23 Mayıs 2018 Çarşamba

İSLAM, İNSAN VE MÜSLÜMAN



                Geçen akşam, bir tv haber kanalında, camide ön saf için kavga eden ve küfürleşen iki yaşlıyı, cemaatin namazlarını bozarak, zorlukla ayırıp cami dışına çıkardığını ve sonrasında namaza devam ettiklerini  görüntülü olarak verdi televizyonda. Sıradan bir haber gibi geçiştirilebilir tabii ancak düşününce olayın vehameti ortaya çıkıyor kanaatimce.
                Ramazan ayı içindeyiz. Ramazanın ilk haftası bitiyor. Vakit akşam, iftar vakti. Mekan camii, akşam namazı farz öncesinde oruç ağızlarla ön saf kavgası ve hatta dövüşü. Bu olayın gerçekten çok derin bir tahlil ve analize ihtiyacı var. Bu vahim olay dini anlama ve yaşamada nerelerden nerelere düştüğümüzün en son işaretidir.
                İslam barış dinidir. İslam yaradan ve yaradılan arasındaki barış ile başlar. Yaradılan yaradanı tanır, bilir, inanır, iman eder, teslim olur ve yaradan ile asla kavgaya girmeye cüret etmez. Ve sonrasında insan böylece Müslüman olduktan sonra kendisi ile de barışır, nefsinin azgınlığını da susturur, ailesi ile çevresi ile barışır, içinde yaşadığı toplum ile, ve etrafındaki tüm canlı mahlukat ile barışır.   İnsanlara, hayvanlara ve hatta diğer canlı mahlukata dahi zulmetmez. Onlarla da barış içinde yaşar. Sadece Müslümanlarla değil Müslüman olmayanlarla da barış içinde olur. Kendisine bir saldırı olmadıkça asla saldırmaz. Saldıran olursa da saldırgan saldırısından vazgeçene kadar o saldırganlarla savaşır. Savaşta da asla haddi aşmaz. Bu Yüce Allah’ın açık emridir.
                Hal böyle iken biz inanan Müslümanlar olarak nasıl böyle bir noktaya geldik, nasıl oldu da bu kadar şuursuz, basiretsiz ve dirayetsiz ve maalesef edep yoksunu insanlara dönüştük. Camilerde çocuklar azarlanır, ihtiyarlar kahve sohbetleri yapar, ve zaman zaman birbirleri ile yer kavgası, saf kavgası bile yapar. İsimlerinin sonuna “hoca efendi” veya kısaca “hoca” sıfatı eklediklerimiz adeta ve haşa kainatın yaratıcısı ya da Yüce Allah’ın yegane vekili ve de sözcüsü onlarmış gibi hadlerini aşarak ahkam keserler ve birbirlerine bile ölçüsüzce verip veriştirirler. Hocalar hocalarla, cemaat birbiri ile, camialar veya mezhep ve de meşrepler birbirleri ile, devletler devletler ile, şirketler şirketler ile, vakıflar vakıflar ile daima kavga halindedir. İslam dünyası ve Müslümanlar bu durumda iken bizim düşmana ihtiyacımız mı vardır? Düşman içimizdedir. Elmanın kurdu içindedir. Ve hal böyle olunca islam dünyası perişan, sahipsiz, fakir ve geri kalmış bir dünya olarak varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Bu bir Müslüman olarak benim içimi acıtmaktadır ziyadesiyle. Dün akşam üstü kitap fuarına girdim. Binlerce kitap gördüm, dini, sosyal ve toplumsal konularla ilgili yazılmayan kalmamış. Ve ismini ilk defa duyduğum pek çok isim sayısız eserler yazmış ve kitaplaştırıp okumamız için baskıdan çıkarmış piyasaya vermişler. Ve gördüm ki kitaplara ilgi de çok. Kitapları alanlar, inceleyenler, okşayanlar, sevenler. Demek ki kitapların ve okuyanların varlığı da bizi Müslüman ve insan yapmaya yetmiyor.
                O zaman düşünmek lazım ki eksik olan nedir? Neden bunca kaynak, bunca bilgi, bunca yazan okuyan varken neden bunlar hiçbir işe yaramıyor, neden saadet asrını yaşamamız gerekirken felaketler içinde boğuluyoruz?..... Neden şudur ki; yazılanları, yazılmışları, okunanları ve okunmuşları anlamak lazımdır, yaşamak lazımdır. Bizler yazılıyor, bizlere sunuluyor, okuyoruz, dinliyoruz fakat anlamıyoruz ve yaşamıyoruz. Hastalık kısaca budur. Bir hastanın hekimin yazdığı bir ilacın yüzüne bakarak ya da içindeki kullanma tarifini okuyarak iyileştiğini duydunuz ya da gördünüz mü? Buna sadece gülersiniz değil mi? Fakat bizim yaptığımız budur işte. Yüce Allah’ın gönderdiği son kitap Kur’anı-ı kerim’i de biz aleme gönderilmiş bir  ilaca  benzetirsek eğer; ki öyledir. Kur’an bir reçetedir. Kurtuluş reçetesidir. Ancak içindeki emir ve yasakların anlaşılması ve yaşanması tüm ruhumuza ve bedenimize hakim olması şartı ile.  Biz ise;
                Bu reçeteyi bir kısmımız büyük bir muska gibi duvara asar,
                Bir kısmımız arada sırada veya gece gündüz sürekli içindeki emir ve yasakları aklına getirmeden okur, hatmeder tekrar tekrar.
                Bir kısmımız bir kısım hocaların ağzından şehir efsanesi gibi dinlemeyi tercih eder. Ki o hocalar Kur’an’dan çok Kur’an dışı pek çok kaynağı öne çıkararak Kur’an’ın aslından esasından insanları uzaklaştırır.
                Bir kısmımız ise yine kendi meşrebine uygun bir zatın mealini alır, oradan okur ve kendince anlamlar oluşturmaya kalkar.
                Fakat asla Kur’an’ın ruhunu anlamak ve yaşamak noktasında hiçbir şey yapılmaz. Ya mübarek ramazan ayında oruç ağızla camide saf kavgası yaparız veya işgal altındaki Kudüs’te namaz sırasında sehiv secdesi gerekir mi gerekmez mi onun kavgasını yaparız.
                Bir söz vardır, derler ki çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz. Bu sözü de doğru kabul edersek fazla sözün fazlası yalanla süslenir, fazla malın da fazlası haramla belki de. Onun için sözü uzatmadan kısa keselim. Allah kitabında kitap yüklü merkeplerden bahseder, okuyan fakat anlamayan ve yaşamayanlar için.  Nasıl ki hastalık verilen ilaç tüm vücuda damarlara nüfuz etmeden iyileşme mümkün değilse, Yüce Allah’ın emir ve yasakları hayatımızın her anına nüfuz etmeden İslam olmak, Müslüman olmak ve insan olmak mümkün değildir. Yüce Allah içinde bulunduğumuz bu mübarek günler hürmetine, İslam dünyasını ve Müslümanları zilletten izzete, gafletten hidayete kavuştursun inşallah.