Sultan Alparslan’ın Malazgirt’ten açtığı kapıdan 1071 de
Anadolu’ya giren Türk Milleti Büyük Selçuklu İmparatorluğu ve devamında Anadolu
Selçuklu Devletinden sonra Ertuğrul Gazi’nin alt yapısı üstüne Osman Gazinin kurduğu devlet 1920 lere kadar
Osmanlı İmparatorluğu adı altında gelmiş, muhteşem bir tarih yazmıştır.
Türklerin Orta Asya’dan Anadolu coğrafyasına gelmesi ve
İslam coğrafyasının merkezi yapmasını hazmedemeyen haçlı dünyası tıpkı
İspanya’da olduğu gibi, Endülüs’te yaptığı gibi Anadolu’yu da Türkten ve
İslamdan arındırmak ve hıristiyan yurdu yapmak için Haçlı seferleri ile
başlayan savaşını günümüze kadar taşımış ise de Müslüman Türk’ü Anadolu
coğrafyasından söküp atamamış, silip süpürememiştir.
Osmanlı İmparatorluğu nizamı alem ülküsü ve kızıl elma
ideali ile Anadolu’yu Türk yurdu yaptığı gibi bir yandan İtalya Otranto’ya, öte
yandan Viyana’ya, bir taraftan ise Lehistan-Polonya’ya kadar hakimiyet alanını
genişletmiş ise de Haçlı gücü Avrupa’da kısmen başarılı olmuş Viyana’ya kadar,
Adriyatik Denizine kadar dayanan Osmanlı’yı Edirne’ye kadar geri püskürtmüştür.
Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasını paylaşmayı kafasına
koyan Hıristiyan dünyası, Filistin’de devlet kurmak isteyen ve muharref
Tevrat’taki arz’ı mevud, vadedilmiş topraklar inancı ile hareket eden,
yeryüzünde Yahudilerin efendi, Yahudi olmayanların ise köle olduğu tek dünya
devleti idealinde olan Siyonizm ile işbirliği yaparak Osmanlı İmparatorluğunu
kendi içinden devşirdiği işbirlikçi güçler ile birlikte yıkmış tasfiye etmiş,
Osmanlı coğrafyasını da yağmalamıştır. Üç kıtada hüküm süren Osmanlı
İmparatorluğundan geriye sadece bir avuç Anadolu ve kısmen Trakya’da üç vilayet
kalmıştır.
Çok uluslu ve çok dinli Osmanlı İmparatorluğunun sonunu
birinci dünya harbi öncesinde padişahın etkisizleştirilmesi, batıda batı
kültürü ile yetişmiş devşirme Jöntürklerin meşrutiyet yönetimine hakim olması,
Panislamizm ve Pantürkizmin Osmanlıda hakim nüfus olan Türk ve İslam olan
unsurlar üstünde silah olarak kullanılması ile muhteşem imparatorluk,
parçalanmış, dilim dilim dilinmiş ve dilimler halinde Avrupa’nın hakim güçleri
İngiltere, Fransa, İtalya’nın eline teslim edilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğunun birinci dünya savaşında yenilmesi
sözkonusu değildir aslında. Müttefiki Almanya’nın yenilmesi nedeniyle adeta
hükmen mağlup edilmek istenmiş, bunu perçinlemek için de Avrupa’nın şımarık
çocuğu batının jandarması, daha dünkü eyaletimiz vilayetimiz Yunanistan
Krallığı, İngiltere’nin yönlendirmesi ile İzmir’den Anadolu’yu işgale
başlamıştır.
Bu durumda İstanbul Hükümeti ile paralel olarak Mustafa
Kemal Paşa ve Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa ve Kazım Karabekir
gibi isimlerin oluşturduğu direniş cephesi harekete geçirilerek kuvayı milliye
direnişi oluşturulmuş, İstanbul’daki meclisi mebusan üyesi vekillerin
çoğunlukta olduğu meclis Ankara’da Büyük
Millet Meclisi adı ile 1920 de
toplanmış, devam eden milli mücadele sonunda Yunan işgaline son
verilmiş, 1923 te ise Türkiye Cumhuriyeti adı altında yeni bir devlet
kurulmuştur.
1923 te kurulan cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı Mustafa
Kemal Atatürk’tür. Malum olduğu üzere yaşanan süreçte önce Lozan Anlaşması
imzalanmış, Birinci meclisin onaylamaması üzerine meclisin feshi ile yeni
kurulan meclis onaylamış, ardından İngilizler İstanbul işgaline savaşmadan son
vermiş, ve kronolojik sırası içinde önce saltanat kaldırılmış, ardından hilafet
kaldırılmış, devamında yapılan diğer devrimler ile hıristiyan dünyasının
altıyüz yıl kabusu olan Osmanlı İmparatorluğu yerine ortalama dünkü eyalet veya
vilayetleri Selanik, Bağdat, Şam, Kudüs, Kahire ve benzeri vilayetlerde kurulan
devletçikler statüsünde batı değerlerine ve medeniyetine bağlı, kültürel ve
siyasi olarak yine yüzü batıya dönük bir
cumhuriyetçik kurulmuştur. Ancak şurası bir gerçektir ki kurulan cumhuriyet her
ne kadar Osmanlıyı külliyen reddetse de yapılan uluslararası anlaşmalar ile
Osmanlı’nın borçlarını üstlenmiş ve Osmanlının mirasçısı olduğunu pek çok
yönden kabullenmiştir. Aksi halde Osmanlının borçlarını da reddetmeli
Osmanlı’nın elindeki saltanat ve hilafet ile ilgili de hiçbir tasarrufta
bulunmamalı idi.
Şimdi konumuz bu değil elbette. Hiçbir isimle işimiz yoktur
ve olmamalıdır. Ancak özellikle tarihimizde devletler olarak devamlılık
esastır. Ve milletimiz tarihin hiçbir döneminde devletsiz kalmamıştır. Bu
nedenledir ki Cumhurbaşkanlığı forsunda 16 imparatorluğu temsilen 16 yıldız
vardır ve bu yıldızlardan birisi de Osmanlı İmparatorluğunu sembolize
etmektedir. Yani bir başka ifade ile Osmanlıyı reddetmek gibi bir lüksümüz
olmadığı gibi Osmanlıyı yeniden ihya gibi bir niyet te fevkalade yanlıştır
ancak asla vazgeçemeyeceğimiz bir gerçek şudur ki; Türkiye Cumhuriyetini kuran
kadrolar Osmanlı subaylarından oluşmuş bir kadrodur ve bu devletin kuruluşunda
Osmanlı İmparatorluğunun ve son padişahlardan Sultan Vahdettin Han’ın
fikirleri, irade ve gayretleri de vardır. Bugün bu gerçeği kabullenmek
cumhuriyeti ve değerlerini ret anlamına gelmez.
Devletimizin arşivlerinden Osmanlıdan günümüze her türlü
belge ve kayıt mevcuttur. Dolayısı ile devletimiz arşivlerindeki belge ve
kayıtları ilim adamlarının önüne koyarak son yüz yıllık Türk tarihinin objektif
ve bilimsel kaynak ve verilere dayanarak yeniden yazmalı ve halen tüm okullarda
farklı yazarların kitapları ile okutulmakta olan değişik “cumhuriyet tarihi”
veya “devrim tarihi” adı altındaki dersler, sübjektif kalemlerce yazılmış afaki
bilgilerle değil de bilimsel ve mutlak gerçek belge ve bilgilere göre
milletimize ve gençliğimize öğretilmelidir. Yakın tarihimiz ile ilgili çok
farklı ve sübjektif kanaatlerle dolu bilgilerle yetişen gençlerimiz bir kısmı Atatürkçü-laik
veya Kemalist, bir kısmı ise tamamen Atatürk düşmanı ve hatta cumhuriyet
düşmanı, farklı isimlerin etkisinde kalan kişiler olarak yetişmekte, toplum
müşterek bir tarih bilinci içinde olmadığı gibi bu ayrışma çok tehlikeli
boyutlara ulaşmaktadır.
Son Rasül, ahir zaman peygamberi, Peygamber Efendimiz vefat
ettiğinde Hz. Ömer elini kılıcına atarak “kimse öldü demesin kellesini alırım”
diyerek ölümü kabullenememiştir. Fakat Hz. Ebu Bekir “kim Muhammed’e inanıyorsa
bilsin ki Muhammed öldü, fakat kim Allah’a inanıyorsa Allah baki olandır”
diyerek ortalığı sakinleştirmiştir. Fakat cumhuriyetin kuruluşundan sonra
nereden nasıl kaynaklandığını bilmediğimiz şekilde Atatürk ile ilgili bir
dalkavuklar ordusu oluşmuştur. Bu topluluk aşağıdaki alıntıdaki şiirlerdeki
ifadeleri kullanmışlar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu yine aşağıdaki ifadeleri ile
anlatmıştır o günleri.
“Kaç yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın dili
İnsana ne ilâh, ne de sevgili
Ne de ana-baba aratıyordu
Her an yaratıyor, yaratıyordu.
Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
Ne örümcek, ne yosun
Ne örümcek, ne yosun
Ne mûcize, ne füsun...
Kâbe Arab'ın olsun
Çankaya bize yeter.
On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O'nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.
Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği
Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.
Koca bir güneşin akşam olmadan
Dağların ardında sönüşü gibi
Millete can veren, vatan yaratan
Tanrının göklere dönüşü gibi.
Her zaman ırkıma büyük Baş Atam
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!
Bir güneş gibi yalnız
Sensin ülkü tanrımız
Ey Türklüğün bütünü.
Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti
Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.
İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa
Toprağın haritasını çizdi bayrağa
Allah değil, o yazdı alın yazımızı.
“Atatürk’ün tapkınıyız!
Her şeyde Atatürk,
Yerde O! Gökte O!
Denizde O! var da O! yok da O!
Her şeyde O! Atatürk!
Yerdedir, göktedir, sudadır,
Alandadır, diktedir, pusudadır.
Görünmezi görür!
Bilinmezi bilir!
Duyulmazı duyar!
Sezilmezi sezer,
Ezilmezi ezer!
Her şeyde Atatürk!
Elimizi yüzümüze,
Gönlümüzü özümüze kapıyoruz.
Biz sana tapıyoruz!
Biz sana tapıyoruz!
Varsın, Teksin,
Yaratansın!
Sana bağlanmayanlar utansın!”
Çok görme rüku etse de karşında bu millet,
Her yaptığın iş harikadır, her sözün ayet,
Kavmin olalım sen gel bize din eyle inayet,
Din istemeyiz öyle Arap felsefesinden,
Gazi! Bize bir din de yarat Türk nefesinden.
(Değişik isimlerden mısralar)
“Atatürk’ün sefahetlerinde, Atatürk’ün kötü
iptilâlarında bile Homerik bir destan rüzgârı vardı. İçki sofrasında elini her
kadehine uzatışı. Tanrılar Tanrısı Zeus’un altın kupalar içinde kevser şarabı
dağıtışını andırırdı ve riyaset ettiği cümbüşler, gerek Çankaya köşkünün samimî
havası, gerek Dolmabahçe sarayının ihtişamlı dekoru içinde ve gerekse herhangi
bir dost evinin mütevazı çatısı altında olsun: daima Olempus tepesindeki
“bezm’ler gibi zaman ve mekân mikyasının dışına taşardı. Bilmiyoruz. Mevlânâ’yı
kendinden geçiren şarkılar ve rakslar ne cinstendi? Fakat. Atatürk’ün her biri
bir mistik tarikatın “âyin’inden farksız muhabbet meclislerinden ruhlarımız
“cuşiş” denilen halin en yüksek mertebesine ermiş olarak çıkardık.”(Yakup kadri
karaosmanoğlu)
Falih Rıfkı Atay:
“Atatürk Diktatör Mü İdi?
Rejimine bakarsanız evet.”
İş bununla kalmamış, Türkiye’nin dört bir yanı binlerce
heykel ve büst ile donatılmış, Anıtkabir adeta Atatürk’ün şahsı maneviyesine
tekmil ve rapor verilen bir tapınak haline getirilmiştir. Müslüman Türk tarihin
hiçbir döneminde Oğuz Kağan’dan Kürşat’a, Alparslan’dan Ertuğrul’a, Osman
Gazi’den Sultan Murat’a, Fatih Sultan Mehmet’ten, Yavuz Sultan Selim’e, Kanuni
Sultan Süleyman’a, kısaca hiçbir tarihi şahsiyeti kutsamamış, tanrısal bir güç
atfetmemiş, dini ve örfi değerlerini aşacak noktalara gelmemiştir. Atatürk’ün
1938 de ölümünden sonra ise İsmet İnönü milli şeflik dönemini başlatmış,
İstanbul Dolmabahçe’de Atatürk’ün acı çekerek ölümüne kadar ziyaretine bile
gelmediği halde, ölümüyle de İstanbul’a gelmemiş, 24 saatten kısa, rekor
denecek bir zaman içinde mecliste kendini cumhurbaşkanı seçtirmiştir. Devamında
kendi adına para bastırmış, Atatürk’ün yerine kendisini koymuş, adeta Atatürk
ismi tedavülden kalkma noktasına gelmiştir.
1946 da çok partili hayata geçilmesi ile Demokrat Parti
1950 de ezici bir çoğunlukla iktidar olmuş, Adnan Menderes Hükümeti Milli
Şeflik dönemini rafa kaldırmış, Atatürk ismini yeniden ihya etmiştir. İfrat ile tefrit arasında gidip gelen
toplumda Atatürk aleyhine hakaretamiz ifadeler de kullanılması üzerine aşağıdaki
kanun yürürlüğe sokulmuştur:
ATATÜRK ALEYHiNE iŞLENEN SUÇLAR HAKKINDA KANUN
Kanun Numarası :
5816 Kabul Tarihi : 25/7/1951 Yayımlandığı R.Gazete : Tarih : 31/7/1951 Sayı :
7872 Yayımlandığı Düstur : Tertip : 3 Cilt : 32 Sayfa : 1842
Madde 1 – Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya
söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Atatürk'ü
temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden,
kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası
verilir. Yukarki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden
kimse asıl fail gibi cezalandırılır.
Madde 2 – Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha
fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumi veya umuma açık mahallerde
yahut basın vasıtasıyla işlenirse hükmolunacak ceza yarı nispetinde artırılır.
Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya
bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.
Madde 3 – Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet
savcılıklarınca re'sen takibat yapılır.
Madde 4 – Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
Madde 5 – Bu kanunu Adalet Bakanı yürütür
Anıtkabirin inşasına ise 09.10.1944 te başlanmıştır. Dört
kısım halinde inşa edilen Anıtkabir 01.09 1953 te tamamen bitirilmiştir.
Anıtkabirin inşasından sonra ise Anıtkabir her özel günde devlet erkanının
ziyaret ettiği, Atatürk’ün manevi şahsına tekmil verildiği, adeta manevi icazet
alınan bir makam haline dönüştürülmüştür. Bu tablo bizim örfümüz, töremize ve
inancımıza uygun değildir. Bu hale bir son verilmez ise toplumdaki ayrışma
giderek tehlikeli bir hal alacak, Atatürkçü olmanın ve Atatürk düşmanı olmanın
istismarı ortaya çıkan ayrışmayı büyütecek ve çatışmalara neden olabilecektir.
Bu durumda kısa ve öz olarak tekliflerimizi aşağıda açıklıyoruz.
1-Yukarıda metni yazılı 5816 Sayılı kanunun birinci maddesi
aşağıdaki şekilde değiştirilmelidir:
Madde 1- Dini ve dünyevi olmak üzere Türk İslam tarihine
mal olmuş Peygamber Efendimizden, sultan
ve padişahlara ve Atatürk’e kadar büyüklerimizin hatırasına alenen hakaret eden
veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Yine
tarihimizi temsil eden kişilerin her türlü heykel, büst ve abideleri veyahut
kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla
kadar ağır hapis cezası verilir. Yukarki fıkralarda yazılı suçları işlemeye
başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.
Böylece Atatürk dahil tarihimize mal olmuş hiçbir
büyüğün hatırasına hakaret ve sövmeye
izin verilmeyecektir. Tarih bizim tarihimizdir, tarihe mal olmuş büyüklerimizin
iş ve icraatları her türlü şartlarda tahlil ve hatta tenkit edilebilir ancak
onlara hakaret ve sövme asla kabul edilemez. Yüce Allah ta kur'anda: Onların Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah'a sövmesinler. buyuruyor.
2-Ankara'da bulunan Anıtkabir'deki Atatürk'ün mezarı bir türbe olmaktan çıkarılmalı, adeta bir tapınma ritüeline dönüşen yerli ve yabancı protokolün mutat ziyaretleri yerine ziyaretçilerin dua ettikleri, Fatiha okudukları normal bir kabre dönüştürülmelidir. Anıtkabir bahçesine ise tarihimize ve Türk tarihindeki şehitlerimizin tamamını temsilen yapılacak bir "MEÇHUL ASKER" anıtı Anıtkabre yapılacak resmi ziyaretlerin odağına alınmalıdır. Böylece bir kısım yerli veya yabancı devlet erkanının da gönül rahatlığıyla ziyaret ettiği ve sadece bir şahsın manevi huzuru değil de muhteşem tarihimizi ve şehidlerimizi temsil eden manevi bir makam olarak yerli yabancı herkesin ziyaret edebileceği bir mekan haline getirilmelidir.
2-Ankara'da bulunan Anıtkabir'deki Atatürk'ün mezarı bir türbe olmaktan çıkarılmalı, adeta bir tapınma ritüeline dönüşen yerli ve yabancı protokolün mutat ziyaretleri yerine ziyaretçilerin dua ettikleri, Fatiha okudukları normal bir kabre dönüştürülmelidir. Anıtkabir bahçesine ise tarihimize ve Türk tarihindeki şehitlerimizin tamamını temsilen yapılacak bir "MEÇHUL ASKER" anıtı Anıtkabre yapılacak resmi ziyaretlerin odağına alınmalıdır. Böylece bir kısım yerli veya yabancı devlet erkanının da gönül rahatlığıyla ziyaret ettiği ve sadece bir şahsın manevi huzuru değil de muhteşem tarihimizi ve şehidlerimizi temsil eden manevi bir makam olarak yerli yabancı herkesin ziyaret edebileceği bir mekan haline getirilmelidir.
3-Yukarıda kısmen açıklandığı üzere devletimiz,
arşivlerindeki belge ve kayıtları tarihçilerimizden bir heyetin önüne koyarak
son yüz yıllık Türk tarihini objektif ve bilimsel kaynak ve verilere dayanarak
yeniden yazmalı ve halen tüm okullarda farklı yazarların kitapları ile
okutulmakta olan değişik “cumhuriyet tarihi” veya “devrim tarihi” adı altındaki
dersler, sübjektif kalemlerce yazılmış afaki bilgilerle değil de bilimsel ve
mutlak gerçek belge ve bilgilere göre milletimize ve gençliğimize öğretilmelidir.
1908 ikinci meşrutiyetten itibaren kaleme alınacak belgesel tarihimiz en son
geçtiğimiz yıla kadar olmak üzere her yıl yeniden güncellenerek eğitim
müfredatında ortaöğretimden üniversite son sınıfa kadar mecburi ders olarak
okutulmalıdır.
Tarih ve tarihi gerçekler gizlenerek bir yere varılamaz.
Gerçekler olduğu gibi toplumun bilgisine sunulmalıdır. Ancak tarihimize mal
olmuş hiçbir ismi o bulunduğu yerden söküp atmak mümkün değildir. Bir yerde
onlara hakaret kendimize hakarettir, onlara sövmek kendimize sövmektir. Ancak
bu gerçeklerin ortada olmaması ile sadece Atatürk’ün yasal koruma altına
alınması toplumdaki ayrışmanın asıl nedenidir. Artık tabular yıkılmalı,
gerçekler ortaya konmalı, fakat asla tenkidin ve eleştirinin ölçüsü
aşılmamalıdır. Akif’in dediği gibi:
Girmeden tefrika bir
millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu
top sindiremez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder