1 Aralık 2017 Cuma

FALANCILIK-FİLANCILIK ŞUCULUK-BUCULUK


İnsan yaradılışı itibarı ile türlü zaaflarla dolu bir varlık. Aynı zamanda ihtiras ve benlik duyguları sarmış her yanını. Bunlardan sıyrılabildiği kadar insan bu duygulara esir olduğu kadar ise insanlıktan uzak. İnsanlar arasındaki ilk çekişme, ilk insan Adem peygamberin çocukları Kabil ve Habil arasında yaşanmış ve Kabil kardeşi Habil’i öldürmüş. İlk dökülen kardeş kanı. O günden sonra kan dökmeye devam etmiş insanoğlu. 
Peygamber Efendimiz’in vefatı ile başlamış fitne kazanı kaynamaya. Hz. Fatma validemiz Hz. Ebubekir’e dargın. Hz. Ali günlerce biat etmemiş Hz. Ebu Bekir’e. Sonrasında Hz. Ömer ve sonrasında Hz. Osman. Ve nihayet dört halifenin dördüncüsü Hz. Ali. Bu asrı saadet dediğimiz dönemde dört halifeden ikincisi üçüncüsü ve dördüncüsü ve devamında Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin yine Müslüman kılıcı ve eli ile şehid edilmiş. Ve tabii diğer Peygamber torunları. Kerbela tarifsiz bir facia ve katliamdır.
Peygamber Efendimiz’e Cebrail A.S vasıtası ile Kur’an indirilmiş. İlahi vahiy. Peygamber Efendimiz ve devamında dört halife döneminde ve sonrasında da yüzlerce yıl mezhep diye bir şey de yok. Sadece Kur’an ve sünnet var. Hatta asrı saadet döneminde hadis rivayeti ve toplanması ve yazılması da yasaktır.
O en güzel yıllarda bile insanoğlu Hz. Ali yanlıları, Hz. Ayşe yanlıları veya Muaviye yanlıları gibi saf saf birleşmemiş ayrışmış maalesef. Sonrasında Şiilik, Sünnilik, ve kendi içinde bu mezhepler de pek çok kola ayrılmış, aynı hıristiyanlıkta olduğu gibi. Tabii Hıristiyanlar da insan Müslümanlar da birbirlerini taklit ediyorlar. Mezhepçilikte, parça parça olmakta, türlü isimler altında farklı yollara girmekte birbirlerini taklit etmişler ve bu taklit yüzlerce yıl devam etmiş. Bunun sonucunda farklı yollara girenler birbirleri ile kavga ede ede bugünlere gelmişiz. 
Bu ayrışma tabii dini alanlarda olduğu gibi ideolojik alanlarda da kendini göstermiş. Bazı isimler kendilerine göre adeta bir din icat edercesine dünyevi sistemler icat etmişler. Ve kendilerine bolca müşteri bulmuşlar. Dini alanda Hanefilik, Şafiilik, Hambelilik, Caferilik gibi ortaya çıkan ayrışmalar sosyal ve beşeri alanda kendini Marksçılık, Lenincilik, Maoculuk diye göstermeye başlamış. Tabii böyle başlayan bu süreçte Türkiye ve Türkler geri kalır mı? Onlar da modaya uyup Atatürkçülük, sonrasında İnönücülük, devamında Ecevitçilik, Türkeşçilik, Erbakancılık derken, süregelen moda, moda olmaya devam edince dini alanda da benzer yapılanmalar kendini yeniden göstermiş. Süleymancılık, Nurculuk, fetöcülük, Işıkçılar, İslamoğlucular, Adnan hocacılar derken zincirin ucuna yeni halkalar eklenmeye başlamış. 
Bu kadar ayrışma karşısında yeni bir akım ortaya çıkmış ve bunların hepsini reddediyor. Biz “Kur’an müslümanı” yız diyor. Birileri mealciyiz demiş, birileri hadis ve sünneti tamamen reddetmek noktasına gelmiş. Meal Kur’an değildir diye meal ve tefsir müslümandan uzaklaştırılırken bazı efendilerin yazdıkları ve söyledikleri haşa Allah kelamı gibi görülmüş, onlara karşı durmak Allah’a karşı gelmek gibi gösterilmiştir. Kısaca her itiraz sesi yeni bir ayrımcılığın ve bölücülüğün kaynağı olmuştur. Düşman ise birkaç yüz yıldır sömürmeye ve sömürdüğü müslümanın zenginliği ile semirmeye devam etmiş. Ve devam etmekte. Bugün geldiğimiz noktada ve yaşadığımız şartlar gözününe alındığında isyan ve itirazlarımı ortaya koymayı bir görev sayıyorum ve diyorum ki;
-Kur’an ve başkaca dini kaynaklar çerçevesinde herkes farklı görüş ve düşüncelerini özgürce ifade edebilir, ancak hiçbir görüş ve düşünce kendi içinde bir mezhep veya tarikat gibi algılanamaz. Ve bu tip oluşumların tamamını reddetmek icap eder.
-Elimizdeki metni üstünde ihtilaf olmayan ve keza sahih olduğu konusunda hiçbir ihtilaf olmayan hadisler dışında hiçbir değişmez ve vazgeçilmez kural ve prensip yoktur, olmamalıdır.
-Falancılık, filancılık, şucukluk, buculuk gibi her türlü kişilere bağlı dini veya siyasi beşeri her türlü eğilim ve akım reddedilmelidir.
-Dolayısı ile yeri göğü, her şeyi yaradan Allah ve son Peygamber ve son kitaba inanan her insan Müslüman ve kardeştir. Mezhep ve fırka ayrılıkları ve düşmanlıkları külliyen yanlıştır ve ortadan kaldırılmalıdır.
-Dünyanın tüm zenginliği, toprakları ve insanları Allah’ın müslümana teslim ettiği bir mülk ve emanettir, dolayısı ile dünyanın her yerindeki her türlü mal, zenginlik ve varlık müslümanın sevk ve idaresinde olmalıdır keza İslam olsun olmasın tüm insanlık Allah’ın hükmüyle idare eden Müslüman bir yönetimin sevk ve idaresinde olmalıdır. İslam alemi bu noktaya gelene ve bu noktada birleşene kadar dünya insanlığı üzerindeki zulüm, baskı ve sömürü düzeni yaşamaya devam edecektir.

(Bu mübarek Cuma günü kendi adıma seslenişimdir)

25 Ağustos 2017 Cuma

ALGI YÖNETİMİ, KİRLİ-PSİKOLOJİK SAVAŞ GÖLGESİNDE ÜLKÜCÜLER, İSLAMCILAR VE TÜRKİYE

               Çok kritik bir dönemden geçiyoruz. Taşlar yerinden oynuyor, Türkiye son yirmi yılda çok büyük bir değişim yaşadı. Bu değişime ayak uydurabilmek kolay değil. Ancak Türkiye’deki bu çok radikal denebilecek değişim ve gelişme dünyadaki küresel ve egemen güçlerin dikkatinden kaçmıyor. Dünyadaki gelişme ve değişmeleri büyük ölçekte ele alan ve planlayan ve kurgulayan emperyalizm Türkiye’de yaşananları ise takipte zorlanıyor ve çok sıra dışı tepkiler vermeye devam ediyor.
                Cumhuriyetin kuruluşunda Osmanlının zalimce, kalleşçe ve hunharca tasfiyesinden sonra sanki bir bağımsız bir devlet kurmuşuz gibi bir sihirli ilüzyon altında elimize verdikleri Türkiye Cumhuriyetinin,Osmanlı İmparatorluğunun tersine, elindeki hilafet ve saltanat ta alınmak suretiyle İngilizlerin kurdukları Irak, Suriye, Ürdün, Libya, Mısır, Suudi Arabistan ve diğer Arap Emirlikleri gibi  kukla bir sömürge valiliği olduğunu hala anlayamamış olanlarımız var. Evet Türkiye Cumhuriyeti  kurulduğunda, emperyalist batının kurulan sömürge Cumhuriyetinin ve rejimin  sigortası olarak tesis ettikleri güçler içinde olan ordu, yargı, basın, sermaye ve bürokrasinin başına cumhuriyeti kuran parti CHP yi de teknik direktör olarak atayarak coğrafyamızı bize ve bıraktıkları danışmanları eline terk edip gittiler. Millet iradesinin 1950 deki tercihi 1960 ta susturuldu. 1971 de yeniden ince ayar yapıldı ve 1980 de yeniden cumhuriyet kuruluş ayarları ile formatlandı. Ancak artık dikiş tutmuyordu. Ama Türk- İslam Ülküsü diye ortaya çıkan ülkücüler tengrici, cumhuriyetçi ve Atatürkçü ve hatta laik Kemalist aşı ile dejenere edildi. Emperyalist batının kontrolü altında bulunan derin devletin provake etmesi ile ülkücülerin devletçiliği istismar edilerek ülkücü hareket önce Bülent Ecevit’in kucağına oturtuldu. Ve bu alışkanlık yaptığı için kucaktan kucağa gezen bir yosmaya dönen hareketin şu anda FETÖ’nün mü HDP nin mi CHP nin mi Doğu Perinçek in mi kucağında olduğu tam olarak belli değildir.
                Devletimiz ise hatası ve sevapları ile Adnan Menderes’ten sonra Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş ve Turgut Özal’ın hazırlamış olduğu alt yapı üstüne bütün kurumları ve refleksleri ile son AK Parti iktidarında ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde emperyalist batının tüm oyun ve tezgahlarına karşı tam bağımsız Türkiye’yi inşa yolunda kararlı adımlarla yürümektedir.  Emperyalist güçler bu yürüyüşü durdurabilmek için türlü provakasyon ve ajitasyonlarından geri durmamaktadır. Milletin dinamik güçleri Ülkücü hareket ve İslami akımlar amacından saptırılarak içlerine yerleştirilen ajanlar vasıtası ile bir siyasi partiye ya da kişiye karşı muhalefet ediliyormuş zannı verilerek devlete karşı oluşturulan cephede yer alması temin edilmek istenmektedir. Ülkücüler Kemalizm, Atatürkçülük ve cumhuriyetçilik ve laiklik kavramları ile ajite edilirken İslami gurup ve cemaatler ise sahte ve ajan şeyhler elinde sevk ve idare edilerek küçük cemaatler, başlarındaki ajan ve sahte şeyhlerle aynı yöne kanalize edilmeye devam olunmaktadır. Bu nedenle Tüm Türk milliyetçileri, Ülkücüler ve farklı cemaat mensupları ferdi akıl ve iradelerini kullanıp kendilerini, cemaatlerini ve tabi oldukları kişileri sorgulayarak istikametlerini düzeltmelidir.
                Bu çerçevede oynanan oyunun farkına varan Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP devletin yanında olmak kaygusu ile AK parti iktidarı yanındadır. Hepsi bundan ibarettir. Ancak son referandumdaki yüzde bir buçuk olan farkın kapatılmasının fevkalade kolay olduğu düşüncesi ile geçmişte;
1-MHP liderliğine oynarken CHP den Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olabilen  MANSUR YAVAŞ,
2-Devlet Bahçeli’nin  CIA ajanıdır dediği ve yıllarca nasıl finanse edildiği belli olmayan bir vakfın başındaki ÜMİT ÖZDAĞ,
3-Bayındırlık Bakanı olduğu dönemdeki  yolsuzluklarından vicdanlarda aklanamamış, Trabzon gibi kendi muhafazakar   şehrinde bile seçilemeyen KORAY AYDIN,
4-ANAP, DYP, AKPARTİ MHP olmak üzere girmediği kapı, sürülmediği boya kalmayan, onbeş temmuz başarılı olsa idi muhtemel gölge başbakan fetö desteğindeki MERAL AKŞENER
Ve bugüne kadar dejenere edilmiş, ajite ve edilmiş, provake edilmiş, münhasıran RECEP TAYYİP ERDOĞAN  ve DEVLET BAHÇELİ düşmanlığı üzerine ince ayar yapılmış bir avuç ülkücü ile yeni bir parti kuruluşu ile 2019 da mevcut iktidar ve milli iradenin tasfiyesi ve rejimin yeniden 1923 fabrika ayarlarına formatlanması için harekete geçildiği görülmektedir. Nihai hedef 2019 dur.
                Bu tablo karşısında her ne pahasına olursa olsun 2019 seçimlerinde önce cumhurbaşkanlığı seçimini ikinci tura bırakmak ve ikinci turda AKPARTİ+MHP karşısında olan CHP, HDP, ve ajite edilmiş diğer milliyetçi ve İslami küçük gurupları toparlamak ta yetmediğinden MHP küskünlerini yeni bir çatı altında toplayıp % 51 çoğunluğa ulaşıp dış güçler ve FETÖ kontrolündeki muhalefete iktidar şansı verilmek istenmektedir.  Bu senaryo içinde bir küçük figür ya da aktör olmak isteyenleri meydanlarda görüyoruz. Ve manzarayı üzüntü ile izliyoruz. Dış güçler ya da içerideki işbirlikçileri ne hesap yaparsa yapsın Türkiye’nin kaderini falanlar filanlar belirlemeyecektir. Türkiye’nin kaderi sadece ve sadece yaradanın elindedir. Ancak bu kader savaşında kim hangi safta yerini almışsa o safta olmanın hesabını hem millete, hem ümmete hem devlete hem de Allah’a verecektir.

                Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti dört yandan kuşatma altındadır. Muhteşem Osmanlı İmparatorluğunu içimizdeki hainleri de saflarına çekerek haince ve kalleşçe parçalayıp tasfiye edip Osmanlı Coğrafyasında sayısız kukla sömürge devleti kuranlar bugün Türkiye’nin Osmanlı mirasında yeniden etkin ve egemen olmasını asla istemedikleri gibi bu coğrafyada yine, yeniden keyiflerince at oynatmak ve ortadoğu’dan Asyaya Afrika’ya kadar tüm mazlum halkları ezmeye ve sömürmeye ve onların kaderi üzerinde zalimce egemen olmaya devam edebilmek için bu sürece karşı çıkan Türkiye’yi, “dünya beşten büyüktür”  diyen Türkiye’yi, Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyine hakim olan beş daimi üyeye başkaldıran Türkiye’yi saf dışı etmek, Anadolu coğrafyasına hapsetmek, yeniden kukla hale getirmek ve hatta Müslüman Araplarla tarih, kültür ve din birliği olduğu için, Türkiyeyi hem bölmek hem de kuzey doğusunda Ermenistan, doğusunda şii İran, güneyinde ise yıllardır  kendi emellerine göre ince ayar yapıp yetiştirdikleri Kürtlere kurduracakları Kürdistan ile kuşatmak ve boğmak istiyorlar. Türkiye’de istedikleri  ve bekledikleri ise şudur;  önlerinde ceket ilikleyecek, Vatikan’da papanın elini, İngiltere’de kraliçenin eteğini öpecek yöneticiler istiyorlar Türkiye’de.  İşte bu nedenlerle mazlum halkların feryadını duymayanlar sağır, bu tabloyu görmeyenler ise kördür. Bütün bunları göre göre statükoya teslim olmayı tercih edenler ise şüphesiz işbirlikçi, satılmış  haindir. Yazıklar olsun onlara, yazıklar olsun. 

16 Haziran 2017 Cuma

CHE GUEVERA, ARSLAN BULUT, YENİÇAĞ GAZETESİ VE ÜLKÜCÜ HAREKET

Aşağıdaki “che guevara’dan neden rahatsızlar” başlıklı yazı 31.08.2016 tarihli Yeniçağ Gazetesinde yayınlanmış bir ARSLAN BULUT yazısıdır.
CHE GUEVARA’DAN NEDEN RAHATSIZLAR?
Bütün dünyada solun bayrak adamı olan Ernesto Che Guevara'nın 39 yıllık hayatı Amerikan emperyalizmine karşı mücadele ile geçmiştir. Hayatını da bu yolda kaybetmiştir. AKP'nin kurucuları ise küresel kapitalizmin ve emperyalizmin beyni durumundaki CFR ve ADL adlı kuruluşların ve CIA'nın desteğini alarak Türkiye'de iktidar olmuş ve 2004 yılında 22 İslam ülkesinde haritanın değişmesini öngören Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanlığını üstlenmiştir! Dolayısıyla, İsmail Kahraman'ın Che Guevara'ya "katil" demesi, ömrü boyunca bulunduğu siyasi duruşun getirdiği şartlanmışlığın neticesidir.
Che Guevara ise şöyle diyordu:
"Emperyalizmin bir dünya sistemi olduğunu, kapitalizmin son aşaması olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız ve o, dünya çapında yenilgiye uğratılmak zorundadır. Bu mücadelenin stratejik sonu, emperyalizmin yıkılması olacaktır. Bize, bu dünyanın sömürülenlerine ve az gelişmişlerine düşen pay, emperyalizmin temellerini ortadan kaldırmaktır: Biz ezilen uluslar, onlara sermaye, hammadde, teknisyen ve ucuz emek vererek ve onlardan yeni egemenlik araçları olan yeni sermaye, silah ve her çeşit materyal alarak mutlak bir bağımlılık içine sürüklenmekteyiz. 
Emperyalizmin yıkılması hedeflenirken, onun başını kimin çektiği kesinlikle belirlenmek zorundadır. Bu, ABD'den başkası değildir.
Zafer umutlarımızı şöyle özetleyelim: Emperyalizmi, en sağlam siperi olan ABD tarafından yürütülen baskıyı bertaraf ederek, topyekûn yok etmek. Taktik yöntem olarak, düşmanın kendi varoluş temellerinden, yani kendine bağlı bölgelerden sökülerek, kendi bölgelerinin dışında bir zorlu savaşa sokularak, tek tek ya da gruplar halinde halkların tedrici kurtuluşunu sağlamak.
Bizim her eylemimiz emperyalizme karşı bir savaş çağrısı ve insanlığın en büyük düşmanı ABD'ye karşı halkların birliği için bir savaş marşıdır.
Ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silâhlarımız elden ele geçecekse ve başkaları yeni savaş ve zafer naralarıyla ve de mitralyöz sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi." (27.08.2007, Erdoğan'a Che Guevara tişörtü giydirmek! - Arslan BULUT)
Gençliği, ABD'nin Yeşil Kuşak projesine hizmetle geçenler, bu sözleri anlayamaz!
Fakat şu bir gerçek ki, Fidel Castro da Che Guevara da Atatürk'ü örnek almıştı. Araştırmacı Dursun Özden, "1967 yılında Bolivya'da öldürüldüğünde Che Guevara'nın sırt çantasından; Atatürk'ün Büyük Nutuk'u çıkmıştır" bilgisini Türk kamuoyuna ilk sunduğunda, kimse inanamamıştı! Ancak Fidel Castro'nun, 12 Mayıs 1961 tarihinde Havana'da görevli genç Türk diplomatı Bilal Şimşir'den Nutuk'u istediği ortaya çıktı. Castro, Nutuk'u okuduktan sonra Che Guevara'ya vermişti. Öldürüldüğünde sırt çantasından çıkan kitap, o kitaptı! Diğer kitaplar, Nazım Hikmet'in "Kuvayı Milliye Destanı" ve bir şiir antolojisi idi.
Zaten Castro, İstanbul'daki Habitat toplantısında "Asıl devrimci Mustafa Kemal Atatürk'tür. Ben bir devrim yaptım, ama O'nun yaptıklarını asla başaramazdım. Sakın kendinize başka esin kaynağı aramayın" dememiş miydi?
Castro, ayrıca Dursun Özden'e de "Atatürk varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyor? Atatürk, 1919'da Anadolu'dan düşmanları kovmak için Bandırma Gemisi'yle Samsun'a çıktı. Ve anti-emperyalist bir savaş verdi ve zafere erişti. Biz, Atatürk'ün bu devrimci savaşından etkilendik-esinlendik ve tam 40 yıl sonra, 1959'da Granma Gemisi'yle Havana'ya çıktık. Ülkemizden emperyalistleri ve iş birlikçisi faşist Batista rejimini kovmak için... Biz de zafere eriştik. Bizim ve tüm mazlum halkların esin kaynağıdır Kemal Atatürk... Atatürk'ün kıymetini bilin ve kendinize başka önder, yol ve yordam aramayın..."dememiş miydi?
Atatürk'ü sevmeyenler, onu örnek alanları da karalar elbette.
                                                       Arslan Bulut



Efendim;
      Arslan Bulut beyefendi yazıya nasıl başlamış?
  “BÜTÜN DÜNYADA SOLUN BAYRAK ADAMI OLAN ERNESTO CHE GUEVARA”
Şimdi sorularımızı sormaya başlayalım:
1-Sen milliyetçi ve ülkücü geçinen bir adamsan eğer bütün dünyada solun bayrak adamı olarak bilinen bir adamdan sana ne? Sana ne? Ruhuna Fatiha bile okuyacaksan oku, sevgi muhabbet duyacaksan duy, ama senin sevgin ve muhabbetinden bize ne?
2- CFR, ADL ve CIA gibi emperyalizmin askeri durumundaki kuruluşların uzunca bir zamandır hedef aldığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetini hedef almakla kim adına hareket ettiğini sanıyorsun?
3-Emperyalist batının BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ diye lanse ettiği yeni dönem sömürü projesinin tepe taklak edildiğini ve BÜYÜK OSMANLI PROJESİ’ne dönüşmekte olduğunu göremeyecek kadar kör müsün?
4-Amerika’nın emperyalist bir katil olması, CHE GUEVARA, LENİN, STALİN VEYA BAŞKACA MARKSİST LİDER YA DA MARKSİST TERÖR ÖRGÜTLERİNİN KATİL OLDUĞU GERÇEĞİNİ DEĞİŞTİRİR Mİ?
5-Yazın içinde 27.08.2007 tarihli bir yazından alıntı yaparak emperyalizmi ve emperyalizme karşı mücadeleyi CHE’nin ağzından okuyorsun. Emperyalizmi CHE’nin söylem ve mücadelesinden mi öğreniyorsun? Şimdiye kadar emperyalizmin ne olduğunu bilmiyor muydun?  Senin Türk Milletinin zaferler ayı ağustos her geldiğinde ALPARSLAN’ı, YAVUZ SULTAN SELİM’i veya MİLLİ MÜCADELEYİ hatırlamak yerine gönlündeki kahramanın ERNESTO CHE GUEVARA’yı hatırlamak gibi bir hastalığın mı var?
6-Arslan Bulut madem bu kadar bilgi sahibisin  belki bunları da bilirsin, söyle bakalım, Che’nin çantasından çıkan NUTUK kaç ciltlik ve kaç baskısı idi, (malum ilk baskıları üç cilt halinde yayınlanmakta idi) yine Nazım Hikmet’in kitapları ile birlikte hangi dile yapılmış çeviriler idi, nutuk ve Nazım’ın kitapları hangi yollarda hangi dillere çevrildi, Che hangi dillerde okumayı ve konuşmayı biliyordu?
7-Sen hangi okulu bitirdin, hangi mantığı okudun ki Che’ye katil demekle Atatürk’ü sevmek ya da sevmemek arasında bir bağ kurabiliyorsun?
8-Eğer kendini ülkücü bir yazar olarak tanımlıyorsan eğer ülkücü bir yazar gözü ile kaleme aldığın yazıya bir tepeden tırnağa bak bakalım bu yazıda ülkücülükten bir eser, ruh ya da koku var mı yok mu? Eğer yoksa sen hangi bağın gülü hangi emperyalist gücün bülbülüsün açıkla da biz de anlayalım.
9-Yazıdaki son cümlen şu: “ATATÜRK’Ü SEVMEYENLER ONU ÖRNEK ALANLARI  DA KARALAR ELBETTE”  diyorsun. İsrail’de de bir Atatürk heykeli var ve bu anıtta  “İsrail halkı sana ebediyen minnettar  kalacaktır” yazıyor. Şimdi biz antisiyonist ve İsrail karşıtı olur isek Atatürk’ü sevmemiş mi olacağız?
10-Arslan Bulut sen Che’nin çantasından çıktığına inandığın kitapları satır satır okudun mu?
Arslan Bulut sana diyecek çok söz var, sorulacak çok soru var ama ne desek boş. İşte şekil A da göründüğü gibi bomboş bir adamsın sen.
Bak şöyle bir baktım araştırdım gördüm ki: Bilal Şimşir'in Türk Tarih Kurumu tarafından çıkartılmış "Atatürk ve Yabancı Devlet Adamları" isimli bir kitabı var.
Kitabın 3. cildi 6. bölümde 294-295 no'lu belgelerle Küba kısmı bulunmakta ve bu konuya dair hiçbir şey geçmemekte.
Diğer bir nokta Bilal Şimşir'in özgeçmişi ve görev yaptığı ülkelere baktığımızda Küba'da bulunmadığını görmekteyiz. Bilal Şimşir 1961 de diplomat olmuş ta hiç görev yapmadığı bir ülkenin lideri Fidel Castro ile neden ve nasıl muhatap olmuş? Ama  mantık şu ki; Atatürk övülüyorsa doğru olsun yanlış olsun önemi yok.O yüzden sorgulamaya gerekte yok. Che'nin çantasından çıkmıştır diyorsak çıkmıştır.
Bir diğer yalan ise Fidel Castro'nun 1961 yılında Küba-Havana'da görevli Türk diplomatı Bilal Şimşir'den Abd'nin bilgisinin olmaması şartıyla Nutuk'u istediği.
Bu yalan 1967 yılında Che Guevera'nın çantasından Nutuk'un çıktığına dayanak oluşturması için uydurulmuş. Çünkü Nutuk'un yabancı dillere ilk çevirisi 2002 yılında yapılmıştır. Şu senin kahramanın ile ilgili yazılmış kitaplarda da böyle bir şey sözkonusu edilmemiş. Kırk yıl sonra aptalca ortaya atılmış bir yalanın ardından kapılmış gidiyorsun.  Sen bu adama mı yoksa Marksa veya Lenin’e veya Fidel Castro’ya mı hayransın. Ve sen Kemalist misin? Kemalizm diye bir ideoloji olduğuna inanıyor musun? Ya da Atatürkçülük denen şey nedir, altı oku mu var yoksa prensibi mi var? Atatürk bir lider ve devlet adamı olmanın ötesinde sistematik bir ideolojinin çerçevesini çizdi de biz mi anlamadık? Nutuk bir genel mücadele hülasası ve tarihe şerh düşmek midir yoksa gerçekten bir ideoloji kitabı mıdır? Siz o nutuk eserini kaç kez hatim ettiniz? 
Hani var ya bir süredir TÜRK SOLU  denen fraksiyona takmıştım.  O da trol  ve çakma çıktı ancak bu ARSLAN BULUT zihniyeti inanın TÜRK SOLU’na nal toplatır. Bunlar ülkücülüğün suyunu çıkaranlardır. Bunlar ülkücülüğün ırzına geçenlerdir. Bunlar beyni Atatürkçülük diye olmayan bir ideoloji ile iğfal olmuş iğdiş kafalardır. Bunlar  eğer hala ülkücüyüz diyorlarsa eğer Che denen alçak teröristin tişört ve şapkasını da giydikten sonra helalinden bir köteği hak etmiş adamlardır. Bunları götürüp SULTAN GALİYEV’in, ALİ BEK HAKİM’in, ZUVKA BATUR’un OSMAN BATUR İSLAMBAY’ın, Şeyh Şamil’in ve hatta Şamil Basayev’in, Yusuf İmamaoğlu’nun Dursun Önkuzu’nun  mezarları başında üstlerindeki Che tişörtleri yırtılana kadar dinlene dinlene dövmek lazım. Bunlar bir ulu hareketin katilidir. Bunlar ülkücülüğü bir safsataya satan adamlardır. Bunlar vicdanı ve imanı çürümüş adamlardır. Yok yok bunlar adam bile değildir.
Arslan Bulut; ne ben ne de hiç kimse Che Guevara denen adamdan rahatsız değildir. Bu adam inancının ve ideallerinin mücadelesini vermiş ve inandığı yolda ölmüştür ve kendi davasının kahramanıdır. Rahatsızlık bizle hiçbir ilgisi olmayan Che Guevara’nın davasına bütün inanç ve ideallerini kurban edenlerdendir. Rahatsızlık kendi tarihindeki kahramanları unutup, ecdadın mirasını ve kahramanlıklarını unutup, sekiz yüz yıldır babadan oğula adı belli, anası belli, babası belli, dedesi belli OSMANLI gibi bir ecdattan yüz çevirip  yeni bir ecdat zinciri icat etmeye kalkan zavallılardandır rahatsızlık. Yoksa Che gerçekten kendi dünyasının kahramanıdır, sizler onun tırnağı olamazsınız ancak sizler Che’nin ardına düşen alçak ve zavallılarsınız. Rahatsızlık CHE GUEVARA’dan değil rahatsızlık sizin gibi çapsızlardandır. Yuh olsun, yuh olsun, yuh olsun sizin gibi zavallılara.

(Bu yazının ilavesi de aşağıdaki ERNESTO CHE GUEVARA’NIN kısa hayat hikayesi olsun. Oku bakayım Arslan Bulut, oku ve feyz al ülkücü bir kahramanın hayatını oku hele.)
 “İrlanda ve Bask asıllı Arjantinli devrimci, lider ve doktor. Gerçek adı Ernesto Guevara de la Serna'dır. Fidel Castro'yla birlikte bugünün Küba'sını kurmuştur. "Gerçekçi Ol İmkansızı İste" sözüyle de kült olan liderin dünya görüşünün oluştuğu Latin Amerika gezisi sırasında yaşadıkları Motorcycle Diaries adıyla film olmuş, ünlü lideri oyuncu Gael Garcia Bernal canlandırmıştır.14 Haziran 1928'de Rosario, Arjantin'de dünyaya geldi. Doğum tarihi bazı kaynaklarda 14 Mayıs şeklinde geçmekteydi. Yüksek mühendis olan babası Ernesto Guevara Lynch, İrlanda asıllıydı, annesi Clia dela Serna'nın ailesi ise İrlanda ve İspanya kökenliydi. Henüz iki yaşındayken astım krizi geçiren Che, hayatı boyunca bu hastalıkla yaşayacaktı. Guevara ailesi, Che 3 yaşındayken, Buenos Aires'e yerleşmişler, ancak astım krizlerinden dolayı Che'nin durumu daha da kötüleşince doktorların tavsiyesiyle Cordoba'ya taşınmaya karar vermişlerdi. Çünkü tedavisi güç olan hastalığının iklim koşullarıyla yakın ilişkisi vardı. Politik eğilimleri itibariyle sola açık liberal olarak tanınan Guevara'nın ailesi, İspanya iç savaşında açıkça Cumhuriyetçileri desteklemişlerdi. Ekonomik anlamda durumu iyi olan aile zaman içinde maddi sıkıntılar yaşamaya başladı. Eğitim bakanlığına bağlı Dean Funes Lisesi'ne devam eden Guevara, hastalığına rağmen hareketli bir çocukluk geçirdi. Zira oldukça başarılı bir atlet ve dinamik bir rughby oyuncusuydu. Agresif bir oyun tarzı olduğu için azgın anlamına gelen "El Furibundo" sözcüğüyle annesinin soyadından oluşan "Fuser" lakabıyla anılan Che, o dönem babasından satranç oynamayı da öğrendi. 12 yaşından itibaren yerel turnuvalara katılmaya başlayan Che, ergenlik yıllarında da şiir ve edebiyatla ilgilendi. Özellikle Pablo Neruda'nın şiirlerini çok seven Che'nin kelimelerle ilişkisi hayatı boyunca iyi olacak, kendisi de şiirler yazacaktı. Kendini geliştirmek için Jack London'dan Jules Verne'e, Sigismund Schlomo Freud 'dan Bertrand Russell'e kadar kendi alanında başarılı birçok önemli ismin eserlerini okuyan Che, fotoğrafçılıkla da ilgileniyordu. Kamerasını yanından ayırmıyor, insanları, gördüğü yerleri ve arkeolojik alanları fotoğraflıyordu. Okulda İngilizce eğitim yapılırken, annesinden de Fransızca öğrenen Che, Neruda kadar Baudelaire'i de çok seviyordu. 1944 yılında yeniden Buenos Aieres'e taşınan Guevara ailesinin maddi durumu iyice bozulmuş, Che çalışmaya başlamıştı. 1948'de Buenos Aieres Üniversitesi Tıp Fakültesi'ndeki eğitimine başlayan Che, öğrenciliği boyunca Latin Amerika'da uzun yolculuklara çıktı. Fakültedeki ilk yıllarında Arjantin'in kuzey ve batı bölgelerini dolaşıp, buralardaki orman köylerinde cüzzam ve bazı hastalıklar üzerine çalışmalar yaptı. 1951'de eski arkadaşı biyokimyager Alberto Granado, yıllardır konuştukları Güney Amerika seyahati için tıp eğitimine bir yıl ara vermesini önerince, ikili kısa süre sonra, "La Poderosa II'' (Güçlü II) adını verdikleri 500 cc.lik 1939 model Norton marka motosikletle Alta Gracia'dan yola çıktı. Peru'da Amazon Nehri kıyısındaki San Pablo cüzzam kolonisinde gönüllü olarak birkaç hafta geçirmeyi düşünen Granado ve Guevara, tur boyunca Latin Amerika'nın köylülerini yakından tanıma fırsatı bulmuşlardı. Guevara'ya göre, Latin Amerika'nın ayrı uluslardan oluşan bir karma yapı olması, ülkeler arasındaki eşitsizliği arttırıyor, gücün bölünmesine neden oluyordu, bu yüzden kıta çapında gerçekleştirilecek bir stratejiyle Latin Amerika tek vücut olmalıydı. Sınırları olmayan ve tek bir kültürle bağlanmış birleşik İber-Amerika'nın hayalini kurmaya başlayan Guevara'nın bu düşünceleri sonraki devrimleri için çıkış noktası olacaktı. Arjantin'e döner dönmez hayallerini gerçekleştirmek için tıp fakültesindeki eğitimini bir an önce bitirmeye çalışan Che, 1953 yılının mart ayında mezun oldu ve 12 Haziran'da diplomasını aldı. Güney ve Orta Amerika'da kaldığı yerden gezilerine devam edebilmek için 7 Temmuz 1953'te yola çıkan Guevara, Venezuella'daki cüzzam kolonisinde çalışacaktı. Önce Peru'ya uğrayan Che, orada yerliler hakkında daha önce yayınlanmış bir incelemesi yüzünden tutuklanarak cezaevine gönderildi. Ceza süresi dolduktan sonra Ekvator'da bir kaç gün kalan Guevara, burada hayatının dönüm noktalarından biri olacak tarihi bir tanışma yaşadı. Ricardo Rojo adındaki avukatla karşılaştıktan sonra, Venezulla'ya gitmekten vazgeçip, Rojo ile birlikte Guetamala'nın yolunu tuttu. O sıralarda hükümetin başındaki Başkan Jacobo Arbenz Guzmán özellikle toprak reformu ile ilgili bir toplumsal devrim yapmaya çalışıyordu, ancak Arbenz sağcı bir darbe ile devrildi. Guevara bunun üzerine Arjantin büyük elçiliğine sığındı. İhtilalcilerin safhına katılan Guevara bir süre sonra tutuklanarak elçilik binasından çıkarıldı. Guatemala'da bir çok Kübalı sürgün ve Fidel Castro'nun kardeşi Raul Castro ile tanışan Che, Guetamala'da kalması tehlikeli bir durum alınca Meksika'ya gitti. Arbenz hükümetinin CIA destekli bir darbeyle devrilmesi, Guevara'nın Amerika Birleşik Devletleri'nin emperyalist bir güç olduğuna dair görüşlerini güçlendirdi.  Bu arada Küba'daki mahkumiyeti sona erdikten sonra serbest bırakılan Fidel Castro da Meksika'ya gelmişti ve Raul, Guevara'yı 8 Temmuz 1955'te Fidel Castro ile tanıştırdı. Castro ile aynı düşünceleri paylaşan Guevara, onun gerçek bir devrim lideri olduğuna kanaat getirerek Küba diktatörü Fulgencio Batista'yı devirmek için kurulan "26 Temmuz Hareketi''ne katıldı. Grupta doktor olarak görev yapmasına karar verildiyse de hareketin diğer üyeleriyle askerî eğitime katıldı. Eğitmeni olan Albay Alberto Bayo tarafından en göze çarpan öğrenci olarak nitelendirilen Guevara, 18 Ağustos 1955'te Guetamala'dan gelen sevgilisi Gadea ile evlendi ve bir yıl sonra 15 Şubat'ta kızları Hilda Beatriz dünyaya geldi. 25 Kasım 1956'da Tuxpan, Veracruz'dan yola çıkan Granma gemisine Küba'ya gitmek üzere binen Guevara, karaya çıkar çıkmaz Batista'nın askerlerinin saldırısına uğradı. Guevara, bu çatışmada kaçan bir askerin düşürdüğü cephaneyi almak için tıbbî malzeme çantasını bırakmak zorunda kalmıştı ve o ân doktordan savaşçıya dönüştüğü an olarak Guevara'nın hafızasına kazındı. Bu olaydan sonra Sierra Maestra dağlarına saklanan Che, Batista rejimine karşı giriştiği gerilla savaşlarında gösterdiği cesaretle isyancılar arasında lider olarak görülmeye başladı ve Comandante olarak adlandırıldı. 1958 aralığında devrimin en önemli olaylarından olan Santa Clara'ya saldıran "İntihar timi"ni yöneten Guevara, 7 Şubat 1959'da zafer kazanan hükümet tarafından "Doğuştan Küba vatandaşı'' ilan edildi. Bu arada Gadea ile evliliğini resmen sona erdirmek için boşanma işlemlerine başlayan Che, 2 Haziran 1959'da, kendisi gibi 26 Temmuz Hareketi'nin üyesi olan Aleida March ile evlendi. 6 ay boyunca La Cabaña hapishanesinin komutanlığına atanan ve görevi esnasında Batista rejiminin memurlarının, BRAC gizli servis mensuplarının, savaş suçlusu olduğu iddia edilenlerin ve siyasî muhaliflerin yargılanması ve infazından sorumlu olan Guevara, Time dergisine göre yargılamalarında adil değildi. Sonrasında Ulusal Toprak Reformu Enstitüsü'nde önemli bir göreve gelen ardından Küba Merkez Bankası'nın başkanlığına atanan Che, Küba'dan diğer ülkelerdeki devrimci hareketlere yardım etti ama bunların tümü başarısızlıkla sonuçlandı. 1960 yılında "La Coubre'' isimli silah gemisinin patlamasında yaralanan kurbanlara yardım eden Guevara, bir süre sonra Sanayi Bakanı oldu. Küba sosyalizminin gelişmesinde büyük önemi olan Guevara, ülkenin önde gelen kişilerinden biriydi. 1961 yılında gerçekleşen Domuzlar Körfezi İşgali'nde Castro'nun emriyle Küba'nın en batısındaki Pinar del rio eyaletindeki bir kuvvetin başına geçen Guevara burada sahte çıkarma kuvvetini püskürttü. Bir yıl sonra ortaya çıkan Küba Füze Krizi'nde kilit rol oynayan Guevara, 1964'te Birleşmiş Milletler'in davetlisi olarak Küba'yı temsilen New York'a gitti. CBS televizyonunda yayınlanan Face the Nation isimli programa çıkan, ABD Senatörü Eugene McCarthy'nin yanı sıra Malcolm X'in çalışma arkadaşları ve Kanadalı radikal Michelle Duclos'la görüşen Guevara, 17 Aralık'ta Paris'e uçarak üç aylık uluslararası bir tura çıktı. Bu gezi sırasında Çin Halk Cumhuriyeti, Birleşik Arap Cumhuriyeti, Mısır, Cezayir, Gana, Gine, Mali, Dahomey, Kongo-Brazzaville ve Tanzanya'yı dolaşan lider, 24 Şubat 1965'te Cezayir'de, uluslararası sahnede son görünüşü olacak olan "İkinci Afrika-Asya Ekonomik Dayanışma Semineri"ndeki konuşmasını yaptı. Guevara, 14 Mart'ta Küba'ya döndüğünde Havana havaalanında Fidel ve Raúl Castro, Osvaldo Dorticós ve Carlos Rafael Rodríguez tarafından sade bir törenle karşılandı.Ancak iki hafta sonra kamu hayatından çekilen lider, bir anda tamamen ortadan kaybolmuştu. Castro'nun sağ kolu olan Guevara'nın, bu gizemli kayboluşuna uzun süre anlam verilememekle birlikte farklı sebepler de öne sürüldü. Zira sanayi bakanıyken savunduğu sanayileşme projesinin görece başarısızlığı, ekonomik konularda Castro ile arasındaki görüş ayrılıkları ve Castro'nun Guevara'nın gücünden rahatsız olması bunlardan birkaçıydı. Guevara'nın Castro'ya gidiş nedenini açıklamadığı ve oldukça basit bir üslupla yazmış olduğu mektup da çoğu kişinin şaşırtıcı bulduğu bir durumdu. Guevara'nın görüşleri Çin Komünist Partisi tarafından açıklanan görüşlerle benzeşiyordu ve bu durum ekonomisi gittikçe Sovyetler Birliği'ne daha da bağımlılaşmakta olan Küba için büyüyen bir sorun olmuştu. Küba'nın batılı gözlemcileri, Guevara'nın Sovyet koşullarına ve önerilerine karşı çıkmasına rağmen Castro'nun kabul etmek zorunda kalmasını ortadan kaybolmasına neden olarak gösteriyorlardı. Oysa ki Guevara ve Castro, Sovyetler Birliği ve Çin'in de bulunduğu birleşik cepheyi destekliyorlardı. Sovyet lideri Kruşçev'in Castro'ya danışmadan Küba'dan füzeleri çekmeyi onaylamasını ihanet olarak gören Guevara, Kuzey Yarımküre'yi, batıda ABD ve doğuda SSCB liderliğinde, Güney Yarımküre'nin sömürücüsü olarak gördüğünü belirmişti. Guevara, Vietnam Savaşı sırasında komünist Kuzey Vietnam'ı desteklemişti ve gelişmekte olan ülkelerin halklarını silahlanmaları konusunda teşvik etmişti. Guevara'nın kayboluşuyla ilgili olarak soru işaretleri ve yapılan spekülasyonlar artmıştı. Tüm bunların baskısıyla Castro, 16 Haziran 1965'te yaptığı açıklamada Guevara'nın bilgisi dışında nerede olduğu konusunda yorum yapılamayacağını söyledi. Aynı yılın 3 Ekim'inde Castro, Guevara'nın kendisine yazdığı tarihsiz mektubu açıkladı. Mektupta Guevara, Küba devrimine bağlı olduğunu ancak yabancı topraklarda savaşmak için Küba'dan ayrılma niyetini bildiriyordu. Dünyadaki diğer ulusların kendisini devrim için savaşmak üzere çağırdıklarını belirten Guevara, ayrıca hükümet, parti ve ordu içindeki tüm görevlerinden istifa ettiğini ve Küba vatandaşlığından vazgeçtiğini de mektubuna eklemişti. 1 Kasım 1965'de Castro'yla yapılan röportajda, Küba lideri, Guevara'nın öldüğüne dair söylentileri reddedip, nerede olduğunu bildiğini açıkladı. Castro ve Guevara'nın planları vardı. Zira 14 Mart 1965'te ikili Sahara Çölü altındaki bölgede Küba'nın ilk askerî operasyonunu Guevara'nın yönetmesi konusunda anlaşmışlardı. Daha sonra Castro'nun da doğrulayacağı bir görüşe göre, Latin Amerika ülkelerindeki koşulların focos gerilla çekirdeklerinin kurulması için henüz uygun olmadığını düşündüğü için Castro, bu eyleme girmesi için Guevara'yı ikna etmişti. Dönemin Cezayir devlet başkanı Ahmed Bin Bella ise Afrika'da hüküm süren durumun büyük devrim potansiyeline sahip görünmesinin Che'de Afrika'nın emperyalizmin zayıf halkası olduğu düşüncesini oluşturduğunu ve bu yüzden Afrika için çaba harcamak istediğini belirtmişti. Kongo-Kinşasa'daki Patrice Lumumba yanlısı Marksist Simba hareketinin desteklenmesi ile sürdürülecek olan Küba operasyonunda Guevara bir süre gerilla lideri Laurent-Désiré Kabila ile çalıştı. Daha sonra Kabila'ya yeterince inanmadığı için ittifakları bozuldu. O dönemde 37 yaşında olan Guevara, resmi askeri eğitimden geçmemesine rağmen oldukça deneyimli bir savaşçıydı. Astım hastalığı da Guevara'yı fazla zorluyor görünmüyordu. Amacı Küba Devrimi'ni ihraç etmek olan Guevara, yerel Simba savaşaçılarına komünist ideolojiyi ve gerilla savaşını öğretiyordu. Ancak Güney Afrikalı paralı askerler ve Kübalı sürgünler Kongo ordusuyla birlikte Guevara için sıkıntı yaratan bir ittifak içindeydiler. Bu yüzden Kongo'daki devrim planı gerçekleştirilemedi. Guevara buna sebep olarak yerli Kongo kuvvetlerinin yeteneksizliğini ve kendi aralarındaki sürtüşmeyi göstermişti. Kongo'da kalıp tek başına savaşmayı düşünen Guevara, silah arkadaşları ve Castro'nun gönderdiği iki memurun ikna etmesi sonucu Kongo'dan ayrılmayı kabul etti. Ancak dünyanın diğer bölgelerindeki devrimlere kendini adamak için Küba ile olan tüm bağlantılarını kopardığını yazdığı mektubun Castro tarafından kamuoyuna açıklanması yüzünden Küba'ya geri dönmeyi gururuna yediremeyen Guevara, altı ay boyunca Darüsselam, Prag ve Alman Demokratik Cumhuriyeti'nde saklandı. Bu süreç içinde Kongo deneyimiyle ilgili anılarını kaleme aldı, ayrıca biri felsefe diğeri ekonomi üzerine olan 2 kitabının taslaklarını yazdı. Castro Che'yi Küba'ya geri dönmesi konusunda zorlasa da, Guevara, dönüşünün geçici olacağı ve adadaki varlığının sır olarak kalacağı koşuluyla bunu kabul etti. Zira Latin Amerika'da yeni bir devrim hazırlığındaydı. Tüm hazırlıklarını büyük bir gizlilik içinde yürüten Guevara'yla ilgili olarak 1 Mayıs 1967'de Silahlı Kuvvetler Bakan vekili Bnb. Juan Almeida, Latin Amerika'da devrime hizmet etmekte olduğunu duyurmuştu. Zira Guevara, Bolivya'da gerillaların başındaydı. Castro, Guevara tarafından eğitim alanı olarak kullanılması için, yerli Bolivya Komünistleri tarafından Ñancahuazú bölgesindeki arazinin satın alınmasını istemişti. Ancak kamptaki eğitim, çarpışmadan daha tehlikeli olmuş ve bir gerilla ordusu oluşturma yolunda pek başarılı olunamamıştı. Guevara'nın ana ajanı olarak çalışan Haydée Tamara Bunke Bider'in daha sonra Bolivyalı yetkilileri Guevara'nın izini bulmaya yönlendirdiği için bilmeden Sovyet çıkarlarına hizmet ettiği ortaya çıkacaktı. Guevara ve askerleri Bolivya Ordusu'yla 1967'de ilk kez çatıştıklarında geriye bıraktıkları fotoğraflar Che'nin Bolivya'da olduğunu kanıtlar nitelikte olmuştu. Fotoğrafları gören Bolivya Devlet Başkanı René Barrientos, Che'nin bir an önce yakalanması için emir vermişti. Yaklaşık elli kişiden oluşan ve ELN (Ejército de Liberación Nacional de Bolivia) adı verilen ordusuyla Bolivya güçlerine karşı başarı elde eden Guevara, liderlerden birini de öldürmüştü. Savaşın ortasında bile insancıl özelliklerinden vazgeçmeyen Guevara, yakaladıkları yaralı Bolivyalı askerlere tıbbi yardımda bulunmayı talep etmiş ancak bu önerisi sorumlu Bolivyalı subay tarafından geri çevrilmişti. Guevara'nın Bolivya'da devrim başlatma planlarından, yanlış anlaşılmalar, uzlaşma yanlısı olmayan muhalif kişiliği ve Kongo'da olduğu gibi Bolivya'da da yerel liderlerle başarılı işbirliği geliştirememesi yüzünden istenen sonuçlar alınamamıştı. Guevara'nın gerilla kampının yeri bir muhbir tarafından Bolivya Özel Harekât Birliği'ne bildirilince 8 Ekim'de kamp kuşatıldı. Quebrada del Yuro kanyonunda Simeón Cuba Sarabia ile birlikte devriye gezerken yakalanan Guevara, ayaklarından yaralandıktan ve silahı bir mermiyle harap edildikten sonra teslim olmak zorunda kaldı. Tabancasında açıklanamaz bir şekilde şarjör bulunmayan Guevara, yakalandığı sırada orada bulunan askerlere göre:


 “Ateş etmeyin! Ben Che Guevara'yım ve canlı olarak daha değerliyim” demişti. Barrientos Guevara'nın yakalandığını öğrenir öğrenmez öldürülmesini emretmiş, Guevara yakın bir köy olan La Higuera'daki bir okula götürülmüş ve geceyi orada geçirdikten sonra, ertesi gün öğleden sonra öldürülmüştü. Bazı kaynaklara göre Che'nin infazından sorumlu çavuş Mario Terán aşırı derecede heyecanlandığı için bilinçli bir şekilde ateş edememiş, Che'yi öldüren merminin kim tarafından ateşlendiği asla bilinemiştir. Çarpışmada öldüğü izlenimi vermek, yüzünün tanınır durumda olduğunu sağlamak için ayaklarına defalarca ateş edilerek öldüren Che Guevara'nın cesedi bir helikopterin iniş takımlarına sıkıca bağlanmış ve yakınlardaki Vallegrande'ye götürülmüştü. Cesedi bir küvetin içinde basına gösterildikten sonra, askeri bir doktor tarafından elleri kesilen Che'nin cesedinin akıbeti bilinememekteydi. Zira gömüldüğünü söyleyen görüşlerin yanı sıra yakılmış olduğuna dair de spekülasyonlar vardı. Guevara'yı ve Bolivya'daki faaliyetlerini yakın takibe alan kişi Félix Rodríguez adındaki CIA ajanıydı. Rodríguez Guevara'nın saatini ve diğer kişisel eşyalarını almıştı ve sonraki yıllarda bunları röportaj yaptığı gazetecilere gösterdi. Bu eşyaların bir kısmı halen CIA'de sergilenmektedir. Guevara'nın öldüğünü 15 Ekim'de tüm Küba'ya duyuran Fidel Castro, ülkesinde üç günlük yas ilan etti.1997 yılında Guevara'nın elleri olmayan cesedinden kalan kemikler bir uçak pistinin altından kazılarak çıkarıldı, DNA testiyle kimliği tespit edilerek Küba'ya geri getirildi. 17 Ekim 1997'de cesedinden kalanlar, Bolivya'daki harekatta birlikte savaştığı 6 askerle birlikte, Küba Devrimi'ni gerçekleştirdiği Santa Clara'da özel olarak hazırlanmış anıt mezara askerî törenle gömüldü. 

15 Haziran 2017 Perşembe

KATAR OLAYI, İHVAN ÖRGÜTÜ VE SADİ SOMUNCUOĞLU-YENİ NESİL ÜLKÜCÜ HAREKET


     12 Eylül ile birlikte  MHP nin kapatılması sonrasında uzunca bir süre MHP dışında kalan ülkücü hareketin bir zamanlarki Sadi Abisi Sadi Somuncuoğlu, Alparslan Türkeş'i  uzun süre yalnız bıraktı, bir zaman sonra yeniden aktif siyasete döndü ve MHP de  milletvekili oldu. Ahmet Necdet Sezer'in cumhurbaşkanı adaylığı sırasında ise kendisi de cumhurbaşkanı adayı olmak isteyince MHP Ordu Milletvekili Cemal Enginyurt tarafından yumruklu saldırıya uğradı. Ben Sadi Somuncuoğlu'nu önce Emine Işınsu'nun SANCI romanında "SADİ ABİ" olarak tanıdım. yıllar sonra doksanlı yıllarda ise İzmir'e geldiğinde neden MHP içinde ve lider yanında yer almadığını anlattığı salon toplantısına, öğleden az önce başlayıp konuşma ve sohbet sırasında vakit ikindiye girmekle, hazırun huzurunda öğle namazını geçirdiğine şahidim. Bu defa ikibinli yıllarda bir başka beldede birlikte yemek yedik. Ulusalcı, laik, Kemalist ve Atatürkçü söylemleri ile dikkatimi çekmişti. 10 haziran 2017 tarihli YENİÇAĞ gazetesindeki bu köşe yazısını tesadüfen okudum. Sonrasında gazetenin sitesinden diğer yazılarına da baktım. Diyorum ki geçmişteki Ülkücü hareketin Sadi Abi'sinin Yeniçağ gazetesi sitesindeki yazılarını okuyunuz ve bu beş bin şehidin kanı ile can verdiği hareketin savrula savrula geldiği noktayı görünüz ve gözlemleyiniz. Şimdi aşağıda Sadi Somuncuoğlu Beyefendinin yazısını paragraf paragraf irdeleyeceğiz.    

KATAR OLAYI VE İHVAN ÖRGÜTÜ-Sadi Somuncuoğlu
 (10 haziran 2017 Yeniçağ Gazetesi)
“İslam dinini siyasi bir ideolojiye dönüştürüp, buna göre yönetmek istedikleri devleti ele geçirmeye çalışan örgütlere "Siyasal İslamcılar" denilmektedir. Bunlardan yol olarak terörü seçenler çoğunlukta. En eskisi de, Birinci Dünya Harbi'nden sonra ortaya çıkan "Müslüman Kardeşler (İhvan)" örgütüdür. İsimleri güzel de, ideolojileri ve yaptıkları pek değil. Çünkü İslam bir ideoloji dini değildir, siyasi rejim de getirmemiştir. Hür olarak yaratılan insanı ve toplumu muhatap alır, her türlü baskıyı reddeder, ezeli ve ebedi mesajlarıyla siyasetin üstündedir. Dürüstlük, adalet ve güzel ahlakı kurtuluş yolu olarak görür.”
Diyorsunuz ama İslam dini sadece camiye hapsedilen bir inanç sistemi değil bir hayat ve dünya nizamıdır. Dolayısı ile bir devleti veya toplumu İslami kurallar ile idare etmek istemek siyasal İslamcılık değil Müslümanlığın gereğidir. Bunu yol olarak seçenler ise asla terörü seçmez, seçmemiştir. Nitekim birinci dünya harbinden sonra ortaya çıkan Müslüman kardeşler örgütünün ortaya çıkış nedeni terörizmi yaymak  değil Osmanlıyı tasfiye ederek milyonlarca kilometrekarelik İslam topraklarını sömürge haline getiren batıya karşı demokratik bir başkaldırma gayesidir. Nitekim kukla diktatörlükler bu hareketleri devlet terörü ile bastırmışlardır milyonlarca Müslüman kanı dökmek pahasına. Evet dediğiniz gibi İslam her türlü baskıyı reddeder ancak kendi üstündeki baskıyı da reddeder. Müslüman kardeşler hareketi Müslümanlar üstündeki baskıyı reddetmek ve yok etmek gayesi ile ortaya çıkmış kökü İslam coğrafyası içinde olan bir harekettir. Ve İslam; sadece dürüstlük, adalet ve güzel ahlaktan ibaret değildir. İslam bir dünya nizamının adıdır. 
“Zaman içinde bütün Arap ülkelerine yayılan ihvan grupları, önce kendi ülkelerinde sorun kaynağı olmuşlardır. Görüşleri itibarıyla birbirlerine benzediklerine bakarak bir bütün oldukları, bir merkezden yönetildikleri söylenemez. Farklı özellikleri ve farklı mücadele tarzları vardır. Günümüzde de, yaşanan pek çok acı ve kanlı çatışmaların ana unsuru olarak görülmeleriyle, en büyük zararı İslam dinine, kendi ülkelerine ve kardeş toplumlara vermektedirler.”
Diyorsunuz yazınız devamında. Ama ihvan gurupları sorun kaynağı değildir. Asıl sorun kaynağı emperyalist haçlıların ajite ve provake ederek ve İslam coğrafyasını dilim dilim dilerek her birinin başına getirdikleri laik, sosyalist veya dünyevi görüşlü kukla diktatörleri haçlıların emir ve komutasında Müslümanlar üstünde en büyük sorun olmuşlardır. Şu anda ortadoğuda mücadele ediyor görünen guruplar ihvan gurupları değildir. Bu güya siyasal İslamcı radikal guruplar kardeş kanı dökülmesi için yine haçlıların kurup finanse ettikleri ve yönettikleri İslami görünümlü taşaron ve kukla örgütlerdir. Bu taşaron örgütleri kullanarak haçlılar hem zulüm gören idealist Müslüman gençleri devşirip kendi çizgisinde kullanmakta, istismar etmekte ve yaptıkları terör ile iki taraflı Müslüman kanı dökmekte öte yandan dünya kamuoyunda islamı ve Müslümanları terörizme bulaşmış bir topluluk olduğu kanaati uyandırmak sureti ile psikolojik savaş yapmakta kendi baskı, sömürü ve müdahalesine gerekçe hazırlamaktadır. Bu kanlı çatışmaların demelinde ihvan yoktur. El kaide, Daeş, Taliban  ve benzeri örgütler ihvan hareketine bağlı değildir.  Bu hareketler batıdan destekli kukla ve taşaron örgütlerdir. Kan içici haçlılar müslümanın taşı ile müslümanın kuşunu vurmakta, bu arada sattığı türlü silah ve mühimmat ile de ayrıca para kazanmaktadır.
“Bir de; İhvanın türevleri diyebileceğimiz IŞİD, NUSRA, EL-KAİDE ve TALİBAN ile Haçlılara taşeronluk yapan KCK/PKK/PYD/YPG gibi etnik-bölücü çeşitleri var. Tamamen terörist olan bu örgütler, Afganistan'dan Suriye'ye kadar uzanan ürpertici çatışma ve savaşlarla, Orta Doğu'yu kan gölüne çevirmektedir. Siyasal İslamcılar kendilerini, "dünyanın öbür ucundan gelerek insanlarımızı, ülkelerimizi ve kaynaklarımızı doymak bilmez bir şekilde sömüren emperyalistlere karşı savaşmak zorundayız" şeklinde savunmaktadırlar. İyi de savaşın tarafları kimler bakmak gerekmez mi? Akıl ve silah emperyalistlerden, bu tamam. Sormak gerekmez mi: Akan kan ve kaybedilen can, birbiriyle savaşan bölge insanından değil mi? Yıkılan devlet, bölünen ve harabeye dönen ülke kimin? Aşiretler, etnik gruplar, siyasal İslamcılar neden, emperyalistlerle değil de birbirleriyle kanlı bir savaş içindeler? Sonuçta kaynakların el değiştirmesi ve köleleşme olmayacak mı?”
Diyerek devam ediyorsunuz yazınızda.Ben de büyük harflerle yazayım ki IŞİD, EL NUSRA, EL KAİDE VE TALİBAN VE MUADİLİ ÖRGÜTLER İHVANIN TÜREVLERİ DEĞİLDİR Sadi Bey. Saydığınız KCK/PYD/PKK/YPG diye dört örgüt yok zaten. Onların hepsi aynı örgüt olduğu gibi sizin yazı konunuz ile de ilgili değil onlar. O örgütler KATAR OLAYI VE İHVAN ÖRGÜTÜ başlığı attığınız yazınızla nasıl ilgili olabiliyor? Sizin de dediğiniz gibi Haçlılara taşaronluk yapıyor o örgütler. Ancak sadece o örgütler değil DAEŞ, EL KAİDE ve TALİBAN da aynı kategoridedir. Sizin yanıldığınız ya da bilerek ve isteyerek çarpıttığınız yer burası. Haçlılara taşaronluk yapan örgütler PKK, PYD YPG gibi aynı örgütün türevi olan örgütleri Müslüman Kardeşler  ile aynı kategoriye sokmak gibi bir amacınız var. Ancak PKK ve türevleri sadece DAEŞ, TALİBAN, EL KAİDE ile aynı sınıfa girebilir. Müslüman kardeşler değil. Siz hiç ortadoğuda İsrail’e karşı eylem yapan bir siyasal islamcı örgüt gördünüz mü Sadi Bey?
“Emperyalistlerin hazırladığı bir de plan var, adı: BOP. Gizli-saklı da değil, her şey açık; 22 İslam ülkesi bölünecek diye haritasını da ilan etmiş! Bakıyor, görüyor, ama anlamıyoruz; idrakimiz kurumuş. Sömürgecinin projesine, kasabın bıçağını yalayan boğa gibi sarılanlar da eksik değil. Tarihi kendi ömrüne hapsedenler de "tam zamanı" deyip fütuhata çıkıyor. Sömürgecilerle adeta "kader birliği" yapmış meydanlara sığmıyor, kükreyen arslan(!) gibi "ben" diyor, alay ediyorlar farkında değil. Demek "akıl tutulması" böyle bir şey... Gelin buna geri kalmışlık diyelim de kurtulalım...”
Diyerek BOP a gönderme yapıyorsunuz. Evet doğrudur BOP İslam coğrafyasında yeniden parselasyon yapma ve bu parselasyon yapılan coğrafyaya diktatörlerden farklı bir çoban, FETÖ gibi bir çakma HALİFE ile sahip olmaya ve sömürmeye devam etme projesidir. Ancak bu projenin, son 15 yılda  dik ve doğru yerde duran Türkiye yüzünden çıkmaza girdiği de görülmektedir. Burada akıl tutulması yaşayanlar devletimizin doğru duruşu ve direnişi karşısında nerede ise haçlı taşaronu terör örgütleri ile paralel durmak pahasına muhalif duruş gösterenlerdir.
Bu tablonun ışığında Katar olayına bakalım.
“1981'de Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Bahreyn ve Katar arasında "Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi" kuruldu. Konsey içinde çeşitli sorunlar yaşandığı biliniyordu. Buna rağmen, hafta içinde Suudi Arabistan'ın başını çektiği Körfez İşbirliği Örgütü üyeleri ve Mısır'ın, Katar'la ilişkileri kesme ve yaptırım uygulama kararı alması sürpriz oldu. Kararın gerekçesi olarak, Katar'ın Orta Doğu'da terörizmi finanse etmesi, desteklemesi ve üye ülkelerin iç işlerine karışması gösterildi. Krizin ABD Başkanı Trump'ın, Suudi Arabistan'da bulunması ve 100 milyar doları aşan silah satışı anlaşması sonrasına rastlaması dikkat çekiciydi. Ancak ABD'nin Katar'da önemli bir askeri üssünün bulunduğu ve Katar'ın baş döndüren zenginliği karşısında, Trump'ın açık şekilde tarafını belli edecek bir siyaset takip etmesi beklenmemelidir. Durumu idare etmeye çalışacağı, düşünülmelidir.”
Burada ise adeta Amerika’nın Katar’a karşı alınan tavırda bir katkısının olamayacağı gibi bir kanaat ifade ediyorsunuz. Çünkü Amerika’nın Katar’da önemli bir askeri üssü varmış. Amerika'nın Türkiye'de de önemli askeri üsleri var ve birlikte NATO üyesiyiz ama Amerika Türkiye'yi de Katar ile aynı kategoride görüyor. Siz Türkiye’nin Katar’da önemli ve hatta Türkiye dışında yegane askeri üssü olduğunu bilmiyor musunuz? Katar’a karşı körfez ülkeleri tarafından alınan hasmane tavrın Katar’ın son dönemde Türkiye yanında saf tutması nedeniyle Amerika  tarafından örgütlendiğini bilmiyor musunuz? Katar’ın terör örgütlerini desteklediği iddiasını kabul etmek Türkiye’yi bir terör devleti olarak görmekle eşdeğerdir bunun idrakinde değil misiniz? Asıl terör devletinin yıllarca DAEŞ ve EL KAİDE ve TALİBAN’a son olarak PYD ve YPG ye açıktan silah, mühimmat ve askeri eğitim yardımı yapan AMERİKA olduğunu gerçekten görmediniz mi, göremediniz mi? Maalesef Trump sizin sandığınız ve dediğiniz gibi durumu idare etmiyor, Amerika açıktan teröre destek veriyor, ve Türkiye’ye terör devleti muamelesi yapıyor.   
“Bu kriz nasıl bir seyir takip edecek, bunun değerlendirmeleri yapılıyor. Ancak, Katar'ın durumu, Körfez ülkeleri arasında farklı bir geçmişe sahip olması, son yıllarda bölgede yaşanan gelişmelerde farklı bir siyaset takip etmesi dikkate alınarak yorumlanmalıdır. Bu bakımdan krizin derinlerde olduğu, çözüm yolunun kolay bulunamayacağı düşünülmelidir. Ne var ki, "saray darbesi" gibi bir durumla karşılaşmış olmayalım. Biraz geriye giderek hatırlayalım: Katar, Arap Baharı'nda Fas, Tunus, Libya, Mısır ve Suriye'de, hep İhvan örgütünü destekleyen bir tutum gösterdi. Bu görüşün, Erdoğan'ın siyaseti ile bire bir örtüştüğünü söyleyebiliriz. Özellikle Katar Emri Tamim bin Hamad es Sani Mısır'da, Erdoğan gibi İhvan lideri Mursi'yi desteklerken, Suudi Arabistan, Sisi'ye milyarca dolar yardımda bulunmuştu. Irak'ta ve 2011'den beri Suriye'de ise, Esad'a karşı İhvan ve Nusra, hatta IŞİD'i desteklediği bilinmektedir.”
Evet iyi gözlemlemişsiniz, Katar’ın duruşu ve görüşü Erdoğan’ın siyaseti demeyelim de Türkiye’nin siyaseti ile örtüştüğü doğrudur. Arap baharının ise batının Mısırda tezgahladığı SİSİ darbesi ve diğer Arap ülkelerindeki müdahalesi nedeniyle sonuçsuz kaldığı da önümüzde duran gerçektir. Eğer batının müdahalesi olmasa idi bugün Mısır başta olmak üzere tüm Arap ülkelerinde oluşacak yeni yönetimler tıpkı Katar gibi Türkiye ile aynı safta ve cephede ve frekansta olacaktı. Bu ise Ortadoğu ile birlikte dünya dengelerini de değiştirecekti. Katar’ın Mısır’da Mursi’yi desteklemesini yanlış ve sakıncalı mı buluyorsunuz? Asıl yanlış olan batının Mısır’da SİSİ darbesini tezgahlamasıdır. Batının Mısır’da ne işi vardır? Suudi Arabistan ise SİSİ’ye batının talebi üzerine yardım etmiştir. Katar’ın Suriye’de Esat’a karşı muhalif güçleri desteklemesinden doğal ne olabilir? Ancak bu desteklenenler arasında IŞİD asla yoktur. O sizin iftiranız olmalıdır. Türkiye’de IŞİD’i desteklemedi hiçbir zaman. Türkiye batının kurduğu ve finanse ettiği çakma İslami terör örgütü IŞİD’e karşı tetikçi gibi kullanılmak istendiği için Türkiye bu “saldır co” komutunu reddettiği için IŞİD destekçisi iftirasına maruz kalmış ve içimizdeki gafil ve hain muhalifler de buna inanmıştır. IŞİD’i kuran batıdır, elindeki petrolü ucuza satın alıp yerine her türlü silahı veren batıdır. Batı Türkiye’yi ESAT’a karşı değil de IŞİD’e karşı sonu olmayan bir savaşa sokmak istemiştir. Tekrar söylüyorum ki IŞİD’in ne Suriye’de ESAT rejimine ne de İsrail’e karşı bir tane bile eylemi ve mücadelesi olmamıştır.
“Bu olay karşısında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, Katar'ın yanında yer alması, iki lider arasındaki ilişkilerin tabiatına uygundu. Nitekim, ivedi bir şekilde yapılan iş birliği anlaşması çerçevesinde Katar'a 5 bin kişilik askeri bir gücün gönderilmesi kararı bunu gösteriyor. Demek ki, taraflara sağduyulu olmayı tavsiye etse de Türkiye, Katar tarafında yer almaktadır. Bir tarafta; Mısır, Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün Yemen, İsrail, Suriye, Tobruk Libya'sı ve Maldivler; öbür tarafta, Katar, Türkiye, İran, Irak, Umman.Türkiye olayda aklını kullanarak samimi bir arabulucu olmalı, İhvan ipoteğinden çıkıp, millî faydayı öne almalıdır.”
Diye sözlerinizi bitirmişsiniz. Evet Sadi Bey, Türkiye açıktan Katar’ın yanında yer almaktadır. Gözünün önünde on beş yıldır kayıtsız şartsız Türkiye’nin yanında yer almış Müslüman kardeşini, dostunu yarıyolda bırakmayacaktır. Bundan doğal bir şey olamaz. Sizin de son iki cümlenizde yazdığınız gibi bir tarafta; eski İngiliz başbakanı Tony Blair’în baş danışmanlığını yaptığı kanlı diktatör SİSİ yönetiminde MISIR, en son TRUMP’tan ince ayar çekilmiş SUUDİ ARABİSTAN, devamında Osmanlı dışında hiçbir yazılı tarihleri olmayan kukla devletletcikler ÜRDÜN, YEMEN, ahı gitmiş vahı kalmış SURİYE, Kaddafi’den sonra yerlerde sürünen zavallı LİBYA ve eli kanlı, ağzı kanlı, tarihi kanlı ortadoğunun baş belası İSRAİL, öbür tarafta ise İRAN, IRAK, UMMAN, KATAR VE TÜRKİYE. Türkiye safını belirlemiştir. Ancak “İHVAN İPOTEĞİ” size ait bir ifadedir. Böyle bir ipotek sözkonusu değildir. Gündemde ihvan da yoktur aslında. Sadece Türkiye’nin ve İslam coğrafyasının onuru, şerefi ve çıkarları vardır. Teslim olmak ya da onuru ile mücadele etmek vardır. Hem siz milli faydadan ne anlıyorsunuz Sadi Bey? Daha açık söyleseniz de anlasak. Milli fayda haçlı emperyalizmine teslim olmayı mı gerektiriyor yoksa dimdik durmayı ve mücadele etmeyi mi?
Türkiye doğru yerde duruyor, bizler de doğru yerde duruyoruz ya siz Sadi Bey, siz nerede duruyorsunuz?(uzunca bir zamandır)                                         



21 Nisan 2017 Cuma

ÜLKÜCÜ HAREKETTEKİ DEĞİŞİM VE YOZLAŞMA VE GELECEĞİMİZ


            1970 lerden bugünlere destansı bir mücadelenin kahramanları olan ülkücüler gün be gün özünden uzaklaşmış ve çok farklı bir rotada ilerlemeye başlamıştır. Ülkücü hareketin geçmişi  1944 lü yıllara kadar gider. Bir başka ifade ile Alparslan Türkeş ile başlar. Ancak hareketin ilk ortaya çıkışında belirsiz kalan ya da bırakılan noktalar vardır. Bunlar sırası ile:
1-Atatürkçülüğü,
2-Türkçülüğü
3-İslamcılığı
Ülkücü hareket maalesef bu üç konuda net ve açık olamamıştır. Olamadığı için Atatürkü kurucu olarak sevmek sevmemek bir yana Atatürkçü olmak ya da olmamak gibi, Türkçü olmak ya da olmamak gibi, İslamcı olmak ya da olmamak ve hatta şaman değerler barındırmak gibi çok geniş alanda farklı eğilimler ortaya çıkmıştır.
Ülkücü hareket Ziya Gökalp ve Nihal Atsız’ı bile layıkı ile değerlendirmemiştir. Ne Nihal Atsız’ın İslamsız Türkçülüğü, ne de Ziya Gökalp’in “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, batı  medeniyetindenim”  sözü irdelenmemiş, sorgulanmamıştır. Nihal Atsız’ın  “davetiye” şiirinde;
Ey Benito Musolini! Ey gayet yüce,
italyanlar başvekili muhterem Düce!
Duydum ki, yelkenleri edip de fora
Gelecekmiş orduların yeşil Bosfora.
Buyursunlar... Bizim için şavaş düğündür;
Din Arab'ın, hukuk sizin, harp Türk'lüğündür.
Diye seslenişi görmezden gelinmiş, keza yukarıda da söz ettiğimiz gibi Ziya Gökalp’in Türk Milletinden İslam ümmetinden olma fakat batı medeniyetinden olma söylemi için de bir itiraz yükselmemiştir.
1980 öncesi “savaşımız vurguncu düzenedir” sloganı zenginliğe sahip oldukça unutulmuş, bu slogan dilinden düşürmeyen, “kanımız aksa da zafer islamın” diye  kanını canını veren şehidler unutulmuştur.
Yine 12 eylül 1980 öncesi mücadelede ideolojik eğitim ihmal edilmiş, ülkücü gençlik egemen güçle3rin vurucu gücü gibi kullanılmış, 12 eylül sonrasında da bir kenara atılmıştır. O süreçte Mehmet Eröz, Necmettin Hacıeminoğlu, Erol Güngör ve S.Ahmet Arvasi gibi isimler davet ve teşvik edilerek ideolojinin teorisinin yazılması yönünde çalışmalar olmamış, sıradan isimlerin ticari ve hamasi kitapları ile ülkücü gençlik farklı kimyalarda bir topluluk haline gelmiştir. Ne Kurt Karaca’nin “milliyetçi Türkiye” si, ne Ayhan Tuğcugil’in “TMFS” si teorik temel konusunda yeterli olamamıştır. O yıllarda yayınlanmış en mükemmel teori ve pratik kitabı Mürşit Altaylı’nın “D.A.S” tır. Fakat her ne hikmetse bu kitapta MHP tarafından yasaklanmıştır. Bir başka ilginç husus şudur ki  yukarıdaki bahsi geçen üç eserin sahipleri  Kurt Karaca, Ayhan Tuğcugil ve Mürşit Altaylı isimleri her üçü de müstear(takma) isimdir.
            Ülkücü hareketin çerçevesi konusunda en kapsamlı eserleri S.Ahmet Arvasi  kaleme almıştır. Ancak üç ciltlik Türk-İslam Ülküsü, Kendini Arayan İnsan, İnsan ve İnsan Ötesi, Diyalektiğimiz Estetiğimiz ve Doğu Anadolu Gerçeği olmak üzere ne eserlerinden biri ya da bir kaçı ne de ismi ülkücü hareket içinde halen bilinmeyenler arasındadır.
            Yukarıda kısa hülasadan anlaşılacağı üzere milliyetçilik ve İslamcılığı doğru bir çerçevede buluşturamayan ülkücü hareket millet ile de arasına konan mesafeyi aşamamıştır.
            Bu arada Türkiye’nin ve Müslüman Türk’ün geleceğinin mutlaka ve mutlaka İslamcı ancak milliyetçi ve milli bir kadro elinde şekilleneceğinin farkında ve bilincinde olan emperyalist şer güçler bu iki gücü birbirinden ayrıştırarak arasına fitne tohumları ekmiş, karşılıklı ajite ve provake ederek ayrıştırma yönünde büyük mesafe almıştır.  Geçmişte mesela bir METİN YÜKSEL olayı bunun en somut örneğidir. Metin Yüksel yüzünden adeta bir kan davası güden Akıncı Gençliğin devamı gibi duran ANADOLU GENÇLİK DERNEĞİ (AGD) Saadet Partisi çizgisinde olmakla dünün Metin Yüksel katili diye tavır koydukları eski muhalif ülkücüler ile bir ve birlikte referandum cephesinde ANTİTAYYİPÇİ çizgide buluşabilmişlerdir. Egemen güçler Türkiye’nin, milletin ve ümmetin geleceğinin milli ve İslami bir harekete bağlı olduğunu fark ettiklerinden milli görüş ile ülkücü hareket gençliğini birbirinden uzak tutmuşlar ve aralarında fitne çıkarmışlardır. Ancak bu fitneye rağmen Recep Tayyip Erdoğan’ın başarısının gerisinde yatan en önemli faktör ülkücü çizgi ile milli görüş çizgisini şahsında buluşturmasıdır. Recep Tayyip Erdoğan Başbakanlığı döneminden başlamak üzere bir ülkücünün isteyebileceği pek çok  müsbet faaliyeti dünya coğrafyasında gerçekleştirmiştir. TİKA bu konuda öncü kuvvet olmuş, Balkanlardan orta Asyaya, güney Amerikaya Afrika’ya kadar bayrağımızı dalgalandırmış, Orhun Anıtlarına giden 40 km lik BİLGE KAĞAN karayolunu özenle asfaltlamış, TONYUKUK kazılarını başlatmış, yine TONYUKUK anıtına giden yolu da aynı şekilde asfaltlamıştır. Kısaca Ergenekon’dan Amerika’ya kadar Türk dünyası ile ilgili projelerini gerçekleştirmeye devam ettiği gibi İslam coğrafyasında da başta Filistin olmak üzere pek çok İslam ülkesinde Müslüman halkların yanında olmuştur. Son referandumda da MHP ve Devlet Bahçeli ile bir ve birlikte hareket ederek milli görüş ve ülkücü hareketi bir yerde buluşturma yolunda büyük bir adım daha atmıştır.
            Ülkücü hareket yukarıda açıkladığımız doğru çizgiyi bir türlü yakalayamamıştır. 1980 sonrasında bir kısmı mahpushanelerde çile dolduran ülkücülerin bir kısmı mafya eline düşmüş, bir kısmı radikal İslamcılılık gibi uçlara doğru kaymış, Türkçü ve İslamcı kimliğini net olarak ortaya koyamayan harekette ilk kırılma Muhsin Yazıcıoğlu  ile başlamıştır. Muhtemeldir Alparslan Türkeş 1980 sonrasında da derin devletin direktifleri doğrultusunda partiyi ve hareketi farklı bir çizgide ve hatta bir dönem meclis dışında bile tutmayı başarmıştır.
            Alparslan Türkeş’in vefatı sonrasında ise yaşanan süreç sonunda Devlet Bahçeli oturduğu lider koltuğunda halen liderliğini sürdürmektedir. Ancak yaptığı en büyük hata Bülent Ecevit ile yaptığı koalisyondur. Bu koalisyon sonrasında ülkücü hareket içindeki dejenerasyon büyümüş, hastalık bütün hareketi sarmıştır. Esasen ideolojik doğru eğitimi sürdüremeyen doktriner hareketler dejenere olmaya ve yok olmaya mahkumdur. Ülkücü hareket te yıllardır bu doğru eğitimden mahrumdur. Teşkilat disiplininden kopan bu eğitimsiz ve disiplinsiz topluluk artık ortalıkta elden ele dolaşmaya başlamıştır. Ülkücü hareketin;
Bir kısmı Kemalistleşmiş, ulusalcı olmayı tercih etmiş, Doğu Perinçek’e biat etmiş, Vatan Partisine katılmıştır.
Bir kısmı özellikle Bülent Ecevit zamanından başlamak üzere Demokratik Sol Parti içinde yer almıştır.
Bir kısmı lidere isyan ile klikleşen camia içinde Koray Aydın, Meral Akşener, Ümit Özdağ, Sinan Ogan gibi liderlik kaygısı taşıyan kişilerin ardına düşmüştür. 1944  tek parti döneminde Alparslan Türkeş başta olmak üzere Türk milliyetçilerini tabutluklara kapatan ve işkenceler eden  CHP ile aradaki mesafe o kadar kapanmıştır ki Ankara Kızılcahamam’da MHP den belediye başkanı olan Mansur Yavaş’ın MHP genel başkanlığı dahi konuşulur iken bir anda CHP den Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı sözkonusu olabilmiştir.
Etrafımıza baktığımızda gördüğümüz artık şudur ki; Halk tv de fikir ve düşüncelerini paylaşan ülkücü iddiasında bazı lider adayları ve fikir adamı, yazar çizer iddiasında kişiler var bol miktarda.
Sosyal medyada ulusalcı profilde koyu Kemalist veya Atatürkçü kimlikli keskin ülkücüler var.
Paylaşımları arasında Uğur Dündar, Müjdat Gezen, Aziz Nesin veya Nazım Hikmet veya Yılmaz Özdil gibi geçmiş ideolojik ölçülerine uymayan kişilerin islamafobi içeren paylaşımları, FETÖ merkezli paylaşımlar var.
Bütün kin ve nefretleri Recep Tayyip Erdoğan’a ve AK partiye yoğunlaşmış durumda bir kısım ülkücülerin. Kısaca ve tek kelime ile AK partiyi de bir yana bırakır isek ANTİTAYYİPÇİLİK gibi bir takıntıları var. Sırf bu yüzden siyasi duruş olarak CHP ile hatta HDP ile bir ve paralel durmayı bile hazmedebiliyorlar. Geçtiğimiz her  iki genel seçim öncesinde hacca da gitmiş sakallı bir ülkücü kardeşimin sandıktan AK partiye karşı CHP MHP koalisyonu çıkacağı yönünde inancı ve güçlü tahminleri vardı. Geçmişte DSP ile ortaklık yaptırdıkları MHP ye olur ya bir de CHP ile koalisyon yaptırabilirler ise MHP yi tamamen bitirmiş olacaklardır. Birilerinin hesabı budur. Görüleceği gibi DSP ile koalisyon kurup hükümet ortağı olan MHP bir daha asla o oranda bir oy alamamıştır. Meclis dışı kaldığı bile olmuştur ama asla o oranda oy alamamıştır. Bu ANTİTAYYİPÇİLİK ve ülkücü milli görüş karşıtlığına ilişkin yukarıda da neden ve niçinler konusuna değinmiş idik.
Geldiğimiz noktada tam bir fikri boşluk ve çözülme yaşayan ülkücü hareket;
A-Cami ve cemaat ile bir arada olamamıştır.
B-Milliyetçilik konusunda net çizgisi belli olmadığından milliyetçilik konusunda Atatürk milliyetçiliğinden Nihal Atsız milliyetçiliğine, Nurettin Topçu’nun Anadolu milliyetçiliğinden, şamanizmi de içine alan “tengrici” eğilimlere kadar meydana çıkan farklılaşma ve yabancılaşma yüzünden hareket içinde bir homojenlik oluşmadığı gibi teorik eksiklik ve yetersizlikle birlikte ortaya çıkan fikir bunalımı hareketteki dejenerasyonun zirve yapmasına neden olmuştur.
Tabii bunda kusur ya da kabahat tek başına ülkücü harekette değildir. Son derece donanımlı, birikimli ve profesyonel yetişmiş, arkasında uluslar arası emperyalist güçler olan merkezler oluşturdukları birimlerde Türk Milletinin nasıl dejenere edilebileceği, entelektüel, aydın kesimin nasıl kontrol edilebileceği, öte yandan dini hayatın ve cemaatlerin nasıl fitne ve düşmanlık içinde milletin enerjisinin hortumlanabileceği, milletin maddi ve manevi olarak nasıl yönlendirilebileceği konularında çok ince hesap ve projeler çizmiş ve sahneye koymaya devam etmektedir. Hal böyle olunca millet içine salınmış kadrolu ajanlar gelen direktifler doğrultusunda, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler ve dini cemaatleri ve bunların içinden oluşturulan sermayedar guruplarını ve basın organlarını öyle ustaca  ajitasyonlar yapmaktadır ki bu teşebbüsleri etkisiz hale getirmekte devlet kurumları ve bizim gibi bazı kişilerin kişisel çabaları yeterli olamamaktadır. Algı yönetimi konusunda egemen güçler çok profesyonel ve güçlü, milli ve İslami güçler ise fevkalade yetersiz ve etkisizdir.
Bu durumda sözüm sadece ülkücü harekete ve ülkücülere değildir. Türkiye’deki bütün milli ve İslami güçler öncelikle Türkiye içinde teori konusunda gerekli çalışmaları yapmalıdır. Devamında Türk İslam coğrafyasında çizilecek rotada ve çizgide    hareket ve mücadele edecek kadrolar ve kitleler ve yönetimler oluşturulmalıdır. Tabii bu hareketin Türk ve İslam olmayan mazlum halklara bakış ve duruşu da ayrıca tesbit ve ilan edilmelidir. Bütün etnik toplulukların, dinlerin ve her türlü siyasi ve idari yapıların temin edilmiş Türk Birliği ve İslam Birliğinin kontrolünde ve garantisinde dostça ve kardeşçe yaşayabileceği, sömürüsüz ve zulümsüz bir düzendir özlediğimiz ve beklediğimiz. Osmanlı’nın da gayesi bu idi. Bizim de nihai gayemiz bu olmalıdır. Bir başka ifade ile Türkiye’deki bütün Müslüman Türklerin hedefi sırası ile ;
Türkiye’de tam bağımsız, adil ve güçlü bir Türk Devleti olmak,
Bütün Türk Devletleri ile bir federasyon veya başka bir örgütlenme adı altında bir ve birlikte olmak.
Dünya İslam Devletleri arasında tam bir birlik ve dayanışma içinde bir siyasi birlik sağlamak.
Dünyanın İslam ve Türk olmayan bütün halklarını ve devletlerini de Allahın adaleti ve merhameti çerçevesinde barış, özgürlük ve adalet içinde yaşatmak olmalıdır.
Ne mutlu böyle bir dava için yaşayan, kanını ve canını vermeyi göze alan gerçek alperenlere ve mücahitlere.
Nu mutlu Türkün “KIZIL ELMA”sının ve TURAN’ın “DÜNYA TÜRK İSLAM DEVLETİ” olduğuna inanan gerçek ÜLKÜCÜLERE.