Seyyid Ahmet Arvasi 12. Milli Eğitim Şûrası'ndaki konuşmasında diyordu ki: “Bundan tam 1366 yıl önce şanlı ve sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed -ona binlerce selam olsun- Medine-i Münevvere'de ilk İslâm devletini kurdu. Müslümanların yanında ehli kitabın da haklarını savundu. Zulüm, cinayet, haksızlık sona erdi. Irk, cins, soy farkı gözetmeksizin bütün inananları kardeş ilan etti. Mahkeme usulünü getirdi, ehli kitaba din hürriyeti verdi. Müslümanlar için tanınan garantileri onlar için de kabul etti. Birleşmiş Milletlerden tam 14 asır önce insan hakları konusunda bu derece, bu biçimde ve yazılı olarak ortaya konmuş başka bir belge yoktur. Bütün beşeriyet, şanlı ve şerefli Peygamberimizin başarısını görmek ve ayakta alkışlamak zorundadır."
Evet yüzlerce yıl İslam sancağının dalgalandığı her coğrafyada barış içinde, adalet içinde, huzur içinde yaşanmıştı.
Şimdi ise İslam dünyası en son Osmanlının eliyle kurduğu bu sömürüsüz, acısız ve kavgasız ve zulümsüz düzenin bedelini zalimlerin elinden ödemeye devam ediyor. İslam coğrafyası kan içinde, İslam coğrafyası darmadağın, perişan ve sahipsiz, başsız ve himayesiz. Bir kısım densizler de bakın ne diyorlar; "batı dünyasında herkes mutlu, müreffeh, rahat ve huzurlu, İslam dünyasında ise kan ve gözyaşı bitmiyor." Zahiren görünen budur, doğrudur. İşte biz bu olayı Mısır ve Suriye olaylarını merkez alarak irdelemeye çalışacağız. Ancak bunu yaparken çok küçük ayrıntılara girmeden ana başlıklar halinde gitmek zorundayız. Aksi halde bu yazıyı bir kaç sayfalık bir yazı olarak bitirmek mümkün olmayacak.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var. Ya dünyaya müslüman gibi bakacağız, ya da hıristiyan Avrupalı gibi. Ya dünyayı farklı millet ve dinlerden ibaret bir aile gibi göreceğiz ama yerimizin islam ümmeti içinde olduğunu da bileceğiz. Ya da batılının öğrettiği ve dikte ettirdiği gibi görmeye devam edeceğiz.
Hepimizin bildiği gibi BİRLEŞMİŞ MİLLETLER TOPLULUĞU adında bir dünya organizasyonu var. Bütün dünya devletleri bu topluluğa üyedir. Üye sayısı 200 e yakın (193) olup örgüt New York'ta bulunan genel merkezinden yürütülür ve üye ülkelerle her yıl düzenli olarak yapılan toplantılar yine bu genel merkezde gerçekleştirilir. Örgüt yapısal olarak idari bölümlere ayrılmıştır; Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Yönetim Konseyi, Genel Sekreterlik ve Uluslararası Adalet Divanı. Örgütün en göz önündeki merciisi Genel Sekreterdir.
Güvenlik Konseyi on beş ülkeden oluşmakta olup,bu üyelerden beşi daimi üye statüsündedir ve mutlak veto yetkisine sahiptir. Bu ülkeler ABD, Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti, Birleşik Krallık(İngiltere) ve Fransa'dır. Güvenlik Konseyinin karar alabilmesi için 9/15 oranı gerekli olup, daimi üyelerden herhangi birisinin aksi yönde oy kullanmaması gereklidir. Yani daimi beş üyeden birisinin veto ettiği bir kararın uygulanma imkanı yoktur.
Arapça, Çince, Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve Rusça örgütün resmî dilleridir.
Güvenlik Konseyi on beş ülkeden oluşmakta olup,bu üyelerden beşi daimi üye statüsündedir ve mutlak veto yetkisine sahiptir. Bu ülkeler ABD, Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti, Birleşik Krallık(İngiltere) ve Fransa'dır. Güvenlik Konseyinin karar alabilmesi için 9/15 oranı gerekli olup, daimi üyelerden herhangi birisinin aksi yönde oy kullanmaması gereklidir. Yani daimi beş üyeden birisinin veto ettiği bir kararın uygulanma imkanı yoktur.
Arapça, Çince, Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve Rusça örgütün resmî dilleridir.
Bilindiği gibi nerede ise Birleşmiş Milletlere paralel çalışır hale gelen bir de NATO adında bir askeri birlik mevcuttur.
Türkiye Birleşmiş Milletler ve Nato üyesi olup ayrıca İİT (İslam İşbirliği Teşkilatı), Şanghay İşbirliği Örgütünün diyalog ortağı, Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (Türk Konseyi - TDİK), kurucu üyesidir. Ancak ortada fiili bir durum vardır ki o da şudur; ne Türk Birliği ne Arap Birliği hiç birinin hükmü geçmemektedir. Dünya siyaseti süper güçlerin elinde ve Birleşmiş Milletlerin veto yetkisine sahip daimi üyelerinin elindedir. Görüldüğü gibi veto yetkisine sahip beş daimi üye içinde bir Türk ya da İslam ülkesi yoktur. Bu durumda Birleşmiş Milletler örgütünün varlığının da esasta hiç bir anlamı yoktur. Çünkü beş daimi üyeden birisi mutlaka veto yetkisini kullanmakta ve örgüt etkisizleştirilmektedir. Bu beş daimi üye Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin ne ilginçtir ki aynı zamanda dünyaya silah pazarlayan ve silah pazarını elinde bulunduran, en çok silah satan ilk beş devlettir.
İlk defa Başbakanımız beş daimi üyenin veto yetkisinin sorgulanmasını istemiş ise de yoğun gündem içinde kaybolup gitmiş kimse sahip çıkmamıştır. İslam İşbirliği Teşkilatı ise üyelerin büyük kısmının batı güdümünde iktidarlardan oluşması nedeniyle bir gücü ya da etkisi sözkonusu olamamaktadır.
Bu tablo ile birlikte değerlendirmemiz gerekir ise nasıl ki 1.Dünya savaşı Avrupa-Asya ekseninde olduğu gibi 2.Dünya Savaşı dahi aynı bölgede yine Avrupa-Asya eksenli olmuş ve dünyanın merkezi konumundaki ortadoğudan uzakdoğuya maden, enerji ve petrol bölgeleri ile Türk-İslam coğrafyasının etkisizleştirilmesi ve paylaşımı odaklı bir savaş olmuştur. Dünya egemen güçleri 1.Dünya savaşında Türk-İslam dünyasını, Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye ederek sahipsiz ve başsız bırakmışlar, aralarında paylaşmışlar, Türkiye Cumhuriyetini saltanat ve hilafeti kaldırtarak kukla bir devlet haline getirmişler, Arap ülkelerini kendi aralarında paylaşmışlardır. Beynelmilel emperyalizm kontrol dışı güçler olan Alman ve İtalyan devletleri ile Japonya'yı 2.dünya savaşında safdışı ettikten sonra Orta Asya Türk Devletleri Rusya kontrolüne bırakılmış, Japonya, Almanya ve İtalya ise Amerika, İngiltere ve Fransanın kontrolünde askerden arındırılmıştır.
Şimdi ise Türk Dünyasında ve İslam Dünyasında bu oyunun farkına varan milli ve islami güçler kurulan kukla cumhuriyetlerin ve despotik rejimlerin tasfiyesi ve demokrasinin ve halkın iktidarı için mücadeleye başlamışlardır. Fakat görüldüğü gibi basın, asker, krallar ve diktatörler batıdan yanadır. Halk en yoğun ajan trafiğinin yaşandığı Türk-İslam coğrafyasında özellikle ortadoğuda etnik ve mezhep kışkırtmalarının ve ajitasyonlarının ortasında bir o yana bir bu yana savrulmaktadır. Ortadoğu bir kan gölüne dönmüştür. Batılı güçler böl-yönet ve düşmanlıkları körükle ilkeleri ile yıllarca Arap ülkeleri arasına nifak soktuğu gibi Türkiye'yi de dört bir yandan komşuları ile düşmanlık politikaları ile boğmuş, sahte krizlerle oyalamış, içte anarşi, dışta ise Yunanistan, Bulgaristan, Suriye, Irak, İran, Ermenistan ile yaşanan gerginlikler gölgesine, askerin gölgesi düşmüş, sivil idarenin bu kaostan çıkma girişimleri ise askeri darbelerle önlenmiştir. Yıllarca nereden geldiği hala açıklanmayan ve ne zaman nasıl bittiği de belli olmayan ASALA terörü ve suikastleri ile diplomatlarımızın kanı akıtılmış, devletimiz ise nokta atışları ile bunu bertaraf etmeye başlayınca dışarıdaki terör, ASALA'nın artıklarının takviyesi ile PKK adı ile içeri taşınmış, PKK, Irak, Suriye ve İran'da üslenmiş ve himaye görmüştür. Suriye'den atılan, İran'da kısmen kontrol altına alınan PKK, Irak'ta ise PKK dışındaki Kürt güçlerin kontrol altına alınması ve kısmen etkisizleştirilmesi üzerine derin güçlerin devreye girmesi ile kendi sınırlarımız içinde dahi barınmaya başlamıştır.
Türkiye, bu kaostan çıkmak için cumhuriyetin kuruluşu ile devletin boynuna takılmış olan tasmayı çıkarmanın şart olduğunun bilinci ile gerekli operasyonu yapmış ve askeri vesayete son vermiştir. Her ne kadar cılız sesler çıkmakta ise de toplum genelde bu operasyonu onaylamış ve kabullenmiştir. Devletimiz Türkiye'de bu vesayete son vermiş ise de Ortadaoğu ve Türk-İslam coğrafyasında vesayet aynen devam etmekte olduğundan komşularla sıfır sorun politikasını devreye sokarak başta Yunanistan olmak üzere hatta Ermenistan da dahil olmak kaydı ile İran, Suriye, Irak ile iyi ilişkiler kurduğu gibi Türk ve İslam dünyası ile de sıkı işbirliğine girmiştir. 1980 lere kadar ordunun baskı ve etkileri nedeniyle İslam Konferansı Örgütünde bile etkisiz kalan Türkiye son yıllarda izlediği aktif politika ile örgütün genel sekreterliğini almıştır. Türkiye Arap Baharı denen hareketleri organize etmedi ise de en azından desteklemiş ve oralarda yaşayan müslüman halkların iradelerinin yönetime yansıması için çaba sarf etmiştir. Esas olan odur ki İslam olanın ve insan olanın olması gereken yer bellidir. Demokrasiden ve halkın çoğunluğun iradesinden yana olmak ve azınlığın haklarına da saygı duymaktır esas olan. Ancak çoğunluğun hak ve hukukuna riayet etmeyen azınlıklar yönetmiştir yıllardır Türk-İslam ülkelerini. Büyük bir kısmında da hala bu azınlık iktidarları sürmektedir. Daha doğrusu bu çemberi kırabilen yegane ülke şu an sadece ve sadece Türkiye'dir. İkinci ülke Mısır olmuştu. Ancak Taksim Gezi'de başlayan milli iradeyi tasfiye operasyonu geri püskürtülünce hedef Mısır olmuş ve milli irade Mısır'da batının organize ve desteği ile alaşağı edilmiş, baskı, kan ve zulüm dönemi başlamıştır. Eğer Mısır'da bu ihtilal olmasa idi Türkiye ve Mısır birlikte Türk-İslam coğrafyasında yanlarına alacakları yeni demokratikleşecek devletlerle birlikte alternatif büyük bir güç oluşturma yolunda mesafe alacaklardı. Suriye vardı sırada, sonra Ürdün, hatta Suudi Arabistan, Katar, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri ve Libya, Tunus, Cezayir, Fas, Sudan. Fakiriyle zenginiyle say say bitmez devletlerimiz var. Pakistan, Bengaldeş, Endonezya, Malezya, Afganistan, Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan. Düşünebiliyor musunuz bu ülkelerin askeri ve ekonomik güçleri ile bir ve birlikte olduklarını. Petrol, doğalgaz ve diğer yeraltı zenginlikleri bakımından dünyanın asıl güç merkezidir bu ülkeler. Ama son elli yıldır kukla yönetimlerin elinde batının ve dünya siyasetinin elinde oyuncak olmuştur. İşte şimdi Türkiye bu oyunun farkındadır. Artık figüran olmak yerine oyun kurucu olmak istemektedir. Ve bunun farkında olan şer güçler bir 600 yıl daha Müslüman Türk'ün eline teslim olma korkusu ile her türlü tezgahı ve oyunu kurmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu sadece sınırlarını çizdiği coğrafyanın sahibi değil tüm dünyanın hakimi ve tek çobanı idi. Batılı şer güçler hakimiyeti ve çobanlığı elimizden almış ve bize şimdi iki yol göstermektedir. Ya sürünün koyunu olacağız ya da o sürünün köpeği. Sürünün sahibi ya da kendi adına çobanlığına kalkışmak ise sadece batının hakkı. Türk-İslam halkları ise sürü olmaya mahkum. İşte Türkiye bu döngüyü kırmanın ve batılı çobandan kurtulmanın derdinde ve azmindedir. Ve bu süreç çok zor ve sancılı bir süreçtir. Bu süreci yaşamaya mecburuz.
Aslında olması gereken şudur: Birleşmiş Milletler ve tüm dünya siyasetini etkileyen güçler dünyanın neresinde olursa olsun kendi halkını baskı altına alan yönetimlere, zulüm ve baskı ile özgürlükleri kısıtlayarak ve kan dökerek var olmaya çalışan diktacı yönetimlere karşı olmak zorundadır. Fakat egemen güçler ne yapmaktadır: ister kral, ister padişah, ister diktatör olsun, ister adı islam ister cumhuriyet ne olursa olsun kendisine bağlı olan yönetimleri desteklemekte ve arka çıkmakta, yine adı ne olursa olsun halkının ve halkının menfaatlerinin yanında olan yönetimlere ise karşı çıkmaktadır. Şu anki tabloda Mısırdaki Mursi öncesi bir diktatörlük vardı. Seçimle gelen Mursi askeri darbe ile indirildi. Batı Mursi'den yana değil, darbeci Sisi'den yana. Suriye'de Beşar Eset binlerce insanı katlediyor. Batı Eset'ten yana. batının korkusu şu ki Eset giderse Türkiye ile birlikte hareket edecek bir yönetim gelir korkusu ile müdahale etmiyor, edemiyor. Irak'ta yıllarca Saddam'ı kullanan batı Saddam sonrası Irak'ta kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmadı. Ve halk nerede ise Saddam'ı arar hale geldi. Keza Libya'da da benzer durum sözkonusudur. Efendi ya da senarist batı olunca bunlar kaçınılmaz. Oysa ki İslam Milletler Topluluğu ya da İslam Birleşmiş Milletleri mevcut olsa idi, kendi sivil ve askeri iradesi ile ne Irak ne Mısır, Ne Libya ne de Suriye'ye keza Körfez Harbinde olduğu gibi Arabistan'a hıristiyan askerleri sokmazdı. Olması gereken aslında budur. Türk İslam dünyası kendi örgütlenmesini yapmalı ve Birleşmiş Mİlletler Güvenlik Konseyinin her biri tek başına veto hakkına sahip daimi beş üyesinin ağırlığını bertaraf etmelidir. Ya İslam Birleşmiş Milletleri kurulmalı ya da Türkiye veto hakkına sahip beş daimi üye yanında veto hakkına sahip altıncı daimi üye olarak güvenlik konseyinde yer almalıdır. Ve Türkçe Birleşmiş Milletler örgütünün resmi dilleri arasına alınmalıdır.
Şimdi bütün Türkiye'ye sesleniyorum. Ak Partililer, gök Partililer, dostlar, düşmanlar, kemalistler, komünistler, ülkücüler, türkücüler her kimseniz işte üstüne almak isteyen alsın. Madem bu ülkede bu coğrafyada yaşıyoruz, ne düşünürsek neye inanırsak inanalım sadece bu coğrafyanın değil bu coğrafyanın misyonunun da mirasçısıyız. İstesek te istemesek te biz Orta Asya'dan gelen Hoca Ahmet Yesevi'nin Yunus Emrelerin, Mevlanaların, Hacı Bayram Velilerin, Hacı Bektaş Velilerin, Fatihlerin, Yavuzların torunları ve mirasçılarıyız. Bizim sınırlarımız Edirne'de başlayıp Kars'ta bitmez şairin dediği gibi. Bizim tarihimiz münhasıran 1923 te başlamaz. Biz binlerce yıllık bir tarihin en az bin yıldır Anadolu'ya ve Avrupaya ve üç kitaya taşıdığı bir milletiz. Kendini Anadolu coğrafyasında küçük ve sömürge bir azınlığın aciz bir ferdi ya da avrupanın devşirdiği İslamdan uzak bir elinde şarap bir elinde rakı kendini modern ve laik ve çağdaş zanneden bir topluluğun batıya teslim bir ferdi gibi gören de olabilir. Ama bu, Anadolu'daki yaşayan tek gerçeği asla değiştiremez: Türk milleti asildir, büyüktür, Türk Milleti elhamdülillah müslümandır ve Türk Milleti batının sömürgesi ya da piyonu ve oyuncağı asla değildir ve olmamıştır. Türk Milleti öncelikle Türk-İslam Dünyasına ve elbette tüm dünyaya hükmetmek için var olmuştur ve var olmaya devam edecektir. Yahudinin efendi, yahudi olmayanların ise köle olduğu Büyük Dünya devleti bir avuç yahudinin sadece rüyası olarak kalacaktır. Yeşil enternasyonali gerçekleştirecek olan yani tek dünya devletini kuracak ve yönetecek olan tek millet Müslüman Türk Milletidir. Demiştik yine diyoruz o ilahi kelam ile; "Allah nurunu tamamlayacaktır, kafirler istemeseler de"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder