29 Ağustos 2019 Perşembe

MİLLİ VE DİNİ BAYRAMLARIMIZI KUTLAMA

Millet olarak iki dini bayramımız var, birisi Ramazan Bayramı, diğeri Kurban Bayramıdır.
Milli bayramlarımız ise resmi tatiller ile birlikte sırası ile;
Yılbaşı,
23 nisan Milli Egemenlik ve Çocuk bayramı
Bir mayıs işçi bayramı,(kaldırıldı yeniden kutlanmaya başlandı)
19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı
27 mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı (1961-1980 arasında kutlandı) kaldırıldı.
15 temmuz Demokrasi Bayramı (en yeni bayramımız)
30 ağustos Zafer Bayramı
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı.
Bu bayramlarımızdan iki dini bayramımız  “bayramımız mübarek olsun” dileğiyle kutlanır, bayramlaşılır ve ayrıca yardımlar yapılır, özellikle kurban bayramında ihtiyaç sahipleri dünyanın dört bir yanında et yüzü görür. Bu yönü ile ayrı bir güzelliği vardır. Ancak birileri nasıl becerdiler ise yıllar içinde Ramazan Bayramının adını “şeker” bayramı olarak değiştirdikleri gibi Kurban Bayramını da sanki Müslümanın hayvanlara vahşet uyguladığı bir özel kanlı güne dönüştürdüler. Bunun yanında toplumsal dayanışma ve bayramlaşma yerine bayram dendiğinde sadece tatil ve eğlence öne çıktı ve bayramın ağırlığı ve güzelliği ortadan kaldırıldı.  Bir yandan da Milli bayramlar dini bayramların alternatifi ve rakibi imiş gibi milli bayramlara gittikçe daha bir farklı fonksiyon yüklenmeye başlandı. Her milli bayramda manevi duyguları yaşamak ve yaşatmak yerine laik, dünyevi söylemlerle toplumun büyük bir kesimi aşağılanmak suretiyle toplumdaki birlik ve beraberlik zayıflatılmaya çalışıldı. 
Birileri milli olan hiç bir şeyden nasibini almamış birileri, düne kadar terör ile terörist ile kucak kucağa olan birileri bu bayramlarımızı kullanarak maneviyatımıza saldırmayı bir ahlak haline getirdiler.
Ümit Zileli adındaki köşe yazarı geçinen densiz, Sözcü Gazetesi adındaki yoz gazetede 29 ağustos  tarihli yazısında (https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/umit-zileli/o-kahramanlarin-tumunun-serefine-5305504/) içindeki pisliği kusuyor.
Yazının başlığı: “o kahramanların tümünün şerefine”
Alıntı olduğunu beyan ettiği ve kim yazmış bilmiyorum dediği kısma şöyle başlıyor:
“bu akşam bir kadeh rakı doldurun kendinize, ama öyle tek duble falan değil! Hani şu eski müdavimlerin DOMUZ SIKISI dedikleri türden. sadece rakıyı beyazlatacak kadar su, yanına beyaz leblebi. Fazla değil, üç beş tane”
 Diye başlıyor ve hikaye çok ilginç 27 ağustos tarihinden itibaren başlıyor. Bazı isimler sayıyor ve o kahramanların ruhunu yad etmek falan değil konu. Yazının sonunda da “Zafere, şerefe için, afiyet olsun” diyor. Ve devam ediyor bu zat:
Bu yazıyı okuduktan sonra tepki gösterip bu rakı leblebi meselesi değildir diyenlere de bir çift lafım var:
Meseleyi tabii ki bu değil. Bir bardak su ile de yapabilirsiniz aynı şeyi. Çünkü mesele dibine dek “namus-haysiyet-yurtseverlik” meselesidir. 
Yazının başlığını ve sonunu paylaşmış oldum. Yani 26 ağustos 1071 Malazgirt zaferini asla hatırlamamak, anmamak, ve 26 Ağustos Malazgirt zaferini kutlarken neden orada Atatürk yok diye sorgulamak, sonrasında böyle bir yazıyla 26 Ağustos gibi Anadolu’nun kapılarını bize açan muhteşem bir zaferi görmezden gelmek ve isim isim saymakla bitmeyecek şehidlerimizi yad etmek ve ruhlarına Fatiha okumak yerine domuz sıkısı bir rakı sofrası hazırlamak ya da hazırlamamak, en azından su ile de olsa şerefe deyip şehidleri böyle yad etmek ya da etmemek “namus-haysiyet ve yurtseverlik” meselesi olarak ilan edilecek.

Öyle bir idrak ya da idraksizlik ki kelimeler ile ifade edebilmek mümkün değil. Diyecek kelime bulamıyorum ancak işin en dramatik tarafı bugün kırk yıldır ülkücü bildiğim ve hala ülkücü olduğuna inandığım ve fakat İP te saf tutan bir arkadaşım özel mesajla bana bu yazıyı hatırlattı, “mutlaka oku, çok muhteşem bir yazı” diye de şerh düştü. Yazıyı okudum, şaşkınlıktan küçük dilimi yutacağım, yahu biz bu kadar mı savrulduk diye düşündüm. Sonrasında telefonda konuştuk, israrla yazının ne kadar güzel olduğunu anlatmaya çalışıyordu bana. Rakıyla zafer mi kutlanır. Asıl namussuzluk haysiyetsizlik ve ihanet budur. Dedim ona da bal ile necaseti karıştırıyor bunlar. Zafer ile şehid ile rakı, hem de domuz sıkısı türünden ve yanında leblebi. Bunlar çıldırmış olmalı. Yahu dedim bunların zafer yazısı Ebucehilin vaazına benzer. Bunların cennet vatanımın dört bir yanını sabotajlarla yakan ve fakat kazdağlarında ise ağıt yakan PKK dan  hiçbir farkı yoktur dedim ve burada da diyorum. Evet bunlar PKK nın ihanetini görmeyenlerdir, bunlar PKK ile omuz omuza kazdağlarında timsah gözyaşı dökenlerdir. Bunlar Malazgirt Zaferi gibi muhteşem bir zaferi siyaseten görmezden gelip özellikle 27 ağustostan başlayıp 30 ağustosa kadar  ağustosun son dört gününü domuz sıkısı rakıyla ve leblebiyle kutlamaya kalkan sarhoş ve berduşlardır. Bunlara da bunların olmayan hamasetine kapılanlara da yazıklar olsun.

20 Ağustos 2019 Salı

ATATÜRK-ÇÜLÜK KEMALİZM AÇMAZI



Sultan Alparslan’ın Malazgirt’ten açtığı kapıdan 1071 de Anadolu’ya giren Türk Milleti Büyük Selçuklu İmparatorluğu ve devamında Anadolu Selçuklu Devletinden sonra Ertuğrul Gazi’nin alt yapısı üstüne  Osman Gazinin kurduğu devlet 1920 lere kadar Osmanlı İmparatorluğu adı altında gelmiş, muhteşem bir tarih yazmıştır.
Türklerin Orta Asya’dan Anadolu coğrafyasına gelmesi ve İslam coğrafyasının merkezi yapmasını hazmedemeyen haçlı dünyası tıpkı İspanya’da olduğu gibi, Endülüs’te yaptığı gibi Anadolu’yu da Türkten ve İslamdan arındırmak ve hıristiyan yurdu yapmak için Haçlı seferleri ile başlayan savaşını günümüze kadar taşımış ise de Müslüman Türk’ü Anadolu coğrafyasından söküp atamamış, silip süpürememiştir.
Osmanlı İmparatorluğu nizamı alem ülküsü ve kızıl elma ideali ile Anadolu’yu Türk yurdu yaptığı gibi bir yandan İtalya Otranto’ya, öte yandan Viyana’ya, bir taraftan ise Lehistan-Polonya’ya kadar hakimiyet alanını genişletmiş ise de Haçlı gücü Avrupa’da kısmen başarılı olmuş Viyana’ya kadar, Adriyatik Denizine kadar dayanan Osmanlı’yı Edirne’ye kadar geri püskürtmüştür.
Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasını paylaşmayı kafasına koyan Hıristiyan dünyası, Filistin’de devlet kurmak isteyen ve muharref Tevrat’taki arz’ı mevud, vadedilmiş topraklar inancı ile hareket eden, yeryüzünde Yahudilerin efendi, Yahudi olmayanların ise köle olduğu tek dünya devleti idealinde olan Siyonizm ile işbirliği yaparak Osmanlı İmparatorluğunu kendi içinden devşirdiği işbirlikçi güçler ile birlikte yıkmış tasfiye etmiş, Osmanlı coğrafyasını da yağmalamıştır. Üç kıtada hüküm süren Osmanlı İmparatorluğundan geriye sadece bir avuç Anadolu ve kısmen Trakya’da üç vilayet kalmıştır.
Çok uluslu ve çok dinli Osmanlı İmparatorluğunun sonunu birinci dünya harbi öncesinde padişahın etkisizleştirilmesi, batıda batı kültürü ile yetişmiş devşirme Jöntürklerin meşrutiyet yönetimine hakim olması, Panislamizm ve Pantürkizmin Osmanlıda hakim nüfus olan Türk ve İslam olan unsurlar üstünde silah olarak kullanılması ile muhteşem imparatorluk, parçalanmış, dilim dilim dilinmiş ve dilimler halinde Avrupa’nın hakim güçleri İngiltere, Fransa, İtalya’nın eline teslim edilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğunun birinci dünya savaşında yenilmesi sözkonusu değildir aslında. Müttefiki Almanya’nın yenilmesi nedeniyle adeta hükmen mağlup edilmek istenmiş, bunu perçinlemek için de Avrupa’nın şımarık çocuğu batının jandarması, daha dünkü eyaletimiz vilayetimiz Yunanistan Krallığı, İngiltere’nin yönlendirmesi ile İzmir’den Anadolu’yu işgale başlamıştır.
Bu durumda İstanbul Hükümeti ile paralel olarak Mustafa Kemal Paşa ve Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa ve Kazım Karabekir gibi isimlerin oluşturduğu direniş cephesi harekete geçirilerek kuvayı milliye direnişi oluşturulmuş, İstanbul’daki meclisi mebusan üyesi vekillerin çoğunlukta olduğu meclis Ankara’da  Büyük Millet Meclisi adı ile 1920 de  toplanmış, devam eden milli mücadele sonunda Yunan işgaline son verilmiş, 1923 te ise Türkiye Cumhuriyeti adı altında yeni bir devlet kurulmuştur.
1923 te kurulan cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Malum olduğu üzere yaşanan süreçte önce Lozan Anlaşması imzalanmış, Birinci meclisin onaylamaması üzerine meclisin feshi ile yeni kurulan meclis onaylamış, ardından İngilizler İstanbul işgaline savaşmadan son vermiş, ve kronolojik sırası içinde önce saltanat kaldırılmış, ardından hilafet kaldırılmış, devamında yapılan diğer devrimler ile hıristiyan dünyasının altıyüz yıl kabusu olan Osmanlı İmparatorluğu yerine ortalama dünkü eyalet veya vilayetleri Selanik, Bağdat, Şam, Kudüs, Kahire ve benzeri vilayetlerde kurulan devletçikler statüsünde batı değerlerine ve medeniyetine bağlı, kültürel ve siyasi olarak yine yüzü batıya  dönük bir cumhuriyetçik kurulmuştur. Ancak şurası bir gerçektir ki kurulan cumhuriyet her ne kadar Osmanlıyı külliyen reddetse de yapılan uluslararası anlaşmalar ile Osmanlı’nın borçlarını üstlenmiş ve Osmanlının mirasçısı olduğunu pek çok yönden kabullenmiştir. Aksi halde Osmanlının borçlarını da reddetmeli Osmanlı’nın elindeki saltanat ve hilafet ile ilgili de hiçbir tasarrufta bulunmamalı idi.
Şimdi konumuz bu değil elbette. Hiçbir isimle işimiz yoktur ve olmamalıdır. Ancak özellikle tarihimizde devletler olarak devamlılık esastır. Ve milletimiz tarihin hiçbir döneminde devletsiz kalmamıştır. Bu nedenledir ki Cumhurbaşkanlığı forsunda 16 imparatorluğu temsilen 16 yıldız vardır ve bu yıldızlardan birisi de Osmanlı İmparatorluğunu sembolize etmektedir. Yani bir başka ifade ile Osmanlıyı reddetmek gibi bir lüksümüz olmadığı gibi Osmanlıyı yeniden ihya gibi bir niyet te fevkalade yanlıştır ancak asla vazgeçemeyeceğimiz bir gerçek şudur ki; Türkiye Cumhuriyetini kuran kadrolar Osmanlı subaylarından oluşmuş bir kadrodur ve bu devletin kuruluşunda Osmanlı İmparatorluğunun ve son padişahlardan Sultan Vahdettin Han’ın fikirleri, irade ve gayretleri de vardır. Bugün bu gerçeği kabullenmek cumhuriyeti ve değerlerini ret anlamına gelmez.
Devletimizin arşivlerinden Osmanlıdan günümüze her türlü belge ve kayıt mevcuttur. Dolayısı ile devletimiz arşivlerindeki belge ve kayıtları ilim adamlarının önüne koyarak son yüz yıllık Türk tarihinin objektif ve bilimsel kaynak ve verilere dayanarak yeniden yazmalı ve halen tüm okullarda farklı yazarların kitapları ile okutulmakta olan değişik “cumhuriyet tarihi” veya “devrim tarihi” adı altındaki dersler, sübjektif kalemlerce yazılmış afaki bilgilerle değil de bilimsel ve mutlak gerçek belge ve bilgilere göre milletimize ve gençliğimize öğretilmelidir. Yakın tarihimiz ile ilgili çok farklı ve sübjektif kanaatlerle dolu bilgilerle yetişen gençlerimiz bir kısmı Atatürkçü-laik veya Kemalist, bir kısmı ise tamamen Atatürk düşmanı ve hatta cumhuriyet düşmanı, farklı isimlerin etkisinde kalan kişiler olarak yetişmekte, toplum müşterek bir tarih bilinci içinde olmadığı gibi bu ayrışma çok tehlikeli boyutlara ulaşmaktadır.
Son Rasül, ahir zaman peygamberi, Peygamber Efendimiz vefat ettiğinde Hz. Ömer elini kılıcına atarak “kimse öldü demesin kellesini alırım” diyerek ölümü kabullenememiştir. Fakat Hz. Ebu Bekir “kim Muhammed’e inanıyorsa bilsin ki Muhammed öldü, fakat kim Allah’a inanıyorsa Allah baki olandır” diyerek ortalığı sakinleştirmiştir. Fakat cumhuriyetin kuruluşundan sonra nereden nasıl kaynaklandığını bilmediğimiz şekilde Atatürk ile ilgili bir dalkavuklar ordusu oluşmuştur. Bu topluluk aşağıdaki alıntıdaki şiirlerdeki ifadeleri kullanmışlar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu yine aşağıdaki ifadeleri ile anlatmıştır o günleri.
“Kaç yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın dili
İnsana ne ilâh, ne de sevgili
Ne de ana-baba aratıyordu
Her an yaratıyor, yaratıyordu.
Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
Ne örümcek, ne yosun
Ne mûcize, ne füsun...
Kâbe Arab'ın olsun
Çankaya bize yeter.
On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O'nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.
Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği
Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.
Koca bir güneşin akşam olmadan
Dağların ardında sönüşü gibi
Millete can veren, vatan yaratan
Tanrının göklere dönüşü gibi.
Her zaman ırkıma büyük Baş Atam
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!
Bir güneş gibi yalnız
Sensin ülkü tanrımız
Ey Türklüğün bütünü.
Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti
Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.
İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa
Toprağın haritasını çizdi bayrağa
Allah değil, o yazdı alın yazımızı.
“Atatürk’ün tapkınıyız!
Her şeyde Atatürk,
Yerde O! Gökte O!
Denizde O! var da O! yok da O!
Her şeyde O! Atatürk!
Yerdedir, göktedir, sudadır,
Alandadır, diktedir, pusudadır.
Görünmezi görür!
Bilinmezi bilir!
Duyulmazı duyar!
Sezilmezi sezer,
Ezilmezi ezer!
Her şeyde Atatürk!
Elimizi yüzümüze,
Gönlümüzü özümüze kapıyoruz.
Biz sana tapıyoruz!
Biz sana tapıyoruz!
Varsın, Teksin,
Yaratansın!
Sana bağlanmayanlar utansın!”
Çok görme rüku etse de karşında bu millet,
Her yaptığın iş harikadır, her sözün ayet,
Kavmin olalım sen gel bize din eyle inayet,
Din istemeyiz öyle Arap felsefesinden,
Gazi! Bize bir din de yarat Türk nefesinden.
(Değişik isimlerden mısralar)
“Atatürk’ün sefahetlerinde, Atatürk’ün kötü iptilâlarında bile Homerik bir destan rüzgârı vardı. İçki sofrasında elini her kadehine uzatışı. Tanrılar Tanrısı Zeus’un altın kupalar içinde kevser şarabı dağıtışını andırırdı ve riyaset ettiği cümbüşler, gerek Çankaya köşkünün samimî havası, gerek Dolmabahçe sarayının ihtişamlı dekoru içinde ve gerekse herhangi bir dost evinin mütevazı çatısı altında olsun: daima Olempus tepesindeki “bezm’ler gibi zaman ve mekân mikyasının dışına taşardı. Bilmiyoruz. Mevlânâ’yı kendinden geçiren şarkılar ve rakslar ne cinstendi? Fakat. Atatürk’ün her biri bir mistik tarikatın “âyin’inden farksız muhabbet meclislerinden ruhlarımız “cuşiş” denilen halin en yüksek mertebesine ermiş olarak çıkardık.”(Yakup kadri karaosmanoğlu)
Falih Rıfkı Atay: 

“Atatürk Diktatör Mü İdi? 
Rejimine bakarsanız evet.”

İş bununla kalmamış, Türkiye’nin dört bir yanı binlerce heykel ve büst ile donatılmış, Anıtkabir adeta Atatürk’ün şahsı maneviyesine tekmil ve rapor verilen bir tapınak haline getirilmiştir. Müslüman Türk tarihin hiçbir döneminde Oğuz Kağan’dan Kürşat’a, Alparslan’dan Ertuğrul’a, Osman Gazi’den Sultan Murat’a, Fatih Sultan Mehmet’ten, Yavuz Sultan Selim’e, Kanuni Sultan Süleyman’a, kısaca hiçbir tarihi şahsiyeti kutsamamış, tanrısal bir güç atfetmemiş, dini ve örfi değerlerini aşacak noktalara gelmemiştir. Atatürk’ün 1938 de ölümünden sonra ise İsmet İnönü milli şeflik dönemini başlatmış, İstanbul Dolmabahçe’de Atatürk’ün acı çekerek ölümüne kadar ziyaretine bile gelmediği halde, ölümüyle de İstanbul’a gelmemiş, 24 saatten kısa, rekor denecek bir zaman içinde mecliste kendini cumhurbaşkanı seçtirmiştir. Devamında kendi adına para bastırmış, Atatürk’ün yerine kendisini koymuş, adeta Atatürk ismi tedavülden kalkma noktasına gelmiştir.
1946 da çok partili hayata geçilmesi ile Demokrat Parti 1950 de ezici bir çoğunlukla iktidar olmuş, Adnan Menderes Hükümeti Milli Şeflik dönemini rafa kaldırmış, Atatürk ismini yeniden ihya etmiştir.  İfrat ile tefrit arasında gidip gelen toplumda Atatürk aleyhine hakaretamiz ifadeler de kullanılması üzerine aşağıdaki kanun yürürlüğe sokulmuştur:
ATATÜRK ALEYHiNE iŞLENEN SUÇLAR HAKKINDA KANUN
 Kanun Numarası : 5816 Kabul Tarihi : 25/7/1951 Yayımlandığı R.Gazete : Tarih : 31/7/1951 Sayı : 7872 Yayımlandığı Düstur : Tertip : 3 Cilt : 32 Sayfa : 1842
Madde 1 – Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. Yukarki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.
Madde 2 – Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumi veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasıyla işlenirse hükmolunacak ceza yarı nispetinde artırılır. Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.
Madde 3 – Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet savcılıklarınca re'sen takibat yapılır.
Madde 4 – Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
Madde 5 – Bu kanunu Adalet Bakanı yürütür
Anıtkabirin inşasına ise 09.10.1944 te başlanmıştır. Dört kısım halinde inşa edilen Anıtkabir 01.09 1953 te tamamen bitirilmiştir. Anıtkabirin inşasından sonra ise Anıtkabir her özel günde devlet erkanının ziyaret ettiği, Atatürk’ün manevi şahsına tekmil verildiği, adeta manevi icazet alınan bir makam haline dönüştürülmüştür. Bu tablo bizim örfümüz, töremize ve inancımıza uygun değildir. Bu hale bir son verilmez ise toplumdaki ayrışma giderek tehlikeli bir hal alacak, Atatürkçü olmanın ve Atatürk düşmanı olmanın istismarı ortaya çıkan ayrışmayı büyütecek ve çatışmalara neden olabilecektir. Bu durumda kısa ve öz olarak tekliflerimizi aşağıda açıklıyoruz.
1-Yukarıda metni yazılı 5816 Sayılı kanunun birinci maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmelidir:
Madde 1- Dini ve dünyevi olmak üzere Türk İslam tarihine mal olmuş  Peygamber Efendimizden, sultan ve padişahlara ve Atatürk’e kadar büyüklerimizin hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Yine tarihimizi temsil eden kişilerin her türlü heykel, büst ve abideleri veyahut kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. Yukarki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.
Böylece Atatürk dahil tarihimize mal olmuş hiçbir büyüğün  hatırasına hakaret ve sövmeye izin verilmeyecektir. Tarih bizim tarihimizdir, tarihe mal olmuş büyüklerimizin iş ve icraatları her türlü şartlarda tahlil ve hatta tenkit edilebilir ancak onlara hakaret ve sövme asla kabul edilemez. Yüce Allah ta kur'anda: Onların Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah'a sövmesinler. buyuruyor.
2-Ankara'da bulunan Anıtkabir'deki Atatürk'ün mezarı bir türbe olmaktan çıkarılmalı, adeta bir tapınma ritüeline dönüşen yerli ve yabancı protokolün mutat ziyaretleri yerine ziyaretçilerin dua ettikleri, Fatiha okudukları normal bir kabre dönüştürülmelidir. Anıtkabir bahçesine ise tarihimize ve Türk tarihindeki şehitlerimizin tamamını temsilen yapılacak bir "MEÇHUL ASKER" anıtı Anıtkabre yapılacak resmi ziyaretlerin odağına alınmalıdır. Böylece bir kısım yerli veya yabancı devlet erkanının da gönül rahatlığıyla ziyaret ettiği ve sadece bir şahsın manevi huzuru değil de muhteşem tarihimizi ve şehidlerimizi temsil eden manevi bir makam olarak yerli yabancı herkesin ziyaret edebileceği bir mekan haline getirilmelidir. 
3-Yukarıda kısmen açıklandığı üzere devletimiz, arşivlerindeki belge ve kayıtları tarihçilerimizden bir heyetin önüne koyarak son yüz yıllık Türk tarihini objektif ve bilimsel kaynak ve verilere dayanarak yeniden yazmalı ve halen tüm okullarda farklı yazarların kitapları ile okutulmakta olan değişik “cumhuriyet tarihi” veya “devrim tarihi” adı altındaki dersler, sübjektif kalemlerce yazılmış afaki bilgilerle değil de bilimsel ve mutlak gerçek belge ve bilgilere göre milletimize ve gençliğimize öğretilmelidir. 1908 ikinci meşrutiyetten itibaren kaleme alınacak belgesel tarihimiz en son geçtiğimiz yıla kadar olmak üzere her yıl yeniden güncellenerek eğitim müfredatında ortaöğretimden üniversite son sınıfa kadar mecburi ders olarak okutulmalıdır.
Tarih ve tarihi gerçekler gizlenerek bir yere varılamaz. Gerçekler olduğu gibi toplumun bilgisine sunulmalıdır. Ancak tarihimize mal olmuş hiçbir ismi o bulunduğu yerden söküp atmak mümkün değildir. Bir yerde onlara hakaret kendimize hakarettir, onlara sövmek kendimize sövmektir. Ancak bu gerçeklerin ortada olmaması ile sadece Atatürk’ün yasal koruma altına alınması toplumdaki ayrışmanın asıl nedenidir. Artık tabular yıkılmalı, gerçekler ortaya konmalı, fakat asla tenkidin ve eleştirinin ölçüsü aşılmamalıdır. Akif’in dediği gibi:
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; 
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.