7 Aralık 2015 Pazartesi

CAN, MAL VE NAMUS MESELESİ

İnsanların ve dolayısı ile toplumun can, mal ve namusu vazgeçilemez üç kutsal olarak öne çıkmıştır. Kişilerin kendi rızaları ile canlarından vazgeçmelerine bile sistemler izin vermediği gibi intihar etmek dinen de en büyük günahlardan biridir. Ancak beşeri düzen ve sistemlerin hiç birisi toplumun can, mal ve namusuna sahip olmak ve korumak konusunda yeterli tedbirleri alabilmiş değildir.
Biz burada toplumun canı, malı ve namusu konusunda kısaca mevcut mevzuat ile olması gereken mevzuat ve alınması gereken tedbirler konusunda şahsi görüş ve düşüncelerimizi ve tekliflerimizi paylaşacağız.
Bilindiği gibi ülkemizde idam cezası da kaldırılmış olup insanların canına kast edilmesi halinde ceza kanunumuz ağır tahrikte asgari sekiz hapis cezasından ağrılaştırılmış müebbet hapis cezasına kadar cezalar uygulamaktadır. Maddi hukuka ilişkin tazminat talepleri ise hukuk mahkemelerinde ayrıca dava edilebilmektedir.
Mal aleyhine işlenen suçlarda ise uygulanan cezalar gaspa girmediği sürece fevkalade azdır.
Namus aleyhine işlenen suçlarda verilen cezalar da toplumun namus ve ahlak anlayışına göre son derece yetersiz ve caydırıcı olmaktan uzaktır. Şimdi olanı kısaca özetledikten sonra olması gerekeni ifade etmeye çalışacağız.
İnsanın vücut bütünlüğü aleyhine işlenen suçlar yaralama ve öldürme başlıkları altında özetlenebilir. Hukuk yaralama ve öldürme ve işkence tehdit ve hapsetme, ya da hakaret ve sövme gibi kabahat ve cürümlerde mağdurun şikayetçi olması ile olmaması seçeneklerine göre ceza tayinine gitmelidir. Suçluya ceza verilmesi ya da verilmemesi kamu düzeni ilgili olmakla birlikte mağdurun mağduriyetinin giderilmesi ve şikayetinden vazçmesinin sağlanması birinci derecede önemlidir. Hatta eğer mağdurun mağduriyeti gideriliyor ve şikayetinden vazgeçmesi sağlanabiliyorsa, mağdur açısından süçluya ceza verilmesi ya da verilmemesi çok ta önemli değildir. Uygulamada ise mağdurun mağduriyeti ikinci planda ve mevcut mevzuata göre ceza verilmesi birinci plandadır. Yapılması gereken mağdurun mağduriyetini gideremeyen sanığın cezasını en az birkaç kat ağırlaştırmak icap eder. Hukuk devleti, mağdurun mağduriyetinin, ya zarar veren tarafından giderilmesini temin etmeli bu mümkün olamıyorsa devlet mağduriyeti derhal gidermelidir. Devlet, mağdura ödediği tazminatı ise hapis cezası ile birlikte sanığı uygun bir işte işbu tazminat borcunu ödeyene kadar çalıştırmakla ödetmelidir.
Mal aleyhine işlenen suçlarda iki ayrı kategoride değerlendirilebilir. Bir kişi mağdurun malını ya tahrip etmekte ya da çalmakta veya dolandırma sureti ile eline geçirmektedir. Burada da devlet öncelikle mal aleyhine işlenen suçlarda sanığın ya da sanıkların verdikleri zararı gidermeleri veya hırsızlık veya dolandırıcılık yolu ile ele geçirdikleri malı iade etmelerini sağlamayı hedeflemelidir. Eğer zarar gören mağdurun mağduriyetini zarar verenden alamıyorsa, derhal işbu zararı devlet olarak tazmin etmelidir. Ve devlet ödediği tazminatı zarar verenden ya da verenlerden müştereken onların mal varlıklarından eğer yoksa hapis cezası ile birlikte işbu tazminatı ödeyene kadar devletin göstereceği bir işte çalıştırmak sureti ile ödetmelidir.
Namus aleyhine işlenen suçlarda herşeyden evvel birinci derece yapılması gereken; sırf istek, heves ve kişisel tatmini için kasden ve zorla bir başkasının namusuna tecavüz eden ve tam teşebbüs sureti ile teşebbüs eden kişinin cinsel iktidarı elinden alınmalı ve tıbben kısırlaştırılmalıdır. Mağdur kişinin ya da küçükse ailesinin her türlü maddi ve manevi mağduriyetini giderecek tazminat zarar verenin mal varlığından mağdura aktarılmalı, yeterli mal varlığı yok ise devlet bu tesbit edilecek tazminat bedelini mağdura ya da ailesine ödemeli, ödediği bedeli ise mağdur bu bedeli devlete ödemiş sayılana kadar hapis cezası sırasında ve sonrasında yine devletin göstereceği bir işte bedenen çalışarak ödemelidir.

Yeniden hülasa edersek kişilerin can, mal ve namuslarına yapılan saldırı halinde devlet öncelikle mağdurun mağduriyetinin giderilmesini hedeflemelidir. Ya zarar veren kendisi mağdurun şikayetinden vazgeçmesi için gereken girişimi yapacak, yapmaması halinde ise devlet zarar verenden bu tesbit olunacak bedeli tahsil edecek ve mağdura aktaracaktır. Bu hal, fiilen zarar verenin maddi durumu nedeniyle mümkün olmaması halinde ise devlet bizzat kendisi mağdurun mağduriyetini giderecek, hazineden gerekli ödemeyi yapacak ve zarar verenden ya da verenlerden hapis cezasının infazı sırasında ve sonrasında zarar verenlerin mal varlığından aynen tahsil edecektir. Bunun mümkün olmaması halinde ise zarar verenler devletin göstereceği bir işte çalışmak sureti ile emekleri ile bu borçlarını ödeyene kadar sadece zaruri ihtiyaçları karşılanarak borçlarını emekleri ile ödemelidir. Adalet sadece zarar verene devletin takdir ettiği cezayı vermek değildir. Adalet birinci derecede mağdurun mağduriyetini gidermektir. Ve dolayısı ile toplumun canını, malını ve namusunu garanti altına alamayan hiç bir sistem adil, çağdaş ya da hukuki olduğu iddiasında bulunamaz. Aslolan toplumun öncelikle can, mal ve namus olmak üzere üç kutsalına sahip olmak, sahip çıkmaktır. Bunu hedeflemeyen ve gerçekleştiremeyen bir sistemin adı ne olursa olsun o sistem, insanlara zulmeden bir sistemdir ve yaşaması ve hükmünü sürdürmesi asla mümkün değildir. Ben kendi adıma bir saldırı korkusu olmaksızın ülkemin her yerinde ve saatinde rahatça ve korkusuzca yürümek istiyorum. Sabaha kadar evime hırsız girecek korkusu olmaksızın uyuyabilmek isitiyorum. Can, mal ve namusumun devletimin garantisi ve kefaleti altında olduğunu bilmek ve bunun rahatlığı ve huzuru ile yaşamak istiyorum. Oysa ki bugün yapanın yanına kar kalan bir sistem içinde yaşıyoruz. Namuslu ve kurallara saygılı insanların adeta cezalandırıldığı bir sistemdir bu. Vergiyi ödemeyen kar ediyor, aftan yararlanıyor, dolayısı ile ödüllendirilmiş oluyor. Pek çok insan çalmaktan, çırpmaktan, magandalıktan psikopatça bir zevk alıyor. Pek çok insan hukuktan ve devletten korkmuyor. Korkan ve sinen insanlar ise ahlak, namus ve fazilet sahibi, terbiye sahibi insanlarımızdır. Devlet bu sistemi tez zamanda revize etmeli ve tersine çevirmelidir. Bunun için bütün namuslu insanlara görev düşüyor. Hepimiz sesimizi yükseltelim, yetkililere ve ilgililere ve çevremize halimizi anlatalım ve hatta mağdur olanlarımız, mağdur edenlerden mağduriyetlerini giderememeleri halinde devlet aleyhine dava açarak tazminat talebinde bulunmalıdır. Unutmayalım ki devlete ödemekte olduğumuz vergiler canımız, malımız ve namusumuz korunsun diyedir. Gencecik evlatlarımızın kanını ve canını devlete teslim ediyor isek bunun birinci nedeni can, mal ve namusumuzu devlete emanet etmemizdir. Ey devlet! Vergi aldığın ve kimlik verdiğin vatandaşlarını katillerden, hırsız ve eşkiyadan, ırz ve namus düşmanlarından, sapıklardan koru lutfen.  

27 Kasım 2015 Cuma

EN BÜYÜK OLMAK VE EN BÜYÜKTEN KORKMAK


İnsanoğlu geçmişten bugüne dünyevi manada en büyük olmak gibi bir istek sahibidir. Bu istek öylesine güçlüdür ki başkalarının hak ve hukukuna tecavüz etmek pahasına, en büyük olmak için elinden gelen her çabayı gösterir. Bunu yaparken zamanın en büyüğü karşısında ise sinsi bir teslimiyet ve korku içindedir.
Tarihten günümüze insanlar değişik alanlarda en büyük olmak için türlü oyunlar ve mücadeleler içine girmiştir. İlk büyüklük taslayan gurur abidesi şeytandır. Ben ateşten yaratıldım, balçıktan yaratılmış Adem'den daha büyüğüm demiş ve asilerin ve günahkarların en büyüğü olarak kıyamete kadar büyüklüğünü de sürdürmektedir. Demek ki en büyük olmak tek başına yetmiyormuş. Şeytan da kendi alanında en büyüktür ve hatta sahip olduğu ilim ile de çok büyük ve güçlüdür ama sonuçta bütün insanlık aleminin nefret ve düşmanlığını kazanmış bir imaj sahibidir.
Etrafımıza bir bakalım, iş adamları, şirket ve işletme sahipleri, türlü alanlarda faaliyet gösteren insanlar hayatları pahasına en büyük olabilme derdindedir. Bu yolda rakiplerine ve ulaşabildikleri her türlü güce sahip ve hakim olabilmek için türlü planlar kurmakta ve hatta devlete dahi sahip olabilmek için işlerine gelen güçlerle ve devletlerle işbirliği yapmaktan da çekinmemektedir. Oysa ki devlet toplumun ortak mülkü ve gücüdür ve toplumun bütününe hitap eden ve elbette hükmeden bir güç merkezidir.
Hal böyle ilen insanoğlunun üzerinde bir an olsun düşünmeden ve tefekkür etmeden büyük olma, en büyük olma isteğinin ne kadar anlamsız ve beyhude olduğunu anlamamasını aklı selim bir insanın anlaması mümkün değil. Nedendir bu büyük olma, en büyük olma isteği. Düşünmeden tefekkür etmeden, sorgulamadan kayıtsız ve şartsız en büyük olmak istiyoruz. Ve hiç beklemediğimiz bir anda dünyanın en küçük varlığına bir mikrobuna yenilip toprak olup gitmiyor muyuz?
Dünyanın en büyük boksörü vardı, Casius Clay. “dünyada benden büyük yok” dedi. Gerçekten ondan büyük boksör yoktu. Dünya şampiyonu idi, yenilmez idi ama bu sözü söyledikten sonra ondan büyük biri ortaya çıktı ve onu yendi. Sonra insanoğlunun büyüklük taslamasının ne kadar boş ve anlamsız olduğunu müslüman olup Muhammed Ali adını aldıktan sonra öğrendi ve Allah ona yeniden dünya şampiyonluğunu nasip etti.
Bu kavga ve hengamede ise bir kısım insanlar dünyevi bir gücün önünde diz çöker ve o güce teslim olurlar. O güçten korkarlar. Büyüklük iddiasındaki insanlar ya da kurumlar ya da devletler önünde teslimiyet gösterirler. Korku ile eğilirler. Tabulaştırılmış bazı fikir akımları ise o tabunun arkasına dayanmış bir gurup insan tarafından idare edilir ve o tabunun gücü o gurup tarafından kullanılır. Mesela eski Sovyetler Birliğinde bir avuç komunist partili dünyanın nerede ise bir yarısının kaderini sol marksist komünist harekette odaklanan güç ile elinde tutuyordu. Bugün ülkemizde de gidip Anıtkabirde müslümanca el açıp Fatiha okumak yerine diz kırıp tapınma seremonileri yapanlar oluşturulmuş kemalizm arkasındaki güçler tarafından kullanılmaya hazır birer mankurtlardır. Cumhuriyetin kuruluşundan beri korkular ülkesi olmuşuz. Amerika'dan korkmuşuz, Rusya'dan korkmuşuz, batıdan korkmuşuz, doğudan korkmuşuz, şeriattan, komünizmden kormuşuz. Korka korka bugünlere gelmişiz.
Herkesin bildiği ancak gönülden kabul ve tasdik edemediği bir gerçeği burada tekrar etmek istiyorum. En büyük olma iddiasındaki her türlü beşerin bir ömrü vardır ve o vakit saat geldiğinde bir hiç olmaya yok olmaya mecbur ve mahkumdur. İnsanlar, hayvanlar, her türlü canlılar, binalar, şehirler ve devletler. Hepsinin bir ömrü vardır. Yaradanın verdiği ömür bittiğinde ya canlılıkları sona erecek ya da bir deprem ya da sel gelip alıp götürecektir. Dolayısı ile ne Amerika'dan ne Rusya'dan, ne falandan ne filandan korkmak bu millete de, Allaha iman etmiş bir müslümana da yakışmaz. Allah'tan değil de bir kişi ya da devletten daha çok korkmak şirktir, küfürdür ve ayrıca aptalca bir tavırdır. Korkunun ecele faydası yoktur. Orta Asya'dan at üstünde Avrupa içlerine kadar gelen göçebe ecdadımız eğer o günün büyükleri Çin'den Moğol'dan, Pers'ten, hıristiyan Roma ve Haçlı'dan korksalardı ve en büyük güce Allah'a teslim olmasalardı eğer bugünlere gelebilmek asla mümkün değildi.

En sözü ile başlayan olumlu ekler elbette güzeldir. Ama büyüklük dışında da enler vardır. En büyük olma hedefi insanoğlunu büyüten değil manada küçülten bir hedeftir. İnanan ve Allah'a iman eden bir insan mesleğinde en iyi olmayı hedeflemelidir. Bunun yanında yaşı itibarı ile en iyi evlat, en iyi kardeş, en iyi arkadaş, en iyi dost-sevgili ve eş, en iyi öğrenci, en iyi öğretmen, en iyi anne veya baba, en iyi komşu, en iyi vatandaş, en iyi asker, en iyi yoldaş, en iyi insan olmaktan daha iyi ne olabilir. Bu saydıklarımızı hedefleyen insana Allah dünyada ve ahirette gerçek güç, iktidar ve büyüklüğü mutlaka nasip edecektir. İnanacak ve bileceğiz ve en zor günümüzde dahi diyeceğiz ki: “Allah var, gam yok”     

28 Ağustos 2015 Cuma

MENİM YÜREĞİM PARÇA PARÇADIR- MOĞOLİSTAN GEZİSİ

2.ağustos.2015 te İstanbul Atatürk Havaalanında başlayan yolculuğumuz Rusya'nın Novosibirski şehri havaalanında yaptığımız kısa bir duraktan sonra araçla Sibirya boyunca devam etti ve Moğolistan'ın Bayanölgi şehrinde verdiğimiz bir gecelik mola ve ardından Sak yaylasında dört gecelik çadır ve oba macerası, yayla dönüşü Bayanölgide bir gece ve ardından Moğolistan'ın KOVD şehrine araçla geçiş ve oradan uçakla uçsuz bucaksız yayla ve çöl üzerinden başkent ULANBATUR'a varış. İki gece kaldığımız Ulanbatur'dan Orhun Vadisine doğru devam ediyoruz araçlarla ve bir gece bir otelde, bir gece başka bir otelde kalıyoruz ve bu arada Bilge Tonyukuk ve Orhun Anıtı ile Cengiz Han müzesi ve birkaç ziyaret mahallini daha geziyoruz ve UlanBatur'a dönüyoruz. Üç gecelik Ulanbatur molasında şehri geziyor ve Büyükelçiliğimizi ziyaret ediyoruz. 18. ağustos 2015 te saat 14 te Cengiz Han havaalanından Bişkek'de verdiğimiz mola dan sonra akşam saat 17.30 gibi yeniden yurda dönüyoruz. Kısaca gezimizin hülasası budur. Tabii özellikle yol arkadaşlarımızdan ikisi gezi ile ilgili tuttukları notlarla gezimizin ayrıntılarını hikaye edecekler. Fakat ben hala gezinin üzerimde bıraktığı sarhoşluğu yaşamaktayım.
Ben kendi adıma 70 li yıllardan beri dünyadaki esir Türk kardeşlerimin esaretlerinin acısını yüreğimde yaşadım. 1970 ya da 1971 de Konya'da bir mitingde tanıştığım Doğu Türkistan Türklerinden Mehmet Altay isimli kardeşimle uzunca bir süre yazışmıştım. Üniversite yıllarında da aynı şekilde Irak Türkmenleri, Kırım Türkleri, ve tüm doğu blokunda bulunan kardeşlerimiz için toplantılar, mitingler, yürüyüşler yaptık, bildiriler dağıttık, sloganlar attık. Bir kısım genç kardeşlerimiz ezilen halklar ve dünya işçileri için ortalığı kırıp dökerken biz esir Türk kardeşlerimizin acılarını ta yüreğimizde duyduk.
Aradan geçen zaman içinde Sovyetler Birliğinin dağılması ile bir anda sanki o büyük TURAN kuruluverecek gibi geldi bize ama bu birleşme o kadar da kolay değilmiş. Biz sanıyorduk ki biz özgürüz de dış Türkler esir. Ama gördük ki Türkiye Türklüğü de bir başka esaretin altında imiş ve hala bu esaret zincirini tam olarak kırabilmiş değil. Gerçek emperyalizm boynumuza takmış halkayı, çeker durur.
İşte böyle bir ruh halinde ayak bastığımız Bayanölgi'deki Kazak kardeşimiz Canerbek'in evinin bahçesinde Canerbek kardeşimi bağrımıza bastık, ardından diğer aile üyeleri, fedakar Türk anası eşi, ve tam bir yiğit delikanlı NURBEK ve iki kızı ve son numara küçük sevimli bebek. Küçük kızının hoş geldin diye karşımda durduğunda yüzünü ellerimin arasına aldım ve gözlerine baktım. Gözlerindeki o tertemiz sevgi ve muhabbeti ömrümün sonuna kadar unutamam.
Canerbek ve Asgar, gezimiz boyunca bizi hiç yalnız bırakmadılar. Ve ailesi, eşi ve çocukları sürekli hizmetimizde oldu. Son ayrılacağımız gün Asgar'ın bir itirafı içimi sızlattı. Türkiye'den ağırladıkları ilk gurup biz olmuşuz bugüne kadar. Ve biz gelinceye, bizi havaalanında karşılayıncaya kadar da asla geleceğimize inanamamışlar. Şimdi düşünüyorum da bizi uğurlarken de belki ahirete uğurlar gibi uğurladılar, bir daha asla dönmeyecekmişiz gibi. Sekizbin km lik yol ve normalin üstünde bir maliyet. Gelmek ve gitmek çok kolay değil gibi görünebilir elbette.
Başta da dedim gezi ayrıntıları değil benim üstünde durduğum. Ben her yemek sırasında birlikte al açıp dua edişimizi, her ağırlandığımız hanede gördüğümüz ilgi, sevgi ve muhabbeti, bize bakan gözlerdeki ışığı nasıl unutabilirim?... Bütün karşılaştığımız tanıştığımız görüştüğümüz kardeşlerimizle hiç ayrılmamışız ya da daha düne kadar bir aradaymışız gibi bir sıcaklık ve yakınlık hissettik yüreğimizde. Aynı soya, aynı köke, aynı kana sahip olmanın farkını gördük bir kez daha, yaşadık. İki insan birbirine insan gibi bakar mesela, biz kazak kardeşlerimizle birbirimize bakarken gözlerimizdeki ışık ve sevgi ve muhabbet aynı soya sahip olmanın beslediği bir ışıktı. Elbette insan insanı insan olarak sever, sayar o farklı bir şey ama Türk'ün Türk'e bakarken neler hissettiğini burada bir kez daha bütün derinliği ile yaşadık ve kalpten, yürekten hissettik.
Ancak gördüğüm ve içimi sızlatan bir gerçek şuydu ki keşke gözlerimizin anlaştığı gibi dilimiz de aynı lisanda buluşabilse idi ne güzel olurdu?... Ben bu eksikliği Bosna gezisi sırasında da gördüm. Dilin yetmediği yerde İngilizce'nin araya girivermesi de çok, hem de çok ağırıma gitti.
Orhun Anıtları'na ve Bilge Tonyukuk kazı alanına giderken Türkçe yazıları, Türk bayrağını ve TİKA amblemini görmek ne kadar büyük bir haz verdi anlatamam. Türkiye her iki anıta giden yolları asfalt yaptırmış ve Moğolistan'daki bu yerlerin ve başkentteki milli müzedeki Türk tarihi ile ilgili kısmın düzenlenmesinde Türkiye'nin birinci derecede rolü var. Bilge Tonyukuk kazıları Türkiye'nin ve kazı heyeti başında Prof.Dr. Ahmet Taşağıl olduğu halde devam ediyor. Türkiye'nin son yıllarda geçmişine ve tarihine sahip çıkma yönündeki bu gayreti ve çalışması takdire şayan ve gurur verici.
Ulanbatur Türk Büyükelçiliği'ne randevu alarak gittik. Büyükelçi şehirde olmadığından bizi karşılayan ve ağırlayan TUNCER KIYAK beyefendi'nin nezaketi, ilgisi ve görev anlayışı bizi fazlası ile mutlu etti. Böylesi bir anlayışın diplomasiye hakim olması devletimizin geleceğinin daha güzel ve daha iyi olacağının bir işaretidir. Moğolistan devleti içinde Türkiye'nin devlet olarak imaj ve prestijinin fevkalade yüksek olduğunu gördük ve çok mutlu olduk.
Ve sonunda gezimizin sonu geldi, vuslatın coşku ve heyecanının yerini ayrılığın gamı ve hüznü aldı. Ayrılığın sarhoşluğu öylesine sarmıştı ki gözyaşları sonraya kaldı. Ayrılığın gözyaşlarını sonrasında döktük. Ve her gözümüzde canlandığında içimi derin bir huzurla karışık hüzün kaplıyor ve burnumun direği sızlıyor, gözlerim sulanıyor hafiften. Ben böyle büyük ve dalları dünyanın dört bir yanını sarmış bir millete mensup olduğum için şeref duyuyorum. Beni öncelikle müslüman ve elbette soy olarak Türk yaratan rabbime şükürler ediyorum. Dünyanın dört bir yanında bana kucak açan soydaşlarım var çok şükür.
90 lı yıllarda İzmir Türk Ocağı'nın Türk dünyası ile ilgili bir programında bir Azerbaycanlı öğrenci kardeşim sahneye çıkıp bir konuşma yapmış ve sözlerinin bir yerinde; “MENİM YÜREĞİM İKİ PARÇADIR, YARISI GÜNEY AZERBAYCAN'DADIR” demişti. Biliyoruz ki elli milyona yaklaşan bir Türk nüfus, güney Azerbaycan denilen coğrafyada İran işgal ve yönetimi altındadır. İşte o yıllarda söz sırası bana geldiğinde demiştim ki “menim yüreğim parça parçadır, her bir parçası güney Azerbaycan'dadır, Doğu Türkistan'dadır, Kırım'dadır, Kosova'dadır, Kıbrıs'ta'dır, Sibirya'dadır, Çeçenistan'dadır, Kafkasya'dadır, Musul'dadır, Kerkük'tedir, Afganistan'dadır, Kazakistan'da, Özbekis'tandadır. Evet bugün de aynı duygularla yüreğimiz parça parça. Ve her bir parçası Türk-İslam cooğrafyasının bir başka yerinde. Filistin'de, Bosna'da, Miyanmar'da, Afrika'da, Asya'da, Keşmir'de, Filipinler'de ve her yerde. Emperyalizmin yüreği adeta bir çakal, ya da sırtlanın yüreği gibi, nerede parçalanacak ya da karın doyurulacak bir beden var ise orada, Türkün yüreği ise Türk olsun olmasın, İslam olsun olmasın mazlumun olduğu her yerdedir.
İşte bu Moğolistan gezisi vesilesi ile Çin esareti altındaki Doğu Türkistan'dan sığındıkları Moğolistan'ın değişik bölgelerine yayılmış kazak kardeşlerimizin kucağına yüreğimizin bir parçasını bıraktık ve Türkiye'mize döndük. Hayatımızda bir ilk olarak tanıştığımız, görüştüğümüz ve hasret giderdiğimiz siz kardeşlerimizi, Canerbek, eşi, oğlu Nurbek ve kardeşleri, Asgar kardeşimiz, Devranbek, Serik, ve kaldığımız medresedeki diğer kardeşlerimiz ve Karadenizli-Ordulu Hasan. Haklarınızı helal ediniz. Sizleri hiç ama hiç unutmayacağız. Allaha emanet olunuz.


23 Temmuz 2015 Perşembe

SEVMENİN, SÖVMENİN, DÖVMENİN VE ÖLMENİN ZAMANI OSMANLI, TÜRKİYE VE TÜRK MİLLETİ VE İSLAM ÜMMETİ VE DÜNYA HALKLARI


Zaman gözle görülmez elle tutulmaz ama hayatımızın bütününe hakim olan bir kavramdır. Zaman doğumdan ölüme bize verilmiş bir kredidir belki de. Zaman her insan için doğumla başlar ve ölümle dünyevi olarak biter. Ve İslam inancına göre başka boyutta sonsuza kadar sürecek bir zaman vardır. İnsanoğlu nasıl ki elinde mevcut olan bir parayı sermaye yaparak iyi yerlerde iyi işlerde kullanmak sureti ile ya ihtiyaçlarını giderir ya da o sermaye ile daha büyük paralar kazanır, işte aynı bunun gibi insanoğlu zamanını elindeki sermaye gibi iyi değerlendirirse ahiret boyutunda çok daha uzun zamanlarda rahat ve huzur içinde var olmaya devam edebilecektir. Bunun tersi halde ise ömründen çok daha uzun zamanlarda rahatsız ve huzursuz bir cehenneme mahkum olabilecektir. Derler ya dünya ahiretin tarlasıdır, ya da güzel ve hayırlı işlerle cennet dünyada satın alınabilir. İşte insanoğlunun ilk insandan bu yana bu iyi kötü mücadelesi, cennete sahip ya da cennetten mahrum olmak hesabı bitmemiş, hala devam etmektedir.
İşte biz de kısaca açıkladığımız çerçevede zamanı gelmiştir, söylemenin ya da yazmanın tam zamanıdır düşüncesi ile birkaç kelam daha etmek zorunda hissettik kendimizi. Derdimiz ne dünya ehli birilerine yaranmaktır, ne de dünya ehli birilerinden korkumuz ya da sevgimiz ile değildir bu sözlerimiz. Sadece ve sadece vazife bellemişizdir, zamanıdır, söylemenin zamanıdır demişiz ve söylüyoruz. Hepsi budur. Doğru olan budur, zamanı gelince susmak, zamanı gelince söylemek, zamanında sevmek, ya da sövmek ya da dövmek ve zamanı gelince de bir gül bahçesine gidercesine ölüme koşmak. Ama işte o zamanı belirlemekte çok önemlidir. Zamansız yapılan hiç bir şey bir şey ifade etmeyebilir. Zamansız ibadet bile yapılmaz, yemek yenmez, oruç tutulmaz. Mesela sadece cuma günü cuma namazı kılınır, kimse hadi bir cuma namazı kılalım diyemez canının istediği zamanda.
Kendi adıma aklım erdiğinden beri sahip olduğum akıl ve idrak ile sürekli bir düşünce ve tefekkür içinde oldum. Kendim, ailem, çevrem, hısım, akrabam, milletim ve devletim ve dünya ile ilgili bir dünya şey düşündüm, okudum, gördüm ve yaşadım. Bunların hepsini belki birkaç satır yazıda ifade etmek mümkün değil ama bazı önemli gördüğüm noktaları ana başlıklar halinde sıralamak istiyorum. Ancak öncelikle birkaç ana cümle söylemek istiyorum. Dolayısı ile diyeceklerim bunlar çerçevesinde değerlendirilsin istiyorum:
1-Geçmişte rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'nun söylediği bir cümleyi burada tekrar etmek istiyorum. O söylediği için değil gerçeğin ta kendisi olduğu için söylüyorum: Allah'ın varlığı ve birliği ile gönderdiği kitap ve elçisi dışında hiç bir mutlak hakikat tanımıyorum. Dolayısı ile dört halife dahil o günden bugüne gelen hiç bir şahsın, şeyhin, siyasi ya da dini liderin, ya da kralın, padişahın her yaptığı ve söylediği mutlak doğru olamaz. Günümüzde de hiç bir siyasi lider ya da tarikat liderinin her söylediğini doğru kabul etmek tek kelime ile küfürdür.
2-Yukarıdaki madde bağlamında düşündüğümüzde geçmişten bugüne ne Osmanlı döneminde ne de cumhuriyet döneminde hiç bir kişiyi kutsamak, bütün iş ve fiillerini doğru kabul etmek mümkün değildir. Ve bugün de on yılı aşkın bir süredir işbaşında olan mevcut iktidarı her söz, iş ve tavrını doğru kabul etmek en büyük yanlıştır. Tıpkı kişilerde olduğu gibi siyasi kurumların da doğruları ve yanlışları elbette vardır. Biz onları büyük resme bakarak değerlendiririz. Şöyle ki terazide yanlışların bir kefede, doğruların bir kefede tartılması gibi. Öte yandan kendimizin dahi mutlak doğruya teslim olduğunu nereden bilebiliriz. Beşeri anlamda doğru ve yanlış subjektif ve değişken bir kavramdır. Mutlak doğru sadece yaradanda ve yaradanın kitabındadır. Fen bilimlerinde bile mutlak doğru olmayabiliyor. Örneğin suyun kaynama derecesi yüz diyoruz ama iklim ve basınç şartları ve suyun içindeki görmediğimiz bazı mineraller bu dereceyi değiştirebilmektedir. Dolayısı ile bizler muhatabımıza bakarken ya da değerlendirirken mensubu olduğu topluluğun bütün yanlışlarına ortak gibi göremeyiz.
3-Kaynağı hak yani Allah olmayan bütün beşeri sistemlerin mükemmel olduğunu söylemek mümkün değildir. Dolayısı ile sosyalizm, ya da komünizm, ya da sosyal demokrasi, ya da demokrasi ya da cumhuriyet ya da faşizm, bunların hiç birisi insanlığın bütününe hitap etmez. İnsanlığın bütününe hitap eden sadece ve sadece yaradan Allah'tır. Ve bu çerçevede hak kitap Kuran'dır.
Altaylardan Ergenekon'dan anadolu'ya doğru sefere çıkan Türk Milleti islam ile tanıştıktan sonra sadece ve sadece Allah rızası için yaşamış, savaşmış ve var olmuştur. Dolayısı ile İslam tarihinde Emevi ve Abbasi döneminden sonra İslam sancağının hizmetkarı olan Türk Milleti, islam coğrafyasını kanı ile sulamış, Haçlı seferleri sırasında, öncesinde ve sonrasında küffara karşı göğsünü siper etmiş, mukaddes beldeleri korumuş ve bekçiliğini yapmıştır. Hilafeti de Yavuz Sultan Selim eli ile teslim aldıktan sonra Osmanlı sultanı, doğu roma imparatoru, ortadoks ermeni ve rumların başı ve temsilcisi, müslümanların halifesi olmanın yanında gücü ve iktidarını tarihinin her döneminde mazlum ve mağdurdan yana kullanan Allahın adaletini temsil eden bir güç olarak var olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu din, ırk ve fikir düşünce ayrımı yapmaksızın sadece hak ve adaletten yana olan yegane güç ve devlet olmuştur. Bu konuda birkaç örnek vermek istiyorum:
1-Faymonville, Belçika'da, Liège ilinde köy. Faymonville köyünün özelliği sakinlerinin,Türklerle doğrudan hiçbir ilişkisi olmamasına rağmen, çevresindeki köy ve kasaba sakinleri tarafından Türkadıyla anılmasıdır.
Köy halkına Türk denmesine ilişkin iki yaygın rivayet vardır. İlki, 16. ve 17. yüzyılda Avrupa'daki Osmanlı fetihlerinden zarar görenler için yapılan yardımlara Faymonville köylülerinin katılmamasına tepki olarak Türk adıyla anılmaya başladılar. İkinci rivayete göreyse, köy halkı Osmanlılara karşı yapılacak bir Haçlı Seferi'ne katılmayı reddedince Türk ismi takıldı.
Köyün yaşlılarının anlattıklarına göre II. Dünya Savaşın'da bütün Belçika'yı istila eden Nazi ordusu köydeki Türk bayraklarını görünce köye hiçbir zarar vermeden geri çekilmişlerdir.
Faymonville'in bir de RFC Turkania Faymonvilleisimli futbol kulübü vardır. Köyün Türk özelliği her yıl Şubat ayında düzenlenen karnavalda yaşatılmaktadır. Karnavalda köy halkı Türk kostümleri giyerek; ellerinde Türk bayraklarıyla resmi geçit yapmaktadırlar.
2- İngiltere ve İrlanda'da Ay-yıldız Logolu İki Kulüp; Portsmouth F.C ve Drogheda United
Bu iki kulübün amblemleri her zaman ilgimi ve dikkatimi çekmiştir. Bu iki kulübün tarihini araştırdım ancak pek fazla Türkçe kaynak bulamadım. Ancak öğrendiğim kadarıyla Britanya'daki kıtlık zamanlarında bu iki şehir Osmanlı yardımı almışlar. Ve Osmanlı yardımlarına şükran olarak da kulüplerinin amblemlerine ay-yıldız koymuşlar. Ayrıca Drogheda şehrinin ambleminde de ay-yıldız figürü var. Burdan bu iki kulübe de bravo demek istiyorum. Portsmouth F.C 1898 yılında kurulmuş ve şu an İngiltere Premier Ligi'nde bulunuyor. Drogheda United ise 1919 yılında İrlanda'nın Drogheda kasabasında kurulmuş. Renkleri bordo-mavidir ve Trabzonspor ile kardeş takımdır.
3- Beşyüzüncü yıl vakfı Türkiyededir. Türk Ulusunun yüzyıllar boyu baskı, zulüm ve bağnazlık ortamından kaçma zorunluluğunda kalan herkese, Yahudilere, Polonyalılara, Macarlara, Romenlere, Ukraynalılara, Abazalara, Çerkeslere, Kırım Tatarlarına, Gürcülere, Azerilere, Kazaklara, Kırgızlara, Komünist İhtilalinden kaçan Ruslara, Bengladeş, Afgan ve Kuzey Irak halklarına kucak açan ve sığınma hakkı tanıyan davranışı insanlığa adanmış bir Onur Anıtı'dır.1992 yılında Türkiye'de, 1492'de ya dinlerini feda etmek veya "bir daha ne sebeple olursa olsun geri dönmemek" üzere ülkeyi terk etmek zorunluğunda bırakılan İspanyol Yahudileri Sefaradların Osmanlı İmparatorluğuna buyur edilmelerinin ve burada kendilerine yeni bir vatan yaratmalarının 500. yıldönümü kutlandı.1989 yılında Müslüman ve Yahudi 113 Türk Vatandaşı tarafından kurulmuş olan 500.YIL VAKFI'nın amacı, Kuruluş Senedi’nin 3. maddesinde de ifade edildiği gibi Türkler’in devlet ve toplum olarak üstün insanlık vasıflarını her türlü olanaktan yararlanarak tüm dünyaya tanıtmak, din ve vicdan hürriyetlerini korumak için bağnazlık ortamından kaçarak Türk toprağını vatan seçen Musevilere kucak açan Türk Milleti’nin insancıl yaklaşımını en geniş şekilde yurt içinde ve yurt dışına duyurmak ve Musevi yurrtaşlarımızın şükran ifadelerinin açıklanmasına yardımcı olmaktır.Yüklendiği bu misyondan gurur duyan 500. YIL VAKFI, bu amaçla yıllar boyu yurt içinde ve yurt dışında özellikle ABD, Kanada, Meksika ile Fransa ve İngiltere başta olmak üzere bir çok Avrupa ülkesinde düzenlediği akademik ve sosyal etkinliklerle bu mesajı dünya kamu oyuna duyurmağa çalışmıştır ve çalışmağa devam etmektedir.
4- İrlanda Asilzâdeleri'nin Osmanlı Padişahı'na gönderdikleri ve hâlenTopkapı Sarayı Müzesi arşivinde muhafaza edilen yardım sonrası gönderilmiş Teşekkür Mektubu'nda şöyle deniliyor:
"Aşağıda imzaları bulunan biz İrlanda Asilzâdeleri, Beyefendileri ve Sâkinleri, Majesteleri tarafından acı çeken kederli İrlanda Halkı'na gösterilen cömert hayırseverlik ve alâkaya en derin minnetlerimizi saygıyla takdim eder ve onlar adına Majesteleri tarafından İrlanda Halkı'nın ihtiyaçlarını karşılamak ve acısını dindirmek üzere cömertçe yapılan 1.000 Sterlinlik bağış için teşekkürlerimizi arz ederiz. İrlanda’yı kasıp kavuran kıtlık döneminde, Osmanlı Devleti’nin yaptığı nakdî ve aynî yardımın hatırasına 2006 Mayıs ayında Dublin’e yetmiş mil uzaklıktaki Drogheda şehrinde tören yapılarak, o döneme ait tarihî Belediye Binası'na "Şükran Plâketi" asıldı.Yaklaşık iki milyon İrlandalı'nın göç etmesine ve ölümüne sebep olan açlık ve kıtlık felâketi sırasındaSultan Abdülmecid, zor durumdaki İrlanda halkına 10.000 Sterlin yardımda bulunmak istedi. Fakat kendi topraklarına dâhil olan bu bölgeye sadece 2.000 Sterlin yardım yapmayı kararlaştıran İngiltere Kraliçesi Victoria, Osmanlı'nın kendilerinden kat kat fazla bağış yapmasını kabul etmeyerek, İstanbul’daki büyükelçisi vasıtasıyla, Sultan’ın teklifini reddetti ve Osmanlı bağışı-İngiltere'nin isteğiyle-1.000 Sterlin'e indirildi.Sultan Abdülmecid bunun üzerine İrlanda’ya tahıl yüklü 5 gemi gönderdi. Fakat İngilizler'in Dublin Limanı’na sokmadıkları erzak dolu yardım gemileri, yüklerini Drogheda Limanı’na boşalttı. (1847) Bu dönemde İngiltere ve kıta Avrupa’sı sanayi devriminin getirdiği refah ve zenginliğe rağmen İrlanda’ya yardım etmezken, Osmanlı içinde bulunduğu maddî sıkıntı ve uzak coğrafi mesafeye aldırmadan zor durumdaki bölge insanına yardım etmek istiyordu. İşte, bu olayın anısına 800. kuruluş yıldönümünü kutlayan Drogheda Belediyesi’nce yaptırılan "Şükran Plâketi", 150 yıl önce Türk Gemicilerin misafir edildiği eski belediye sarayının duvarına (şimdiki Westcourt Oteli'ne) törenle çakıldı.Drogheda’nın Belediye başkanı Alderman Frank Goddfrey törende yaptığı konuşmada şehir ambleminin Osmanlı hilâl ve yıldızı olduğunu hatırlatarak “Şükran Plâketi'miz, iki ülke insanlarının dostluk sembolü olacaktır ümidindeyim” dedi. Kıtlık ve Açlık Müzesi müdürü de, Türk Halkı'na veOsmanlı Devleti’ne minnettar olduklarını vurguladı.
5-İtalya'nın Trento şehrinin Moena köyü 1950'li yıllardan beri bir Türk festivaline ev sahipliği yapıyor. Sokaklar Türk bayrakları ile donatılıyor, köylüler Yeniçeri kıyafeti ile sokaklarda dolaşıyor. 'Festa di Turchia' adıyla gerçekleştirilen festivalin sonuncusu geçtiğimiz 6-8 Ağustos tarihleri arasında yapıldı. Türkiye'yi hiç görmemiş, Türkçe konuşmayan ancak kendini Türk kabul eden Moena köylüleri, Türk gelenek ve göreneklerini de yaşatmaya devam ediyor.
Köyün, neden bir Türk festivali kutladığının hikayesi ise 327 yıl öncesine dayanıyor. Efsaneye göre 1683 yılında 2. Viyana kuşatması sırasında yaralanan bir Osmanlı yeniçerisi savaş ortamından kendini kurtarır ve yaralı halde Ausburg Dükalığı'na bağlı Moena köylüleri tarafından bulunur.
Köylüler yaralı askeri tedavi eder. Yeniçeri gördüğü yardımseverlik nedeniyle köyden ayrılmaz, iyileştikten sonra köyde yaşamını sürdürmeye karar verir. İtalyan bir kızla evlenir ve köydeki evlerde yaşamaktansa kendi yaptığı kıl çadırda yaşamayı tercih eder. Ausburg Dükalığı'nın koyduğu haksız vergilere karşı koyan Osmanlı Yeniçerisi köyün lideri olur. Dükalığa karşı verdiği kahramanca mücadele nedeniyle de köylü tarafından kahraman ilan edilir.
Yeniçeri belinde kılıcı, başında sarığı ile efsane olur. Köye Türk gelenek ve göreneklerinin yerleşmesinde de büyük etkisi olur. Köyde 'İl Turcho' olarak anılan Yeniçeri'nin evliliğinden hiç çocuğu olmaz. Bugün hala mezarının yeri bilinmiyor ancak Moena köylüler Yeniçeri'nin anısını tam 327 yıldır yaşatıyor. Köyün meydanında Yeniçeri'nin bir büstü ve büstün altında akan bir çeşme bulunuyor. Her yıl Ağustos ayında yapılan festival Manzori dağı eteklerindeki Moena köyünün meydanında gerçekleştiriliyor. Meydanda iki gün boyunca belediye başkanı da dahil olmak üzere köydeki herkes Yeniçeri kıyafeti giyiyor. Köyün en yaşlısı ise Sultan kıyafeti giyerek festivalde 'İl Turcho' olarak boy gösteriyor. Köyde yaşayanlar düğünlerinde de Türk kıyafetleri giydirdikleri Sultan'ın izni olmadan gelinin köyden çıkmasına izin vermiyorlar.
6- 19.Yüzyılda Almanya’nın Mülhaym kentindeki Ren Nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu. Fransızlar, her sene nehrin karşısına geçip Almanlara ait mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı. O dönemde askeri birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise bu zorbalığa ses çıkaramıyorlardı.Her sene bu şekilde olayların tekrarlaması üzerine Almanlar çareyi Osmanlı Devletinden yardım istemekte buldular ve Osmanlı Sultanına mektup yazarak yardım istediler.Mektupta şöyle denmekteydi:
“Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet’in de halifesisiniz. Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Bizi bu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Bari bu sene olsun ürünlerimizi toplamamıza imkân sağlayın...”
Padişah mektubu okur ve yardım isteğini inceler. Fakat değil Osmanlı ordusunu, bir küçük askerî birliği bile yollamaya lüzum görmez.
Üç dolu çuvalı Almanya’nın Fransa sınırına gönderir. Osmanlı ordusunu beklerken karşılarında üç tane çuval gören Almanlar şaşkına dönerler. Derin bir hayal kırıklığı içinde, çuvallarla birlikte gelen fermânı açarlar.
Padişah şunları demektedir:
“Fransızlar korkak âdemlerdir. Onlar için asker göndermemize lüzum yoktur. Çuvalların içindeki Yeniçeri elbiselerini birkaç adamınıza giydirin. Mahsul zamanı, bunları nehrin kenarında gezdirin. Karşıdan bakınca onları Osmanlı askeri sanacak Fransızlar için bu bile kâfidir.”
Köylüler hemen Osmanlı kıyafetlerini kapışırlar. Hasat vakti, büyük bir heyecanla, Yeniçeri kıyafetlerini giyip, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar.
Ertesi gün, Almanlar sevinç çığlıkları atmakta, havalara uçmaktadırlar. Çünkü karşıdan aynen şöyle bir haber gelmiştir:
“Mahsulünüzü rahat rahat toplayabilirsiniz. Artık zulüm sona ermiştir...
Çünkü Fransızlar, karşıya geçip size saldırmak bir yana; Osmanlılardan imdat geldiğini düşünerek, kendi köylerini bile terk ederek iç kısımlara doğru kaçtılar!..”
Bu olay, Mülhaymlilerin gönüllerinde taht kurmuştur.
Fransızları korkutmak için giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra Mülhaym’a bağlı Karlsruher Müzesine koyup ziyarete açarlar. Şehrin en yüksek binasına da bir Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen bu olayın yıl dönümünde şehirde bir karnaval düzenleyip, hadiseyi hatırlatan temsillerle kutlarlar.
Hiçbir milletin tarihinde böyle şeref levhaları yoktur. İşte Osmanlı adını verdiğimiz bu muhteşem devlet tarihin yorgunluğu ve dört bir yandan, ve ayrıca içten de gelen nankör ve hain saldırılar sonunda birinci dünya harbinde mağlum edilmiş, galip devletler bugün telaffuz etmekte zorlandığımız bir sömürge devletini dayatmışlar, T.C devletini kendi formatlarına uygun olarak kurulması ve devrimlerin yapılması, Türk milletinin bir daha cihan hakimiyeti hedefine yürümemesi şartı ile devletimizin elindeki coğrafyayı dilim dilim dilmişler, elimizden almışlar, bizi anadolu coğrafyasına koydukları ipotekler dairesinde hapsetmişlerdir. Cumhuriyeti kuran parti CHP, yeni T.C ordusu, ve batıdan alınan diğer anayasal kurumlar, yüksek yargı ve devşirme bürokrasi ile kendi beslemesi sermayeyi bekçi ve garantör tayin ederek bir kurşun dahi atılmadan istanbul'u teslim edip gitmişlerdir. Bu gerçek şuradan bellidir ki çelik çomak oyunu gibi bizi dünkü çocuğumuz ve batının veledi zinası Yunanistan ile çelik çomak oyunu oynatmışlar, yedi düvele karşı harp eden ve kaybeden Osmanlı sadece dünkü eyaleti Yunanistan'a karşı sözüm ona kurtuluş savaşı vererek zafer kazandı edası ile avutulmuştur. Ancak görülen odur ki Türk milleti için birinci dünya harbi bitmemiş ve halen devam etmektedir. Bu millet ve devlet cumhuriyetin kuruluşundan sonra da rahat yüzü görmemiş, isyanlar, iç karışıklıklar yıllarımızı almış, ülkemiz ve milletimiz üzerinden elini çekmeyen haçlı ordusu, dejenere nesiller yetişmesi için her çabayı göstermiş, batılı kafadaki nesiller takdire şayan, milli ve manevi değer sahipleri ise sürekli şark kafalı, gerici yobaz olarak yaftalanmış, horlanmış ve baskılanmış, bu aziz millet hak yolcusu olmanın ve haçlı karşısında durmanın bedelini kendi devletine karşı da ödemeye devam etmiştir. Osmanlı'nın son döneminde olduğu gibi millet TÜRKÇÜ, İSLAMCI, SAĞCI, SOLCU, ALEVİ SÜNNİ, TÜRK, KÜRT, ADALETÇİ, HALKÇI, TARİKATÇI, NURCU, SÜLEYMANCI, FALANCI, FİLANCI, şimdilerde, MEALCİ, MEZHEPSİZ, DEİST, KURAN MÜSLÜMANI, gibi daha pek çok fitne fikir ve eğilimler ile milletin birliği ve beraberliği bozulmaya çalışılmış ve bozulmuştur da.
Her ne kadar millet değişik zamanlarda büyük bir çoğunluk ile tercihini ortaya koysa da derhal uşak ve zındık ruhlu güçler yerli yabancı elleri ile müdahale etmiş, millet iradesini yok saymış, çiğnemiştir. İşte siyasal çoğunluk, sayısal çoğunluk kavramları buralardan çıkmıştır. Sandıktan yüzde kaç çıkarsanız çıkın ülkeyi size vermeyeceğiz diyenler aydınlar, ya da aklı selim sahipleri değil emperyalist batının köpekleridir. Yakın tarihe bakınız; cumhuriyetin kuruluşundan itibaren tek parti CHP asla çoğunluğa sahip olamamıştır. Serbest Fırka ve Terakkiperver Cumhuriyet fırkaları iktidar CHP nin elinden gidecek diye kapatılmıştır. Cumhuriyetin ilk kuruluş yılları güllük gülistanlık değildir. İsyanlar, türlü komplo ve katliamlar, idamlar, istiklal mahkemeleri ve baskı ve zulüm ile geçmiştir. Zaten 1950 de Demokrat Partinin ezici bir çoğunlukla seçimi almasının sebebi de budur. 1960 ihtilali Türkiyeyi yeniden batının kucağına oturtmak ve sömürge devletini yeniden formatlamak için yapılmış bir ihtilaldir. Geçiş süreci ve harcanan 20 uzun sancılı yıldan sonra yeniden ihtilal ve ihtilal sonrasında millet yine onca baskı ve sindirme politikasına rağmen Anavatan Partisine yönelmiştir. Adnan Menderes'i hain ve alçakça idam eden zihniyet bu defa daha soft ve postmodern bir duruşla rahmetli Turgut Özal'ı zehirleyerek şehid etmiş ve yeniden kaos günlerine dönülmüştür. Millet derin idrak ve feraseti ile yeni ve son dönemde ise AK partiyi iktidar yapmıştır. Şimdi ise yaşananlar ortadadır. AK parti içinde ve dışındaki zındıklar hem iktidar partisini içeriden kuşatmış, hem de dışarıdan yapılan saldırılar ile son seçimlerde yerli ve yabancı hain ve zındıklar ordusu ülkeyi yeniden kaos ortamına çekmek istemekte, Türkiye Devletinin ve Türk Milletinin Osmanlı ruhu ve şuuru ile ayağa kalkmasına mani olmak gayretindedir. Bu kavgada saflar daha belirgin hale gelecektir. Bu aziz vatan ecdat emanetidir. Ama yeniden yapılacak bir seçim öncesinde ya da sonrasında hesaplaşma sürecek ve uyanan şaheserin sırtını yeniden yere getirmek isteyen her türlü zındık ve uşak ruhlu hain ve işbirlikçi takımı askeri ve inzibati bir operasyon ile katiyetle bertaraf edilecektir. Bundan asla şüphe etmemek lazımdır. Türkiye'nin karşısında sadece onca baskı, sahtekarlık ve muhtelif hain ve kalleş desteklere rağmen yüzde 13 oranında oy alabilen bir eşkıya takımı yoktur. Şairin dediği gibi bunlar hortumlarıdır, arkada saklı filler. İşte o filler sureten müttefik görünen zalim Amerikadır, İngilteredir, Fransadır, Almanyadır, yine bütün haçlı ruhudur, yine yedi düveldir dün olduğu gibi. Evet yedi düveldir, biliyorlar ki altısı az gelir bu millete.
En başta söylediğim gibi her hali ve icraatı ile bu iktidar mutlak doğrudur, hiç hatası yoktur demek asla mümkün değil. İktidar kadrosu içinde hırsızlar var, hainler var, ajanlar var, çorbacılar var ve iktidarın elbette yanlışları var bir dünya. Ancak; nasıl ki meyve veren ağaç taşlanır hesabı saldırıların merkezi iktidar ve doğal lideri ise doğru cephenin adresi de sadece orasıdır. Bu siyasi tabloda HDP bir terör ve ermeni taşaronudur. CHP tabanının büyük çoğunluğu bilmese de 1923 sömürge cumhuriyetinin azat kabul etmez kölesi ve bekçisi ve garantörüdür. Burada anlaşılmaz ve belirsiz durumda olan MHP yi ise anlamak mümkün değil. MHP nin tavrına kitapta ve literatürde bir yer bulmak ve isimlendirmek mümkün görünmüyor. Her siyasi parti iktidar olmak için ortaya çıkar. MHP ise iktidar olsun ya da olmasın bu milletin bekasının ve geleceğinin bekçisi ve teminatı konumunda olmak ve orada kalmak istiyorsa ne pahasına olursa olsun iktidar olmayı, devlet idaresinde söz sahibi olmayı hedef almalı ve iktidar olsun ya da olmasın hainlerin ve teröristlerin meclise ve iktidara gelmemesi için her çabayı göstereceğini açıkça ilan etmesi gerekir iken bakıyoruz “devletin başına devlet gelecek” denilen lider “biz muhalefet olacağız, akp hdp ile koalisyon yapsın” diyor. Akıllara zarar bir söylem bu. Ben beklerdim ki “iktidar ortağı olmak ya da dışarıdan desteklemek dahil her meşru desteği veririz ancak tek şerhimiz HDP iktidar ortağı olmayacak aksi halde ortalığı yakıp yıkmak bizim işimizdir” demeli idi. MHP nin ve bir kısım ülkücülerin cumhurbaşkanının Çankaya'ya dönmesi ile ilgili talep ve söylemleri de fevkalade tutarsız ve yanlış. Açık ve net söylüyorum ve büyük harflerle yazıyorum: “ÇANKAYA TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ İDARE İÇİN TAYİN EDİLMİŞ VALİLERİN OTURACAĞI BİR BEKÇİ KULÜBESİDİR, O CÜCE DEVLETİN KABESİDİR ŞAİRİN DEDİĞİ GİBİ. TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN İDARE EDİLDİĞİ MERKEZ DEĞİLDİR. ÇÜNKÜ TÜRKİYE CUMHURİYETİ KURULUŞUNDAN BU YANA BAŞKA SARAYLARDAN İDARE EDİLMİŞTİR.”
Kendi adıma hilafsız en doğru işi şudur ki mevcut kadroların; Abdullah Gül Çankaya'ya yerleşmemiştir, dış işleri konutunda kalmıştır, son cumhurbaşkanımız başbakanlık konutuna dahi taşınmamıştır. Keçiörende bir dairede kalmıştır. Bu arada bir devlet projesi olarak AKSARAY KÜLLİYESİ sessizce inşa edilmiş, son cumhurbaşkanımız doğrudan AKSARAY'a yerleşmiştir. Bence bunun anlamı şudur: “biz artık sizin bekçi kulübenizden sizin emir ve talimatlarınızı almayacağız. Sizin olduğu gibi bizim de bir sarayımız ve devlet merkezimiz olacak.” bunu bir ülkücünün anlamaması kavramaması için bozkurt değil de mankurt olması lazımdır. Evet ne yazık ki ülkücüler ordusu bir mankurtlar ordusu haline gelmiştir ya da getirilmiştir. İşte Beyazsaray, Kremlin, Elize ya da Birmingham sarayı gibi karizmatik bir görünümde bir devlet merkezimiz oldu, çok ta güzel oldu.
Sözü fazla uzatmış olduysak ta diyecek sözümüz de çok ancak ağzı olanın konuştuğu ve kavramlar ve söylemler arasında insanların gerçeği adeta kaybettiği çok kritik bir dönemde son sözlerimiz ile noktayı koyalım. Ben bu ülkede yaşayan bütün insanlarımızı ve vatandaşlarımızı aklı selim dairesinde vatanın ve devletin birliği ve bütünlüğü düşüncesi etrafında birleşmeye, hain ve kalleş eli kanlı taşaron HDP yandaşı durumundaki vatandaşlarımızı da tövbe etmeye, pişman olmaya davet ediyorum. Lutfen zındık ve gavur takımının oyununa gelmeyiniz. Bu devlet dip yaptı, parça parça oldu, bir parçası Bosna'da ise bir parçası Kırım'da, bir parçası Cezayir, bir parçası Hicaz'da, bir parçası altaylarda bir parçasındadır. Atom nasıl parçalanmaz ise Anadolu coğrafyasını da yeniden parçalamaya kimsenin gücü yetmez. Görüldüğü gibi Osmanlı'nın el çekmesinden sonra Türk-İslam coğrafyasında kan ve gözyaşı bitmemiştir ve bitmeyecektir de. Hatta tüm dünya halkları adil ve güçlü bir devlet iradesinin varlığına hasrettir. Baskı, zulüm ve sömürü heryerdedir. Emperyalist batı kendine rakip ve ortak istemediğinden son on yıldaki Türkiye'nin statü ve prestij iyileşmesinden büyük rahatsızlık duymaktadır. İçerideki bir kısım saf salakların ise siyaseten bundan rahatsızlık duymasını anlamakta güçlük çekiyorum. Ülkemin aklı başında insanlarına sesleniyorum. Lutfen ırak, suriye, Filistin, Yunanistan, Ernenistan, İran, Afganistan, hepsine bir bakınız ve ibret alınız, Türkiye merkezde ve sığınılacak güvenli bir liman konumundadır. El birliği ile devletin varlığı, birliği ve bütünlüğü yolunda müslüman garyımüslüm, Türk, Kürt, ermeni, Rum, Yahudi bütün azınlıklar, hepinize sesleniyorum, gelin vatanın ve devletin birliğinden vazgeçmeyin, bu millet zaten her hal ve şartta bu bütünlüğü sağlar ama cephesini yanlış belirleyenler bunun bedelini ödeyecek ya da en azından mahcubiyetini yaşayacaktır.