Aile toplumun en küçük birimi
olarak insanlığın varoluşundan itibaren var olmuştur. İlk aile Hazreti Adem
peygamberimiz ve Hazreti Havva annemizden oluşmuştur. Binlerce yıl içinde
farklılaşan toplumlarda farklı anlayış ve alışkanlıklarla aile yapısında da
farklılaşmalar olmakla birlikte aile varlığını bugüne kadar sürdürmüştür. Aile
ile ilgili dini ve ideolojik bakış ve değerlendirmelerle aile yapısında da
değişimler yaşanmaya başlamıştır.
Marksizm
aileyi mülkiyetin sebebi ve ana kaynağı olarak görmüş ve aile kurumunu yok
etmek yönünde bir yaklaşım sergilemiştir. Rusya’da 1917 ekim devrimi ile
evlenme ve boşanma konusunda yeni yasal düzenlemeler yapılmış, yargısal boşanma
kaldırılmış ve otuz yıl müddetle serbest boşanma usulü getirilmiştir. Otuz yıl
sonunda ise serbest boşanmanın nesep konusunda önemli problemler ortaya
çıkardığı görülünce yeniden yargısal boşanmaya dönülmüştür. Marksist sistemin
anlatıldığı bir eser olan ‘en güzel dünya’ (https://www.nadirkitap.com/en-guzel-dunya-jean-baby-kitap38501594.html)
isimli eserde Jean Baby ütopik sosyalizm yani komünizmde aile diye bir kurumun
asla var olmayacağını, insanların yalnız yaşayacağını ifade eder. Orada baba
şöyle tanımlanır: ‘baba, çocuk sahibi olmak isteyen bir kadının partnerleri,
birlikte olduğu erkekler arasından seçeceği biridir’ . Nadir Nadi de Sovyet
Rusya gezi notlarını kaleme aldığı “iki Sovyet rusya” (https://www.nadirkitap.com/iki-sovyet-rusya-1935-1965-nadir-nadi-kitap685895.html?srsltid=AfmBOorTtcMYNbSAAgc0J0F4zfeFLgsWtT6iN0Hxcm3UpYIBDk98h27L)
isimli kitabında bir üniversite öğrenci yurdunun hastanesine gittiğinde bebek
sesleri duyması üzerine, “burada gençler evlenebiliyorlar mı” diye sorar
refakat eden rehbere. Rehberin cevabı ise şudur: ”biz gençlerin evlenmelerine
veya ayrılmalarına asla karışmayız, sadece hamile kalan kızlarımızın
bebeklerinin dünyaya getirilmesine yardımcı oluruz” der.
Batıda
ise kapitalizmin kozmopolit anlayışı sonunda batı ailesi de tamamen dejenere
olmuş, dağılmıştır. Batı toplumu fevkalade kötü bir çöküşün yıkıntısı
altındadır. Her türlü aile dışı ilişkilerle birlikte LGBT-İ gibi sapık akımlar
topluma hakim olmuş durumdadır. Pek çok ülkede erkek erkeğe ve kadın kadına
birliktelikler meşru hale getirilmiştir.
Bu
yazının asıl kaleme alınma sebebi ise Türk ailesinin nereden nereye geldiği ya
da getirildiği sorusunu sormak ve cevaplar üzerinde bir farklı bakış açısı
getirmektir. Anayasamızın 41. Maddesinde aynen şu ifade yer almaktadır:
“Aile Türk toplumunun temelidir
ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet ailenin huzur ve refahı ile
özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile
uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar.”
Eski medeni kanunun 152.madde
birinci fıkrasında; “koca birliğin reisidir” şeklinde bir hüküm varken
değiştirilen yeni medeni kanun 186. Madde ile; “eşler oturacakları konutu
birlikte seçerler, birliği eşler beraberce yönetirler, eşler birliğin
giderlerine güçleri oranında emek ve mal varlıkları ile katılırlar.” Denerek ailenin yönetiminde kadın ve erkeğe
tam eşit bir statü verilmiştir. Bu
yetmezmiş gibi bir de İstanbul sözleşmesine girilmiş ve buna bağlı 6284 sayılı
kanunla özellikle kadınlar koruma kapsamına alınmıştır. Daha sonra İstanbul
Sözleşmesinden çıkılmış ise de 6284 sayılı kanun halen yürürlüktedir.
Önce
Anayasadan başlayalım:
Devlet
her nereden emir, komut almış ise “aile planması merkezlerini Türkiye’nin üç
bir yanında -diyeceğim çünkü sadece doğu bölgesi bunun dışında kalmıştır-
açmış, yıllarca nüfus ve doğum kontrolü için her türlü ilaç ve aparat ücretsiz
dağıtılmıştır. Bugün geldiğimiz noktada her geçen gün yaşlı nüfus artmakta,
genç nüfus azalmaktadır. Bu azalmadan doğu ve güneydoğu bölgemiz ile
Türkiyede’ki mülteciler etkilenmemekte, büyük bir hızla çoğalmaları devam
etmektedir. Ve Anadoludaki Türk nüfus yüzde oranı her geçen gün azalmaktadır. Bu örtülü bir
soykırımdır. Her ne kadar devlet büyüğümüz “en az üç çocuk” gibi bir hedef
koymuşsa da bu havada kalmış ve unutulmuştur. Her aile için en az üç çocuk
değil olağan ve sağlıklı bir nüfus artışı için aile başına en az dört çocuğa
ihtiyaç vardır.
Yapılan
yasal düzenlemeler ile Türk Milletinin örf adet ve geleneklerine uymayan
kurallar aile yapımızı içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Kendi adıma hem
Anayasamızdaki aileye ilişkin hükmü hem de Medeni kanundaki “ailenin reisi
kocadır” şeklinde eski madde de dahil olmak üzere tamamını reddederim. Bu
konudaki görüş ve düşüncelerimizi ifade etmek hem vatandaş olarak hakkımız hem
de borcumuzdur. Aile Türk toplumunda ana baba ve çocuklardan meydana gelmezdi.
Türk toplumunda aile baba, anne, çocuklarla birlikte dede ve nineden meydana
gelen bir yapıdır. Ve bu ailenin reisi yaşadığı müddetçe büyük babadır. Ve
çocuklar Türk ailesinde babanın ve annenin değil dedenin ve ninenin bakım,
gözetim ve terbiyesi altında yetişirdi. Şimdi olduğu gibi çocuklar kreşe, ana
okuluna veya evde çocuk bakıcısına teslim edilmez, dede ve ninenin bakım ve
terbiyesi ile büyürlerdi. Şimdi ise dede ve nineler huzur evlerinde veya kendi
evlerinde biçare halde, evlatlar ise çocuklarını kreş veya bakıcıya teslim
etmiş halde varsa boşluklarını evlerinde kedi köpekleri besleyerek
doldurmaktadır. Bu gerçekten içler acısı bir durumdur. Çocuklarımızın kreşlerde
veya bakıcı ellerinde ne kadar yanlış değerlerle yetiştirildiğini görmemek için
kör olmak lazımdır.
Eskiden
evliliklerle ilgili kullanılan tabirler; gelin olmak, gelin almak veya
içgüveysi olmak gibi tabirlerdi. Gelin alınırdı. Evin oğluna gelin alınır ve
aynı hane içinde oturulurdu. Evin reisi baba büyükbaba olurdu. Evdeki ikinci
erkek evlada gelin alınacağı zaman birincisi ayrı bir eve taşınır ve ikinci
erkek evlada gelin alınırdı. Kız babası ise erkek evladı yoksa kızı ile bir
arada yaşayabilmek için maddi durumu iyi olmayan düzgün bir damat bulur ve
içgüveysi olarak evine alır, böylece damadı ve kızı ile birlikte yaşardı. Bu
ayıp bir şey değildi. Böylece çekirdek aile değil daha büyük bir aile içinde
çocuklar sağlıklı bir ortamda yetişirlerdi. Şimdi ise olan nedir: çocuklarımız
tabii varsa aile içinde:
Ya kreştedir, ya sokaktadır, ya
bakıcı kucağındadır, ya kedi köpekle haşır neşirdir, ya sosyal medyada
bilmediğimiz alemlerde gezmekte yetişmektedir. Ve devamında suçlu çocuklar,
sorunlu çocuklar, türlü sapmalar yaşayan zavallı evlatlarımız. Çocuklarımızın
dedeleri ve nineleri ise kendi dünyalarında, yalnızlığın pençesinde veya huzur
evlerinin huzursuzluğunda çile doldurmaktadır. Böyle bir toplumun fertleri
arasında huzur, refah ve gelişme ve gelecekle ilgili ufuk ve hedef aramak asla
mümkün değildir.
Batıya ve batının değerlerine teslim olduk ve batıdan beter olduk. Büyük aileden küçüldük çekirdek aileye döndük ve çekirdeği de yaptığımız yanlış yasal düzenlemelerle çatlattık. Karı koca arasında mutlak bir eşitlik getirmek suretiyle aileyi yönetilemez bir hale getirdik. adil olmayan nafaka ve tazminat ve mal rejimleri nedeniyle bazı hanımefendiler için evliliği, evlenmek ve hemen ardından boşanmak ile bir yatırım ve geçim aracına dönüştürdük. Ve evlilik hayatını yaşanılmaz hale getirdik. Bugün gençlerimiz geldiğimiz noktada:
Asla
evlilik düşünmüyorlar.
Anne baba olmayı hayal bile etmiyorlar.
Kedi ve köpeklerle kucak kucağa yaşıyorlar.
Bir
artı bir veya bir artı sıfır gibi küçücük evlerde yalnız yaşıyorlar. Serbest
yaşıyorlar, kız veya erkek arkadaşlıklarla hayatlarını sürdürüyorlar. Maalesef bugünkü
toplumumuzun en az yüzde elliden fazlası psikolojik rahatsızlıklar ve
problemlerle psikolog veya psikiyatrist kapılarında bekleşiyorlar.
Bu
konularda yazacak ifade edecek çok şey var ancak görecek, anlayacak, bu vahim
durumu idrak edecek basiretli idarecilere ihtiyacımız var. Toplumuzun bu gidişi
hiç te iyi bir gidiş değil. Bir felakete ve yokoluşa doğru sürüklenmekteyiz.
Hiçbir şey yapmasak dahi belki elli yıl sonra bu gidişle Anadoludaki Müslüman
Türk nüfus azınlığa düşecek ve Irak veya Suriye’deki halkın yaşadığı kaderi biz
yaşamak zorunda kalacağız. Anadoluda bize hayat hakkı tanımayacaklar ve
geldiğimiz yere Orhun kıyılarına kadar süreceklerdir. Her ne kadar mültecilerden endişe etsek te
özellikle Kapadokya bölgesinde ve Kuşadası’nda Fransızlar, Didim’de İngilizler,
Antalya’da ve Alanya’da Ruslar ve Ukraynalılar ve Almanlar, yerleş.tiği ve
yerlileştiği gibi Yahudiler ise doğu ve güneydoğudan satın aldıkları
topraklarla büyük İsrail’in haritası için şimdiden hazırlık yapıyorlar.
Tablo
çok kötü de ne yapmalıyız sorusu akla gelecektir. Ne yapmamız gerektiği
geçmişimizde gizlidir. Elbette kozmik gizli değil. Kısaca hukukta, eğitimde,
ekonomi ve sanayide, hatta her alanda yerli ve milli olmaya mecburuz. Sosyal
hayatta ve hukukta, örf, adet ve geleneklerde batıdan neyi aldıysak batıya iade
etmeli ve özümüze dönmeliyiz. Sosyal ve ahlaki çürümenin önüne geçmeli,
sağlıklı ve ideal sahibi nesiller yetiştirmeye başlamalıyız. Her alanda
hedeflerimizi büyütmeli, Müslüman Türkün hem kendi coğrafyasına, hem
bitişiğindeki coğrafyalara ve hatta dünyaya yeniden hakim olma iddiamız yegane
kızıl elmamız olmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder