Geçen akşam, bir tv haber
kanalında, camide ön saf için kavga eden ve küfürleşen iki yaşlıyı, cemaatin
namazlarını bozarak, zorlukla ayırıp cami dışına çıkardığını ve sonrasında
namaza devam ettiklerini görüntülü
olarak verdi televizyonda. Sıradan bir haber gibi geçiştirilebilir tabii ancak
düşününce olayın vehameti ortaya çıkıyor kanaatimce.
Ramazan ayı içindeyiz. Ramazanın
ilk haftası bitiyor. Vakit akşam, iftar vakti. Mekan camii, akşam namazı farz
öncesinde oruç ağızlarla ön saf kavgası ve hatta dövüşü. Bu olayın gerçekten
çok derin bir tahlil ve analize ihtiyacı var. Bu vahim olay dini anlama ve
yaşamada nerelerden nerelere düştüğümüzün en son işaretidir.
İslam barış dinidir. İslam yaradan
ve yaradılan arasındaki barış ile başlar. Yaradılan yaradanı tanır, bilir,
inanır, iman eder, teslim olur ve yaradan ile asla kavgaya girmeye cüret etmez.
Ve sonrasında insan böylece Müslüman olduktan sonra kendisi ile de barışır,
nefsinin azgınlığını da susturur, ailesi ile çevresi ile barışır, içinde
yaşadığı toplum ile, ve etrafındaki tüm canlı mahlukat ile barışır. İnsanlara,
hayvanlara ve hatta diğer canlı mahlukata dahi zulmetmez. Onlarla da barış içinde
yaşar. Sadece Müslümanlarla değil Müslüman olmayanlarla da barış içinde olur. Kendisine
bir saldırı olmadıkça asla saldırmaz. Saldıran olursa da saldırgan saldırısından
vazgeçene kadar o saldırganlarla savaşır. Savaşta da asla haddi aşmaz. Bu Yüce
Allah’ın açık emridir.
Hal böyle iken biz inanan Müslümanlar
olarak nasıl böyle bir noktaya geldik, nasıl oldu da bu kadar şuursuz,
basiretsiz ve dirayetsiz ve maalesef edep yoksunu insanlara dönüştük. Camilerde
çocuklar azarlanır, ihtiyarlar kahve sohbetleri yapar, ve zaman zaman
birbirleri ile yer kavgası, saf kavgası bile yapar. İsimlerinin sonuna “hoca
efendi” veya kısaca “hoca” sıfatı eklediklerimiz adeta ve haşa kainatın yaratıcısı
ya da Yüce Allah’ın yegane vekili ve de sözcüsü onlarmış gibi hadlerini aşarak
ahkam keserler ve birbirlerine bile ölçüsüzce verip veriştirirler. Hocalar
hocalarla, cemaat birbiri ile, camialar veya mezhep ve de meşrepler birbirleri
ile, devletler devletler ile, şirketler şirketler ile, vakıflar vakıflar ile
daima kavga halindedir. İslam dünyası ve Müslümanlar bu durumda iken bizim
düşmana ihtiyacımız mı vardır? Düşman içimizdedir. Elmanın kurdu içindedir. Ve hal
böyle olunca islam dünyası perişan, sahipsiz, fakir ve geri kalmış bir dünya
olarak varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Bu bir Müslüman olarak benim içimi
acıtmaktadır ziyadesiyle. Dün akşam üstü kitap fuarına girdim. Binlerce kitap
gördüm, dini, sosyal ve toplumsal konularla ilgili yazılmayan kalmamış. Ve ismini
ilk defa duyduğum pek çok isim sayısız eserler yazmış ve kitaplaştırıp okumamız
için baskıdan çıkarmış piyasaya vermişler. Ve gördüm ki kitaplara ilgi de çok. Kitapları
alanlar, inceleyenler, okşayanlar, sevenler. Demek ki kitapların ve okuyanların
varlığı da bizi Müslüman ve insan yapmaya yetmiyor.
O zaman düşünmek lazım ki eksik
olan nedir? Neden bunca kaynak, bunca bilgi, bunca yazan okuyan varken neden
bunlar hiçbir işe yaramıyor, neden saadet asrını yaşamamız gerekirken felaketler
içinde boğuluyoruz?..... Neden şudur ki; yazılanları, yazılmışları, okunanları
ve okunmuşları anlamak lazımdır, yaşamak lazımdır. Bizler yazılıyor, bizlere
sunuluyor, okuyoruz, dinliyoruz fakat anlamıyoruz ve yaşamıyoruz. Hastalık kısaca
budur. Bir hastanın hekimin yazdığı bir ilacın yüzüne bakarak ya da içindeki
kullanma tarifini okuyarak iyileştiğini duydunuz ya da gördünüz mü? Buna sadece
gülersiniz değil mi? Fakat bizim yaptığımız budur işte. Yüce Allah’ın
gönderdiği son kitap Kur’anı-ı kerim’i de biz aleme gönderilmiş bir ilaca benzetirsek eğer; ki öyledir. Kur’an bir
reçetedir. Kurtuluş reçetesidir. Ancak içindeki emir ve yasakların anlaşılması
ve yaşanması tüm ruhumuza ve bedenimize hakim olması şartı ile. Biz ise;
Bu reçeteyi bir kısmımız büyük
bir muska gibi duvara asar,
Bir kısmımız arada sırada veya
gece gündüz sürekli içindeki emir ve yasakları aklına getirmeden okur, hatmeder
tekrar tekrar.
Bir kısmımız bir kısım hocaların
ağzından şehir efsanesi gibi dinlemeyi tercih eder. Ki o hocalar Kur’an’dan çok
Kur’an dışı pek çok kaynağı öne çıkararak Kur’an’ın aslından esasından
insanları uzaklaştırır.
Bir kısmımız ise yine kendi
meşrebine uygun bir zatın mealini alır, oradan okur ve kendince anlamlar
oluşturmaya kalkar.
Fakat asla Kur’an’ın ruhunu
anlamak ve yaşamak noktasında hiçbir şey yapılmaz. Ya mübarek ramazan ayında
oruç ağızla camide saf kavgası yaparız veya işgal altındaki Kudüs’te namaz
sırasında sehiv secdesi gerekir mi gerekmez mi onun kavgasını yaparız.
Bir söz vardır, derler ki çok
mal haramsız, çok laf yalansız olmaz. Bu sözü de doğru kabul edersek fazla
sözün fazlası yalanla süslenir, fazla malın da fazlası haramla belki de. Onun
için sözü uzatmadan kısa keselim. Allah kitabında kitap yüklü merkeplerden
bahseder, okuyan fakat anlamayan ve yaşamayanlar için. Nasıl ki hastalık verilen ilaç tüm vücuda
damarlara nüfuz etmeden iyileşme mümkün değilse, Yüce Allah’ın emir ve yasakları
hayatımızın her anına nüfuz etmeden İslam olmak, Müslüman olmak ve insan olmak
mümkün değildir. Yüce Allah içinde bulunduğumuz bu mübarek günler hürmetine,
İslam dünyasını ve Müslümanları zilletten izzete, gafletten hidayete
kavuştursun inşallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder