmak zorundadır. Türk Devleti dün, evvelki gün ya da yarın veya öbür gün adı ne olursa olsun gölgesi altında, yaradanın bütün yarattıklarına yer veren, adı, kendisi ve gölgesi en büyük bir devlettir ve bu büyüklüğünü ilelebet sürdürecektir. O gölgenin altında olanlar o gölge içinde kendilerine de bir yer bulabildikleri için onur ve gurur duymalıdır.