I
Atatürk’e
Utanmadan dil uzattan izansız
Atatürk
olmasaydı,millet ne olunacaktı?
Dini
siyasete alet eden imansız
İngilizler
saraydan, nasıl kovulacaktı?
Bin
dokuz yüz on dörtte Dünya kan gölü oldu
Her
savaş,her cephede, ordu yeniliyordu
Çanakkale
de Atam hala direniyordu
Çanakkale
geçilse, İstanbul n(e) olacaktı
İnönü
de düşmanlar geri atılmasaydı
Sakarya
da akan su kanla yoğrulmasaydı
30
Ağustos günü zafer parlamasaydı
Sürülecek
lekeler.ananda kalacaktı
9
Eylül de düşman dökülmese denize
Atatürk
hürriyeti bahşetmeseydi bize
Düşmanın
çizmeleri girseydi evinize
Nereden
bileceksin baban kim olacaktı
II
Ne
ararsın Tanrı ile aramda?
Sen
kimsin ki orucumu sorarsın?
Hakikaten
gözün yoksa haramda,
Başı
açığa niye türban sorarsın!
Rakı,
şarap içiyorsam sana ne.
Yoksa
sana bir zararım içerim.
İkimiz
de gelsek kıldan köprüye
Ben
dürüstsem sarhoşken de geçerim.
Esir
iken mümkün müdür ibadet?
Yatıp
kalkıp Atatürk'e dua et.
Senin
gibi dürzülerin yüzünden,
Dininden
de soğuyacak bu millet.
İşgaldeki
hali sakın unutma,
Atatürk'e
dil uzatma sebepsiz.
Sen
anandan yine çıkardın amma,
Baban
kimdi bilemezdin şerefsiz...
Şiir:
(Neyzen Tevfik)
Yukarıdaki
I. şiirdeki mısraları kendini şair olarak takdim eden adamın
biri yazmış. Kopyala yapıştır ile aldım. Yazım ve imla
hataları aynen sırıtıyor. Birinci mısrada "utanmadan"
kelimesi yanlış olarak büyük. Devamında "uzattan"
demiş, o da yanlış. İkinci mısrada "olunacaktı" diye
bitirmiş mısrayı. Güya kafiyeyi dördüncü mısradaki
"kovulacaktı" sözcüğüne uydurmak için. Anlam olarak
ele alır isek Atatürk'e dil uzatmak için utanmaz ve izansız olmak
lazım bu satırların yazarına göre. "Dini siyasete alet eden
imansız" derken de aynı kitleye hitap ediyor aklınca.
Atatürk'e dil uzatan: 1-Utanmaz, 2-İzansız, 3-Dini siyasete alet
eden, 4-İmansızdır. İkinci kıtada ordunun her savaşta ve her
cephede yenildiği de kocaman bir yalan. Esasında şanlı bir
direnişin ardından Çanakkale savaşsız geçildi ve İstanbul
işgal edildi ve sonrasında her nasılsa bir kurşun dahi atılmadan
İstanbul Türkiye'ye teslim edildi. "İstanbul ne olacaktı"
diye sormanın alemi yok. İstanbul işgal edildi ve sonra
kendiliğinden tahliye eden İngilizler kibarca anlaşıp bırakıp
gittiler, zavallı Yunan gibi vuruşarak ve İzmir gibi yakılıp
yıkılarak değil. Sonra bu ana muhabbetinden bıktık artık. Anan
şöyle olurdu baban böyle olurdu gibi ifadelerden de bıktık.
Bunlar ne kadar çiğ, anlamsız ve gereksiz söylemler. Aynı
zamanda kaba nezaket dışı ifadeler.
Gelelim
ikinci şiirdeki sanata ve düşünceye:
Sanki
birileri bu mısraları yazanın tanrı ile arasına girmiş gibi "ne
ararsın tanrı ile aramda" diye başlamış. Tam bir kışkırtıcı
bektaşi kafası. Günümüzde kimse kimsenin Tanrı ile arasına
girmemiştir ve giremez de ayrıca ve şimdiye kadar kimse kimsenin
orucunu sormadığı gibi hiç bir başı açığa "türbanın
nerede" diye de sormamıştır. Tamamen iftira ve safsata ile
başlayan sözler. İkinci kıtada aynı zat içindekileri dökmeye
başlıyor. "rakı şarap içiyorsam sana ne" diyor. Doğru
bana ne. Sadece alkollü araç kullanana alkol aldığı için değil
alkollü iken araç kullandığı için sorgu sual ediliyor. Ve bu
zat sırat köprüsünü kast ederek "ben dürüstsem sarhoşken
de geçerim" diyerek böyle bir iddiada bulunarak islam
inancında Allahın affı olmadan bir insanın subjektif değerlerine
göre dürüstlüğünün tek başına sırattan geçmesinin şartı
ve yeterli gereği olarak görüyor ve gösteriyor. Bizler biliyor ve
inanıyoruz ki o kıl köprüden yani sırattan sadece Allah'a inanan
ve teslim olanlar, Allah'ın dediği gibi müslüman gibi ve elbette
dürüst yaşayanlar ve sarhoş olmayanlar sadece ayık olanlar
geçer. Çünkü sarhoşluk dinen başlıbaşına bir günah ve
pisliktir. Ve alkol alanlar dürüst olsa da olmasa da içinde
yaşadıkları topluma bir türlü zarar verirler. Uzun uzun
anlatmaya gerek yok sarhoşlar, kavga ederler, dövüş ederler,
kırarlar dökerler, kaza yaparlar, hata yaparlar, bilerek bilmeyerek
her kötülüğü yapabilirler hatta adam bile öldürürler. Üçüncü
kıtada "ibadet esir iken mümkün değildir diyor, elbet
sözümüz yok. Atatürk'e dua ya da beddua ne demek anlamak mümkün
değil. Zaten bütün devlet erkanı ve milyonlarla öğrenci her
sabah yemin etmekte, ve her önemli günde gidip Anıtkabirde saygı
duruşunda bulunmaktadır. Neden insanlar bir daha duaya davet edilir
anlamam. Madem öyle neden her sabah milyonlarca çocuk ellerini açıp
birer Fatiha okuyup duaya alıştırılmaz da o anlamsız and
okutulur ve neden yine Anıtkabirde eller semaya açılıp dua
edilmez de adeta putperest bir çerçevede dini ama duasız bir anma
yapılır. Hele hele son kıtada anladığım kadarı ile
"Atatürk'e sebepsiz dil uzatma, sen yine anandan çıkardın
ama baban kimdi bilemezdin şerefsiz" diyerek Atatürk'e kim dil
uzatıyorsa ona güya kibarca "O...pu çocuğu" deniyor ve
son kullanılan kelime ile şerefsizlikle itham ediliyor.
Nereden
başlanmalı, nasıl söylenmeli bilemiyorum ama bu Atatürk konusu
yıllardır bir yara gibi bir kenarda durmakta ve zaman zaman
kaşınmakta, ortaya atılmakta istismar edilmekte milletin ve
ülkenin birliği ve kardeşliği Atatürk ve Atatürkçülük
kullanılarak zedelenmekte, ayrışma ve zıtlaşma körüklenmektedir.
Atatürkçülük adına söylenen sözlerin muhatapları bu kere
Atatürk'ü ve Atatürkçü söylemleri ortaya atanları hedef alarak
aynı sertlik ve şiddette sözleri sarf etmekte ve ortalık
seviyesiz söz ve söylemlerden geçilmemekte, olan milletin
birliğine ve dirliğine olmaktadır.
Şimdi
olabildiğince kısa ve özlü olmak kaydı ile Milli Mücadelenin
ilk günlerinden bugüne satırbaşları ile hızlı bir hülasa
edelim olayları ve gelişmeleri fazla ayrıntılara girmeden. Çünkü
her bir satırbaşının ayrı bir araştırma ve inceleme konusu
olduğu hususu izahtan varestedir:
1-En
son Bülent Ecevit'in de başbakanlığı sırasında itiraf ettiği
gibi son padişah Vahdettin hain değildir ve Atatürk Sultan
Vahdettin tarafından Anadoluda bir direniş örgütlemesi için
görevlendirilmiştir. Bu tarihi gerçek değişik kaynaklardan ve
arşiv belgelerinden araştırılıp doğrulanabilir ki bu pek çok
eserle yapılmıştır da. Bu gerçeği dillendirmek Atatürk
düşmanlığı olarak algılanamaz. Sadece şunu görmekteyiz ki
yakın tarihimiz layıkı ile yazılmamış ve gerçekler çıplaklığı
ile ortaya konmadığı gibi pek çok gerçeğin üstü de
örtülmüştür.
2-Bunu
bütün tarih kitapları böyle yazar ve böyle bilinir ki T.B.M.M 23
nisan 1920 de bir cuma günü Kur'an-ı Kerim tilaveti ile ve
dualarla açılmıştır. Devletin ve meclisin kuruluşunda İslam ön
plandadır. İlk anayasada devletin resmi dini islam olarak kayıt
altına alınmıştır. istiklal Savaşı komuta kademesinin tamamı
Osmanlı subaylarından oluşmuş olup saltanata ve hilafete bağlı
ordu ve milis kuvvetleri oluşturmuşlar ve İslam dünyasından
Hilafetin tehlikede olduğu gerekçesi ile gelen her türlü maddi ve
ayni yardımlar Hilafet adına Anadoludaki hareketçe alınmış ve
direnişte değerlendirilmiştir. Yani olay şudur ki direniş bitene
kadar saltanat ve hilafet ile Kuvayı Milliyenin ve Atatürk'ün
bağları asla kopmamıştır.
3-T.B.M.M
ilk oluştuğunda milletin gerçek temsilcilerinden oluşmakta idi.
Ancak daha sonra Lozan anlaşmasının meclisçe kabul edilmeyeceğini
gören Atatürk meclisi feshetmiş ve kendisinin bizzat atadığı
milletvekili adaylarının seçilmesinden oluşan 2.meclis Lozan
Anlaşmasını onaylamıştır.
4-Bu
arada cumhuriyetin ilanı ile başlayan bazı devrim ve değişimler
1950 lere kadar sürmüştür. Ancak dikkat edildiğinde görülecektir
ki milli mücadele zaferle sonlanmasa, Anadolu toptan işgal edilse
ve sömürge haline getirilse idi işgal kuvvetleri ne yapacaksa o
devrimler yapılmış, hatta ve hatta işgal kuvvetlerinin
başaramayacağı ve cesaret edemeyeceği değişimler dayatılmıştır.
Başlıca devrimleri sıralarsak;
A-Madde
numaralarına kadar aktarılmak suretiyle Medeni Kanun ve Ceza Kanunu
İsviçre ve İtalya'dan tercüme edilmiş kabul edilmiştir.
B-Alfabe
değiştirilmiş, Osmanlı alfabesi Arap alfabesidir diye bir kenara
atılmış ve Latin alfabesi kabul edilmiş, toplumun tamamı cahil
hale getirilmiştir.
C-Hicri
takvimden miladi takvime geçilmiş, Hz. Muhammed (a.s) in hicreti
yerine Hz. İsa'nın doğumunu esas alan takvim kabul edilmiş,
Hafta tatili kanunu çıkarılmış, resmi tatil cuma gününden
cumartesi pazara alınmıştır.
D-Kılık
kıyafet devrimi yapılmış, batının kılık kıyafeti kabul
edilmiş, Osmanlıdan kalan her türlü kılık kıyafet
yasaklanmıştır.
E-Türk
Müziği yasaklanmış yıllarca batı müziği devletçe
desteklenmiş, opera ve bale ve senfoni orkestraları kurulmuştur.
F-Dini
hayat tamamen yasaklanmış, ve kontrol altına alınmış, Saltanat
ve hilafet kaldırılarak sadece Anadolu değil bütün Türk-İslam
dünyası ve Osmanlı coğrafyası başsız ve sahipsiz
bırakılmıştır.
G-Tekkeler
ve Zaviyeler ve milli mücadelede büyük rol oynamış olan Türk
Ocakları kapatılmış ve yerlerine o günden bugüne anarşi ve
terör merkezi olan Halk Evleri açılmış, devletçe himaye
edilmiştir.
H-Osmanlıdan
kalan pek çok cami, han ve imaretler kaderine terk edilmiş,
devletçe el konulmuş, satılmış ve tahrip edilmiştir.
İ-Tarihi
eserlerimizin girişlerindeki ve içlerindeki Latin alfabesi ile
olmayan kitabeler dahi özel kanunla kaldırılmış ve tahrip
edilmiştir. Osmanlı arşivleri ve kütüphaneleri yağma edilmiş,
satılmış ve büyük oranda yok edilmiştir.
K-
T.C Devleti batılı danışman ve batı kafalı devşirme kadrolara
teslim edilmiş, milli ve dini değerlerden uzaklaşılmıştır.
L-Türk
dünyasına ve İslam dünyasına sırt çevrilmiş yalnızca batı
ülkeleri ile sıcak ilişkiler kurulmuştur. Dünkü vilayetlerimiz
ile aramıza tel örgüler ve mayınlı sahalar inşa edilmiş,
Anadolu coğrafyasına hapsolan Türk Milletinin dört bir yanındaki
komşuları ile düşmanlık üzerine politikalar üretilmiş ve
büyük Türk Milleti Anadolu yarımadasına hapsolunmuştur.
M-Bütün
bunlar yapılırken Atatürk ve ölümünden sonra İsmet İnönü,
sırası ile Ebedi Şef ve Milli Şef olarak kutsanmış ve Osmanlı
padişahlarına dahi gösterilmeyen yüceltme Atatürk ve İsmet
İnönü'ye yapılmıştır. Tüm Osmanlı padişahları “mağrur
olma padişahım, senden büyük Allah var” sözünden rahatsızlık
duymazken salonlarda adeta yeni bir din inşa ediliyormuşçasına
nutuklar atılmış, şiirler okunmuş, heykellere servetler
harcanmış ve onlarca yıl harcanmaya devam edilmiştir. Aşağıda
aktarılan manzum ve nesir metinler bu yazdıklarımızın ne kadar
doğru ve yerinde olduğunu gösterecek yazılı belgelerdir:
Yıl
1928, Ankara'da Osmanlıca yazıyla 60 sayfalık bir kitap
yayınlanır. İsmi: "Türkün Yeni Amentüsü". Yazarı:
Safi adında biri. CHP'nin Hakimiyet-i Milliye Matbaasında
basılmış. Bu kitabın kapağında şu satırlar yer
almaktadır:
"Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklalini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengaver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim, Eyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkiyi kazanacağına, hamaset dasitanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi'nin Allah'ın en sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulusi ile şehadet ederim..."
"Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklalini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengaver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim, Eyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkiyi kazanacağına, hamaset dasitanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi'nin Allah'ın en sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulusi ile şehadet ederim..."
Aşağıda
ise Behçet kemal Çağlar'ın Atatürk için yazdığı ezan var.
Atatürk
ekber!
Atatürk
ekber
ancak
o var Atatürk
evliya
odur,
peygamber
odur,
sanatkâr
Atatürk.
talihe
hâkim,
zekâya
önder,
doğma
serdar Atatürk.
bunları
geçti insan büyüğü:
kendi
kadar Atatürk
Atatürk
ekber
Atatürk
ekber.
bizde
o var. atatürk
ne
evliya, ne de peygamber..
halkına
yar Atatürk
Cumhuriyetin
ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek
için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına,
sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul'da 1931 yılında,
Devlet Matbaası'nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi'nde İslâmiyet
ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri
bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında,
devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet'in yeri yoktur. Çünkü
"İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!", "Hz.
Muhammed (s.a.s.) nihayet bir çöl bedevîsidir",
"İslâmiyet'in yerine yeni bir din koymak lâzımdır ki, o da
Kemalizmdir." Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut'a göre
Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti: Yani "Kemalizm
dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık,
devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı."
Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız
değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun
cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk!
Behçet Kemal, Süleyman Çelebi'nin meşhur Mevlid'ini Atatürk'e
uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına
topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi'ni okutmakta hiçbir
sakınca görmedi:
Ger
dilersiz bulasız oddan necât
Mustafâ-yı
bâ Kemâl'e essalât.
Ol
Zübeyde, Mustafâ'nın ânesi
Ol
sedeften doğdu ol dürdânesi!
Gün
gelip oldu Rızâ'dan hâmile
Vakt
erişti hafta ve eyyâm ile.
Geçti
böyle, nice ay nice sene
Vakt
erişti bin sekiz yüz seksene.
Merhaba
ey baş halâskâr merhaba
Merhaba
ey ulu serdâr merhaba!
Behçet
kemal Çağlar yukarıdaki mevlidden sonra bir başka şiirinde:
Kaç
yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın dili
İnsana
ne ilâh, ne de sevgili
Ne
de ana-baba aratıyordu
Her
an yaratıyor, yaratıyordu.
derken
Halil Bedii Yönetken ise;
Tanrı
gibi görünüyor her yerde
Topraklarda,
denizlerde, göklerde
Gönül
tapar, kendisinden geçer de
Hangi
yana göz bakarsa: Atatürk.
diye
devam ediyordu kutsamaya.
ve
ardından Edip Ayel aynı frekansta;
Cennetse
bu yurt, sen onu buldundu harâbe
Bir
gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan
kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk
ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak
seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi
Toprak
olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez
bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar
ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
diye
sürdürüyordu kutsamayı.
Tabii
Kemalettin Kamu geride kalmamalı idi. Kemalettin Kamu Çankaya
şiirinde;
Burada
erdi Mûsâ
Burada
uçtu İsa
Bülbül
burada varsa
Hürriyet
için öter.
Ne
örümcek, ne yosun
Ne
mûcize, ne füsun...
Kâbe
Arab'ın olsun
Çankaya
bize yeter.
diye
noktayı koyuyordu ama bu açılan kutsama yolunda artık frenler
tutmazdı. Faruk Nafiz Çamlıbel devam ediyordu bu yolda;
Bir
şiirinde;
On
milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O'nda
on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı,
peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız
ne varsa, hepsi ondan şekil aldı. derken;
Bir
başka şiirinde;
Yürüyor,
kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı
bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey
ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil
Göreceksin
duruyor kalbimizin üstünde putun!
diyordu.
Yusuf
Ziya Ortaç ise;
Topladı
avucunda yıldırımı, şimşeği
Yoktan
var ediyordu tanrı gibi her şeyi.
derken,
Nurettin Artam isimli bir zat;
Koca
bir güneşin akşam olmadan
Dağların
ardında sönüşü gibi
Millete
can veren, vatan yaratan
Tanrının
göklere dönüşü gibi.
Her
zaman ırkıma büyük Baş Atam
Tanrılaş
gönlümde, tanrılaş Atam!
diyordu.
Bu açılan yoldaki kutsama kafilesine kimler katılmadı ki........
Bir
yanda Ömer Bedrrettin Uşaklı;
Bir
güneş gibi yalnız
Sensin
ülkü tanrımız
Ey
Türklüğün bütünü.
diye
sürdürürken bu kutsama serisini, Vasfi Mahir Kocatürk;
Peygamber,
tanrısına duymadı bu hasreti
Vermedi
bu kudreti tanrı, peygamberine.diyerek katıldı kervana ve
İlhami Bekir;
İlk
adam, mavi gözlerle baktı toprağa
Toprağın
haritasını çizdi bayrağa
Allah
değil, o yazdı alın yazımızı.
diyerek
bir başka küfür örneğini önümüze koyuyordu.
Aka
Gündüz’ün şu yazdıklarına ne demeli:
“Atatürk’ün
tapkınıyız!
Her
şeyde Atatürk,
Yerde
O! Gökte O!
Denizde
O! var da O! yok da O!
Her
şeyde O! Atatürk!
Yerdedir,
göktedir, sudadır,
Alandadır,
diktedir, pusudadır.
Görünmezi
görür!
Bilinmezi
bilir!
Duyulmazı
duyar!
Sezilmezi
sezer,
Ezilmezi
ezer!
Her
şeyde Atatürk!
Elimizi
yüzümüze,
Gönlümüzü
özümüze kapıyoruz.
Biz
sana tapıyoruz!
Biz
sana tapıyoruz!
Varsın,
Teksin,
Yaratansın!
Sana
bağlanmayanlar utansın!”
hülasa
eder isek bir dünya söz sıralanmış söylenmiş ve şu cümle de
sarf edilmiş:
Biz
bunu dini istemeyiz arap felsefesinden,
Sen
bize bir din yarat Türk nefesinden.
Yukarıda
aktardıklarımız Atatürk'ü kayıtsız şartsız kutsayanların
kalemlerinden dökülenler. Ve bu kalem sahipleri daima iltifat
görmüş ve asla “sen ne yapıyorsun, neler
saçmalıyorsun”denmemiş. Usulü dairesinde de olsa muhalefet
edenler olmuş elbet, onların başına neler gelmiş?.... Neler
gelmemiş ki!.. Saymakla bitmez. Ali Şükrü Bey'in başına
gelenler. Halen Trabzon'da Boztepe'de yatan Trabzon Mebusu Ali Şükrü
Bey Topal Osman tarafından katledildi. Sadece Ali Şükrü Bey mi?
Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı komünist oldukları için değil
aslında, kanaatimce Lenin'in de bilgisi ve izni dahilinde, Lenin
yanlısı değil de Sultan Galiyev yanlısı oldukları için
katledildiler. Ve o olaydan sonra komünist hareket Türkiye'de asla
milli bir kimliğe bürünemedi. Kazım Karabekir, Mehmet Akif
Ersoy, türlü oyunlarla aşağılandı, ya mahkemelerde ya
vicdanlarda yargılandı ve mahkum edildi. Bir kısım alim ulema
ise İstiklal Mahkemelerince infaz edildi.
Devam edelim efendim; Sadri Maksudi
Arsal.. Atatürk'ün sofrasının müdavimlerinden, Ordinaryüs
Profösör, devrim profösörü. DenizBank yeni kurulacak o
zamanlar, isim meselesine itiraz ediyor. “DenizBank” Türkçe’ye
uygun değil diyor. Bunun yerine Denizcilik Bankası ya da Deniz
Bankası olmalı diyor. Bankaya “DenizBank” ismini veren ise
Atatürk..
Sonra
ne oluyor biliyor musunuz? Büyük
bir öfkeye kapılan M. Kemal, aynı günün akşamı sofra
misafirlerinden birkaçını seçerek radyoevine gönderir. Radyoda
normal program iptal edilerek gece 2′ye kadar Arsal aleyhine sert
konuşmalar yapılır. 28 Aralık’ta galiz bir uslupla yazılmış
bir makale, bütün gazetelerde yayınlanır. Arsal “nankör”dür,
“sahte diploma sahibidir”, “Türkçe bilmemektedir”, “Türk
değildir”, “Türk gençlerini zehirlemektedir”. Arsal bir
daha ne mecliste ne de sofrada görülür (Sadri Maksudi Arsal,
Adile Ayda, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları Türk
Büyükleri Serisi, 1991, s. 76 )
Bu,
bilinçli olarak başlatılmış bir akım.. Neye yaradığı gayet
açık. Neye yaradığını Kazım Karabekir de gayet net açıklıyor:
“İstiklâl
Harbi nasıl başladı? Nasıl bir seyir takip etti? Bugünkü durum
nedir? istikbal için planımız ne olmalıdır? Artık kimseyi
ilgilendirmiyordu. Biricik düşünce Gazinin teveccühünü
kazanmak ve mebus olmak ve memleketin nimetlerinden istifade
edebilmekte idi…İstiklâl Harbinin fedakar ve feragatli
arkadaşlarıyla Gazinin arasına her gün yeni simalar giriyor ve
yerleşiyordu. Ve artık İstiklal Harbi’ndeki gibi fikir
sahipleri ile iş birliğinden ziyade mutavaat ve alkışa hazır
bir zümreye roller verilmeye hazırlık görünüyordu.”
Kazım
Karabekir Anlatıyor, (yayına hazırlayan Uğur Mumcu), istanbul:
Tekin Yayınevi. 1990. s.83.
Bir
de Yakup Kadri’den dinleyelim:
“Atatürk’ün
sefahetlerinde, Atatürk’ün kötü iptilâlarında bile Homerik
bir destan rüzgârı vardı. İçki sofrasında elini her kadehine
uzatışı. Tanrılar Tanrısı Zeus’un altın kupalar içinde
kevser şarabı dağıtışını andırırdı ve riyaset ettiği
cümbüşler, gerek Çankaya köşkünün samimî havası, gerek
Dolmabahçe sarayının ihtişamlı dekoru içinde ve gerekse
herhangi bir dost evinin mütevazı çatısı altında olsun: daima
Olempus tepesindeki “bezm’ler gibi zaman ve mekân mikyasının
dışına taşardı. Bilmiyoruz. Mevlânâ’yı kendinden geçiren
şarkılar ve rakslar ne cinstendi? Fakat. Atatürk’ün her biri
bir mistik tarikatın “âyin’inden farksız muhabbet
meclislerinden ruhlarımız “cuşiş” denilen halin en yüksek
mertebesine ermiş olarak çıkardık.”
Yakup
Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk İstanbul: Birikim Yayınları. 1981.
s 121-122
Şimdi
ise son sözlerimizi söyleyelim. Atatürk cumhuriyetin kuruluşu
ile birlikte kendisine hiç bir lidere nasip olmayan çok farklı
bir statü verilmiştir. O günden bugüne bu statü farklı
kombinezonlarda yaşatılmıştır. Ne Marks, ne Lenin, ne Mao, ne
de başka bir lider onun büyüklüğüne erişememiştir. Adeta bir
beyin yıkama operasyonu ile beyinler şartlandırılmış ve
“kemalizm” diye bir ideoloji oluşturulmaya çalışılmıştır.
Literatüre bakınız. Demokrasinin beşiği İngiltere'dir. “Magna
Carta” yani büyük ferman ile demokratik 1215 te sözüm ona
demokratik hakları ferman altına alan ilk hukuki bildiridir. Fakat
görüyoruz ki İngiltere hala kraliyet ailesini ve feodaliteyi
aynen muhafaza etmektedir. Çünkü Büyük Britanya İmparatorluğunu
sembolik olarak kraliyet ailesi temsil etmektedir. Avrupanın pek
çok yerinde hatta Japonya'da bile saltanat bütün haşmetiyle
devam ederken olan Osmanoğullarına olmuş, 600 yıl dünyanın
kaderine hükmetmenin bedelini Osmanoğulları ailesi hala ödemeye
devam etmektedir. Batılılaşma ve batılı değerleri kabullenme
adı altında saltanat ve hilafet tarih olmuş, başşehrimiz
İstanbul'dan Ankara'ya taşınmış olmakla Anadolu coğrafyası
bile bize çok görülmektedir. Türkiye son dönemde edilgen değil
de etken bir güç olma ididiasıyla ortaya çıkmış ise de
dışarıda türlü oyunlarla önümüz kesilmek istenirken içeride
ise devlet bugün geldiği noktadan yeniden 1923 mantığı ile
resetlenmek ve yeniden kemalizm ile formatlanmak istenmektedir.
Bütün kavga ve gürültü buradan kopmaktadır. Cumhuriyet tarihi
bütünü ile tarihe mal olacaktır. Tıpkı geçmişte Osmanlının
yaşadığı 1.Fetrette olduğu gibi. 1923 le 2.Fetret başladı ve
şu tarihte de bitti diyeceğiz. Sultan Yıldırım Beyazıt'ın
Timur karşısındaki yenilgisi ile başlayan 1.Fetret nasıl bitmiş
ve Osmanlı tarihinde gelişme ve büyüme devam etmiş ise 1.Dünya
harbinde alınan yenilgiler ile başlayan 2.Fetret dönemi de belki
engeç 10 yıl sonra 2023 te bitecektir. Hem devletin adı, hem
başlagıcı ve devamlılığı, 2.fetret döneminde batıya
verilmek zorunda kalınmış ipotekler konuşulacak tartışılacak,
Atatürk te tarihte alması gereken yeri alacaktır. Atatürk
olmasaydı diye bir mantık kurmak mümkün değildir. Türk tarihi
ne Atatürk ile başlamış ne de sonlanmış ve yeniden
başlamıştır. Hakaret ve aşağılamanın da lüzumu yoktur. Bu
kapanması gereken bir devirdir, yaşanacak ve kapanacaktır. Ve
görüldüğü gibi yaşanmakta ve yavaş yavaş kapanmaktadır da.
Devlet daha doğrusu Türk Devleti özellikle Sultan Alparslan'dan
itibaren zaman zaman zafiyetler yaşamış ise de asla devlet olarak
kesintiye uğramamıştır. Büyük Selçuklu Devleti'nin devamı
Anadolu Selçuklu Devletidir ve onun devamı Osmanlı Beyliği ve
devamında imparatorluktur. Osmanlı İmparatorluğu Bizansı
fethetmekle Osmanlı sultanı Doğu Roma İmparatoru ünvanını da
almış, Hilafeti İstanbul'a taşımakla dünya müslümanlarının
başı olmuş, Ermeni ve Rum ortadokslarının da padişahı ve
sultanı olan Osmanlı Sultanları, İspanya'dan kaçan yahudileri
de himayesine almış ve hahambaşılığı da istanbul'da
himayesine almıştır. Fatih Sultan Mehmet Bizansı yıkarak Doğu
Roma İmparatoru ünvanını aldıktan sonra Batı Roma
İmparatorluğunu da fethetme ve Vatikanı ve Papalığı da
sınırları içine alma hesaplarında iken bir yahudi dönmesi
doktor Yakup Paşa tarafından zehirlenerek şehid edilmiştir. Türk
Devleti Osmanlı'dan kalan misyon ve miras ile çok uluslu ve dinli
bir devlettir. Yönetim elbette Türk ve İslamdır, ancak Türk ve
İslam olmayan tebasına ikinci sınıf insan muamelesi de
görmemiş, göstermemiştir. Osmanlı dini ve etnik kökeni ne
olursa olsun tebasına Osmanlılık gibi bir mensubiyet ruhu
vermiştir. Dolayısı ile bir Amerikan milleti mevcut olmadığı
halde Amerika, Osmanlı'dan aldığı vatandaşlık hukukunu ve
idare hukukunu kendi sınırları içinde uygulayarak bir
“amerikalılık” gibi mensubiyet ve vatandaşlık bağı
oluşturmayı başarabilmiştir. Bu çerçevede Türkiye Devleti bu
anlatılanlar ışığında devletimizin ismi ve vatandaşlık
kavramı, dil ve din konularında kendini revize etmek ve yeni bir
yapı ve bakış oluşturmak zorundadır. Yoksa kupkuru bir “atatürk
cumhuriyeti” kavramı içine cihanşumul bir devletin hedef ve
idealleri asla ve asla sığamaz. Geçmişimiz geleceğimizin
köküdür, geleceğimiz ise şanlı geçmişimizin devamıdır.
Dolayısı ile Selçuklu'dan Osmanlı'ya ve cumhuriyete hepsi
bizimdir, Oğuz Han'dan, Kürşattan, Alparslan'dan Osman Gazi'ye,
Sultan Murat'tan, Fatih'e, Yavuz'a Süleyman'a, ve Sultan
Vahdettin'e ve son halife Abdülmecit Efendi'ye, Atatürk'ten
Özal'a, Menderes'ten en son Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a kadar
hepsi bizdendir, bizimdir hatasıyla sevabıyla. Ama hiç birisi
tanrısal bir güce ve himayeye sahip değildir ve olamaz da. Bütün
bunları bir tarafa bırakıp “atatürk olmasaydı, dinin de
olmazdı, donun da olmazdı” demek ne Türklük edebine, ne islam
inancına sığmaz. Bütün gelmişimiz, geçmişimiz ve geleceğimiz
bir isme bağlanamaz. Allah isterse herşey olur, dilemezse hiç bir
şey olmaz. Bunun aksine “atatürk olmasaydı” diye başlayan
bir söz ve söylem bir müslümanı adeta küfre götürebilecek
bir sözdür. Gerçek bir müslüman ise ne her bir şeyi yaradılmış
bir kuldan bilir, ne de onların hiç birine galiz küfürlerle
saldırmaz.
Son
sözümüz ve cümlemiz şudur ki; Devletimizin sınırları
Edirne'de başlayıp Kars'ta bitmez, bizim sınırlarımız
Adriyatik'ten Çin seddine, Sibirya'da güney Afrika'ya insanoğlunun
ayak bastığı her coğrafyaya kadar uzanır ve Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin tüm vatandaşları dini, milliyeti, etnik
kökeni ya da mezhebi ne olursa olsun devletimizin Orta Asya'dan
bugüne gelen misyonunu ve vizyonunu bilmek ve ona sahip çıkmak
zorundadır. Türk Devleti dün, evvelki gün ya da yarın veya öbür
gün adı ne olursa olsun gölgesi altında, yaradanın bütün
yarattıklarına yer veren, adı, kendisi ve gölgesi en büyük bir
devlettir ve bu büyüklüğünü ilelebet sürdürecektir. O
gölgenin altında olanlar o gölge içinde kendilerine de bir yer
bulabildikleri için onur ve gurur duymalıdır.
1 yorum:
kurtuluş savaşı ancak atatürkçülükten ve atatürkçülerden kurtulduğumuzda kazanılmış olacaktır.
Yorum Gönder