21 Nisan 2017 Cuma

ÜLKÜCÜ HAREKETTEKİ DEĞİŞİM VE YOZLAŞMA VE GELECEĞİMİZ


            1970 lerden bugünlere destansı bir mücadelenin kahramanları olan ülkücüler gün be gün özünden uzaklaşmış ve çok farklı bir rotada ilerlemeye başlamıştır. Ülkücü hareketin geçmişi  1944 lü yıllara kadar gider. Bir başka ifade ile Alparslan Türkeş ile başlar. Ancak hareketin ilk ortaya çıkışında belirsiz kalan ya da bırakılan noktalar vardır. Bunlar sırası ile:
1-Atatürkçülüğü,
2-Türkçülüğü
3-İslamcılığı
Ülkücü hareket maalesef bu üç konuda net ve açık olamamıştır. Olamadığı için Atatürkü kurucu olarak sevmek sevmemek bir yana Atatürkçü olmak ya da olmamak gibi, Türkçü olmak ya da olmamak gibi, İslamcı olmak ya da olmamak ve hatta şaman değerler barındırmak gibi çok geniş alanda farklı eğilimler ortaya çıkmıştır.
Ülkücü hareket Ziya Gökalp ve Nihal Atsız’ı bile layıkı ile değerlendirmemiştir. Ne Nihal Atsız’ın İslamsız Türkçülüğü, ne de Ziya Gökalp’in “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, batı  medeniyetindenim”  sözü irdelenmemiş, sorgulanmamıştır. Nihal Atsız’ın  “davetiye” şiirinde;
Ey Benito Musolini! Ey gayet yüce,
italyanlar başvekili muhterem Düce!
Duydum ki, yelkenleri edip de fora
Gelecekmiş orduların yeşil Bosfora.
Buyursunlar... Bizim için şavaş düğündür;
Din Arab'ın, hukuk sizin, harp Türk'lüğündür.
Diye seslenişi görmezden gelinmiş, keza yukarıda da söz ettiğimiz gibi Ziya Gökalp’in Türk Milletinden İslam ümmetinden olma fakat batı medeniyetinden olma söylemi için de bir itiraz yükselmemiştir.
1980 öncesi “savaşımız vurguncu düzenedir” sloganı zenginliğe sahip oldukça unutulmuş, bu slogan dilinden düşürmeyen, “kanımız aksa da zafer islamın” diye  kanını canını veren şehidler unutulmuştur.
Yine 12 eylül 1980 öncesi mücadelede ideolojik eğitim ihmal edilmiş, ülkücü gençlik egemen güçle3rin vurucu gücü gibi kullanılmış, 12 eylül sonrasında da bir kenara atılmıştır. O süreçte Mehmet Eröz, Necmettin Hacıeminoğlu, Erol Güngör ve S.Ahmet Arvasi gibi isimler davet ve teşvik edilerek ideolojinin teorisinin yazılması yönünde çalışmalar olmamış, sıradan isimlerin ticari ve hamasi kitapları ile ülkücü gençlik farklı kimyalarda bir topluluk haline gelmiştir. Ne Kurt Karaca’nin “milliyetçi Türkiye” si, ne Ayhan Tuğcugil’in “TMFS” si teorik temel konusunda yeterli olamamıştır. O yıllarda yayınlanmış en mükemmel teori ve pratik kitabı Mürşit Altaylı’nın “D.A.S” tır. Fakat her ne hikmetse bu kitapta MHP tarafından yasaklanmıştır. Bir başka ilginç husus şudur ki  yukarıdaki bahsi geçen üç eserin sahipleri  Kurt Karaca, Ayhan Tuğcugil ve Mürşit Altaylı isimleri her üçü de müstear(takma) isimdir.
            Ülkücü hareketin çerçevesi konusunda en kapsamlı eserleri S.Ahmet Arvasi  kaleme almıştır. Ancak üç ciltlik Türk-İslam Ülküsü, Kendini Arayan İnsan, İnsan ve İnsan Ötesi, Diyalektiğimiz Estetiğimiz ve Doğu Anadolu Gerçeği olmak üzere ne eserlerinden biri ya da bir kaçı ne de ismi ülkücü hareket içinde halen bilinmeyenler arasındadır.
            Yukarıda kısa hülasadan anlaşılacağı üzere milliyetçilik ve İslamcılığı doğru bir çerçevede buluşturamayan ülkücü hareket millet ile de arasına konan mesafeyi aşamamıştır.
            Bu arada Türkiye’nin ve Müslüman Türk’ün geleceğinin mutlaka ve mutlaka İslamcı ancak milliyetçi ve milli bir kadro elinde şekilleneceğinin farkında ve bilincinde olan emperyalist şer güçler bu iki gücü birbirinden ayrıştırarak arasına fitne tohumları ekmiş, karşılıklı ajite ve provake ederek ayrıştırma yönünde büyük mesafe almıştır.  Geçmişte mesela bir METİN YÜKSEL olayı bunun en somut örneğidir. Metin Yüksel yüzünden adeta bir kan davası güden Akıncı Gençliğin devamı gibi duran ANADOLU GENÇLİK DERNEĞİ (AGD) Saadet Partisi çizgisinde olmakla dünün Metin Yüksel katili diye tavır koydukları eski muhalif ülkücüler ile bir ve birlikte referandum cephesinde ANTİTAYYİPÇİ çizgide buluşabilmişlerdir. Egemen güçler Türkiye’nin, milletin ve ümmetin geleceğinin milli ve İslami bir harekete bağlı olduğunu fark ettiklerinden milli görüş ile ülkücü hareket gençliğini birbirinden uzak tutmuşlar ve aralarında fitne çıkarmışlardır. Ancak bu fitneye rağmen Recep Tayyip Erdoğan’ın başarısının gerisinde yatan en önemli faktör ülkücü çizgi ile milli görüş çizgisini şahsında buluşturmasıdır. Recep Tayyip Erdoğan Başbakanlığı döneminden başlamak üzere bir ülkücünün isteyebileceği pek çok  müsbet faaliyeti dünya coğrafyasında gerçekleştirmiştir. TİKA bu konuda öncü kuvvet olmuş, Balkanlardan orta Asyaya, güney Amerikaya Afrika’ya kadar bayrağımızı dalgalandırmış, Orhun Anıtlarına giden 40 km lik BİLGE KAĞAN karayolunu özenle asfaltlamış, TONYUKUK kazılarını başlatmış, yine TONYUKUK anıtına giden yolu da aynı şekilde asfaltlamıştır. Kısaca Ergenekon’dan Amerika’ya kadar Türk dünyası ile ilgili projelerini gerçekleştirmeye devam ettiği gibi İslam coğrafyasında da başta Filistin olmak üzere pek çok İslam ülkesinde Müslüman halkların yanında olmuştur. Son referandumda da MHP ve Devlet Bahçeli ile bir ve birlikte hareket ederek milli görüş ve ülkücü hareketi bir yerde buluşturma yolunda büyük bir adım daha atmıştır.
            Ülkücü hareket yukarıda açıkladığımız doğru çizgiyi bir türlü yakalayamamıştır. 1980 sonrasında bir kısmı mahpushanelerde çile dolduran ülkücülerin bir kısmı mafya eline düşmüş, bir kısmı radikal İslamcılılık gibi uçlara doğru kaymış, Türkçü ve İslamcı kimliğini net olarak ortaya koyamayan harekette ilk kırılma Muhsin Yazıcıoğlu  ile başlamıştır. Muhtemeldir Alparslan Türkeş 1980 sonrasında da derin devletin direktifleri doğrultusunda partiyi ve hareketi farklı bir çizgide ve hatta bir dönem meclis dışında bile tutmayı başarmıştır.
            Alparslan Türkeş’in vefatı sonrasında ise yaşanan süreç sonunda Devlet Bahçeli oturduğu lider koltuğunda halen liderliğini sürdürmektedir. Ancak yaptığı en büyük hata Bülent Ecevit ile yaptığı koalisyondur. Bu koalisyon sonrasında ülkücü hareket içindeki dejenerasyon büyümüş, hastalık bütün hareketi sarmıştır. Esasen ideolojik doğru eğitimi sürdüremeyen doktriner hareketler dejenere olmaya ve yok olmaya mahkumdur. Ülkücü hareket te yıllardır bu doğru eğitimden mahrumdur. Teşkilat disiplininden kopan bu eğitimsiz ve disiplinsiz topluluk artık ortalıkta elden ele dolaşmaya başlamıştır. Ülkücü hareketin;
Bir kısmı Kemalistleşmiş, ulusalcı olmayı tercih etmiş, Doğu Perinçek’e biat etmiş, Vatan Partisine katılmıştır.
Bir kısmı özellikle Bülent Ecevit zamanından başlamak üzere Demokratik Sol Parti içinde yer almıştır.
Bir kısmı lidere isyan ile klikleşen camia içinde Koray Aydın, Meral Akşener, Ümit Özdağ, Sinan Ogan gibi liderlik kaygısı taşıyan kişilerin ardına düşmüştür. 1944  tek parti döneminde Alparslan Türkeş başta olmak üzere Türk milliyetçilerini tabutluklara kapatan ve işkenceler eden  CHP ile aradaki mesafe o kadar kapanmıştır ki Ankara Kızılcahamam’da MHP den belediye başkanı olan Mansur Yavaş’ın MHP genel başkanlığı dahi konuşulur iken bir anda CHP den Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı sözkonusu olabilmiştir.
Etrafımıza baktığımızda gördüğümüz artık şudur ki; Halk tv de fikir ve düşüncelerini paylaşan ülkücü iddiasında bazı lider adayları ve fikir adamı, yazar çizer iddiasında kişiler var bol miktarda.
Sosyal medyada ulusalcı profilde koyu Kemalist veya Atatürkçü kimlikli keskin ülkücüler var.
Paylaşımları arasında Uğur Dündar, Müjdat Gezen, Aziz Nesin veya Nazım Hikmet veya Yılmaz Özdil gibi geçmiş ideolojik ölçülerine uymayan kişilerin islamafobi içeren paylaşımları, FETÖ merkezli paylaşımlar var.
Bütün kin ve nefretleri Recep Tayyip Erdoğan’a ve AK partiye yoğunlaşmış durumda bir kısım ülkücülerin. Kısaca ve tek kelime ile AK partiyi de bir yana bırakır isek ANTİTAYYİPÇİLİK gibi bir takıntıları var. Sırf bu yüzden siyasi duruş olarak CHP ile hatta HDP ile bir ve paralel durmayı bile hazmedebiliyorlar. Geçtiğimiz her  iki genel seçim öncesinde hacca da gitmiş sakallı bir ülkücü kardeşimin sandıktan AK partiye karşı CHP MHP koalisyonu çıkacağı yönünde inancı ve güçlü tahminleri vardı. Geçmişte DSP ile ortaklık yaptırdıkları MHP ye olur ya bir de CHP ile koalisyon yaptırabilirler ise MHP yi tamamen bitirmiş olacaklardır. Birilerinin hesabı budur. Görüleceği gibi DSP ile koalisyon kurup hükümet ortağı olan MHP bir daha asla o oranda bir oy alamamıştır. Meclis dışı kaldığı bile olmuştur ama asla o oranda oy alamamıştır. Bu ANTİTAYYİPÇİLİK ve ülkücü milli görüş karşıtlığına ilişkin yukarıda da neden ve niçinler konusuna değinmiş idik.
Geldiğimiz noktada tam bir fikri boşluk ve çözülme yaşayan ülkücü hareket;
A-Cami ve cemaat ile bir arada olamamıştır.
B-Milliyetçilik konusunda net çizgisi belli olmadığından milliyetçilik konusunda Atatürk milliyetçiliğinden Nihal Atsız milliyetçiliğine, Nurettin Topçu’nun Anadolu milliyetçiliğinden, şamanizmi de içine alan “tengrici” eğilimlere kadar meydana çıkan farklılaşma ve yabancılaşma yüzünden hareket içinde bir homojenlik oluşmadığı gibi teorik eksiklik ve yetersizlikle birlikte ortaya çıkan fikir bunalımı hareketteki dejenerasyonun zirve yapmasına neden olmuştur.
Tabii bunda kusur ya da kabahat tek başına ülkücü harekette değildir. Son derece donanımlı, birikimli ve profesyonel yetişmiş, arkasında uluslar arası emperyalist güçler olan merkezler oluşturdukları birimlerde Türk Milletinin nasıl dejenere edilebileceği, entelektüel, aydın kesimin nasıl kontrol edilebileceği, öte yandan dini hayatın ve cemaatlerin nasıl fitne ve düşmanlık içinde milletin enerjisinin hortumlanabileceği, milletin maddi ve manevi olarak nasıl yönlendirilebileceği konularında çok ince hesap ve projeler çizmiş ve sahneye koymaya devam etmektedir. Hal böyle olunca millet içine salınmış kadrolu ajanlar gelen direktifler doğrultusunda, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler ve dini cemaatleri ve bunların içinden oluşturulan sermayedar guruplarını ve basın organlarını öyle ustaca  ajitasyonlar yapmaktadır ki bu teşebbüsleri etkisiz hale getirmekte devlet kurumları ve bizim gibi bazı kişilerin kişisel çabaları yeterli olamamaktadır. Algı yönetimi konusunda egemen güçler çok profesyonel ve güçlü, milli ve İslami güçler ise fevkalade yetersiz ve etkisizdir.
Bu durumda sözüm sadece ülkücü harekete ve ülkücülere değildir. Türkiye’deki bütün milli ve İslami güçler öncelikle Türkiye içinde teori konusunda gerekli çalışmaları yapmalıdır. Devamında Türk İslam coğrafyasında çizilecek rotada ve çizgide    hareket ve mücadele edecek kadrolar ve kitleler ve yönetimler oluşturulmalıdır. Tabii bu hareketin Türk ve İslam olmayan mazlum halklara bakış ve duruşu da ayrıca tesbit ve ilan edilmelidir. Bütün etnik toplulukların, dinlerin ve her türlü siyasi ve idari yapıların temin edilmiş Türk Birliği ve İslam Birliğinin kontrolünde ve garantisinde dostça ve kardeşçe yaşayabileceği, sömürüsüz ve zulümsüz bir düzendir özlediğimiz ve beklediğimiz. Osmanlı’nın da gayesi bu idi. Bizim de nihai gayemiz bu olmalıdır. Bir başka ifade ile Türkiye’deki bütün Müslüman Türklerin hedefi sırası ile ;
Türkiye’de tam bağımsız, adil ve güçlü bir Türk Devleti olmak,
Bütün Türk Devletleri ile bir federasyon veya başka bir örgütlenme adı altında bir ve birlikte olmak.
Dünya İslam Devletleri arasında tam bir birlik ve dayanışma içinde bir siyasi birlik sağlamak.
Dünyanın İslam ve Türk olmayan bütün halklarını ve devletlerini de Allahın adaleti ve merhameti çerçevesinde barış, özgürlük ve adalet içinde yaşatmak olmalıdır.
Ne mutlu böyle bir dava için yaşayan, kanını ve canını vermeyi göze alan gerçek alperenlere ve mücahitlere.
Nu mutlu Türkün “KIZIL ELMA”sının ve TURAN’ın “DÜNYA TÜRK İSLAM DEVLETİ” olduğuna inanan gerçek ÜLKÜCÜLERE.


6 Nisan 2017 Perşembe

HAYVANSEVERLER-HAYVANLAR-İNSANLAR


       Uzunca bir zamandır ülkemizde bir hayvanseverlik modasıdır gitmekte. Kucağına bir hayvan alan, eline bir hayvan ipi alan sokaklarda caddelerde arz-ı endam etmekte. Bunun yanında hayvan barınakları, sokak hayvanlarına sahip çıkmak gibi faaliyetler de aynı şekilde devam edip gidiyor. Bunun yanında her kurban bayramında hayvan katliamı yapıldığı öne sürülerek kurban kesme ibadetinin aşağılanması da işin cabası. Şimdi burada birkaç cümle ile bu hayvanseverlik hayvanlığının kısa tahlilini yapacağım.

Bizim o kurban bayramında kesilen Allah için kurban edilen hayvanlara acıyarak kurban ibadetine karşı çıkan insanlarımız dünyanın değişik yerlerinde;
-Boğa güreşlerinde hayvanlara yaşatılan vahşete karşı suskun olup tek kelam etmezler. 
-Kaliteli kaz tüyü temin etmek için kazların kaz çiftliklerinde canlı canlı tüylerinin yolunmasını görmezden gelirler.
-Yine mevsimi geldiğinde yapılan fok katliamına da seyirci kalırlar.
-Vizon çiftliklerinde vizonların canlı canlı kürklerinin çıkarılmasına da sessiz kalmaktalar.
-Afrika’da safarilerde masum hayvanların sırf öldürme duygularının tatmini için katledilmelerini de görmezden gelirler.
Onlar tıpkı Hıristiyan dünyası gibi İslam dünyasındaki insan katliamına da hiçbir tepki göstermezler.
Onlar hayvanları seviyoruz derler ya onların bir kısmı özellikle karşı cins hayvanları severler ve onları yataklarına alırlar.
O hayvanseverler var ya köprü altlarında ve sokaklarda gördükleri hayvanlara gösterdikleri şefkati yine sokaklarda ve köprü altlarında gördükleri insanlara göstermezler.
O hayvanseverler bir kısım hayvanlara gösterdikleri sevgi ve şefkati eşlerine ve çocuklarına ve akrabalarına bile göstermezler.
Bu yönü ile baktığımızda hayvanseverlerin hali psikolojik ve klinik bir hastalıktan başka bir şey değildir.
Müslüman ise;
İnsanları sever, hayvanları da sever, tüm canlıları sever, canlı olmayan eşyayı da hor kullanmaz. Tüketim maddelerini de israf etmez, idareli kullanır. Sevdiği ve başını okşadığı hayvanların bir kısmını eti yenenleri mesela, zamanı geldiğinde başını okşaya okşaya keser ve etinden istifade eder. Bundan doğal bir şey olamaz. Diğer evcil hayvanları beslemesi gerekiyor ise, besler büyütür, sevgi ve şefkat gösterir ancak evinin mahremine almaz, kapısından içeri sokmaz, örneğin kedi ve köpekleri bahçesinde besler, büyütür, sevgi ile başını okşar, sever ve tabii ardından gider ellerini yıkar. Çünkü bütün hayvanlar temelde pistir. İnsandaki temizlik kavramı insanda olduğu gibi hayvanlarda yoktur. Dolayısı ile hayvanlar ile fazla haşır neşir olanlar da hükmen pistir. Evin içinde beslenen tüm hayvanlar kuşlardan, balıklara, kediden köpeğe her türlü hayvanın tamamı pistir. Bir akvaryumun bile suyunu üç gün değiştirmeyin dördüncü gün kokmaya başlar. 
Kısaca hülasa etmek gerekir ise hayvan sevgisini abartarak evinin , odasının kapısını, yatağını ve yorganını hayvanlara açmış olan insanlar bir yerde çevrelerindeki insanlara kapılarını kapatmıştır, insan sevgileri azalmıştır, bütün sevgilerini hayvana yoğunlaştırmışlardır. Kucaklarına sevgi ve şefkat ile bebek bile almazlar. Öte yandan bu insanların hijyenik olarak son derece pis oldukları da inkar edilemeyecek bir gerçektir. Bir başka açıdan söyleyelim. Dünyada her şey insanın rahatı, huzuru ve mutluluğu için olmalıdır. İnsan merkezli olmalıdır. O zaman insan dışındaki canlı ve cansız her şey insanların rahatı, huzuru, mutluluğu ve geleceği için vardır. Gerektiği yerde insanlar için feda da edilebilir. Milyarlarca insanın yaşadığı bir dünyada milyarlarca insanın açlık ve açlıktan ölüm eşiğinde olduğu gerçeği karşısında pahalı mamalar ile it, köpek ve türlü hayvanlara kucak açıp onları evlat gibi beslemek fakat öte yandan insanlığın yaşadığı açlık, yoksulluk, zulüm ve işkenceyi görmezden gelmek ne insanlıkla ne de çağdaşlıkla izah edilemez. 
Son yüz yıldır dünyada sürdürülen bu zulüm düzenine son verecek olan güç ise Türkiye Cumhuriyeti Devletinin liderliğinde Türk-İslam Birliğidir. Dünyadaki tüm mazlum halkların kurtuluşu ve selameti bu mücadelenin kazanılmasına bağlıdır. Marksizm sözüm ona emperyalizme karşı proleterya diktatörlüğü ve ütopik sosyalizm söylemleri ile ortaya çıkmış ise de bütün söylemlerinin boş bir hayal olduğu anlaşılmıştır. İnsanlığın ve mazlum halkların kurtuluşu, Allah'ın adaleti ile hükmedecek bir otoritenin, TÜRK-İSLAM BİRLİĞİ’nin dünya siyasetine hakim olması ile gerçekleşecektir.

4 Nisan 2017 Salı

SULTAN GALİYEV, TURANCILIK, TÜRKÇÜLÜK VE ATİLLA İLHAN

Bilindiği gibi Rusya’da ekim devrimi öncesinde komünist lider kadrosunda Lenin ve sonrasında Stalin tarafından tasfiye ve infaz edilmiş  Troçki, Sultan Galiyev ve arkadaşları olmak üzere, infaz edilmiş komintern üyesi bir ekip vardı. Onlardan geriye eceli ile ölen sadece Lenin ve Stalin kaldı. Diğerleri Stalin tarafından infaz edildi. Şu meşhur Troçki bile bir müddet Türkiye’de kaldıktan sonra Meksika’da infaz edildi. Troçki’nin infazı “meksika’da cinayet” adı ile bir sinema filmine bile konu oldu.
Yukarıdaki hikaye Rusyadaki komünist liderlerin sonları ile ilgili.. Atilla İlhan “HANGİ SOL” isimli küçük kitabında Rusya ve Türkiye’deki solun cesur bir eleştiri ve tahlilini yapmıştır. Atilla İlhan ile birlikte Kemal Tahir de komünizmi ulusal bir pencereden değerlendirmeye çalışan isimlerden biridir. Ben bir marksist komünist değilim ancak Türk solu ve Türkiye’deki komünist hareket ile teşhis, gözlem ve kanaatimi aşağıya alıyorum. Bu tezimi doğrulayan bulabildiğim tek makale de aşağıdadır. Gazeteci yazar Halit Kakınç bir makale kaleme almış ve diyor ki ATİLLA İLHAN SULTAN GALİYEVCİ BİR KOMÜNİSTTİR.
Ben de diyorum ki;
Çarlık Rusyasında, Lenin komünist hareketi başlattığında, özbe öz Türk ve Müslüman olan Sultan Galiyev, Lenin yanında mücadeleye başlamıştır. Ancak Sultan Galiyev Türkçü ve Turancı bir komünisttir. Onun asıl gayesi komünizmi Çarlık Rusyasının yıkılması, Türk Dünyasının özgürlüğüne kavuşması ve  Turan İmparatorluğunun kuruluşu için komünizmi araç olarak kullanmaktır. Bu doğrultuda Türkiye’de milli mücadele sırasında kurulan komünist partisi doğal olarak milliyetçi Turancı ve Sultan Galiyev yanlısı bir parti olarak kurulmuştur. Mustafa Suphi ve yoldaşları Sultan Galiyev yanlısı Turancı ve Milliyetçi komünist bir kadrodur. Lenin ise bunun farkında olduğundan Türkiye’nin Sultan Galiyev saflarında  komünist harekete müdahil olmaması için Atatürk ile gizli bir mutabakata gitmiştir. Türkiye’deki komünist partinin lider kadrosu Mustafa Suphi ve arkadaşları olmak üzere toplam onbeş kişi Trabzon’dan bir motor ile Batum’a giderken bir derin devlet operasyonu ile Yahya Kahya ve adamlarının provake etmesi sonunda halk tarafından motor taşlanarak batırılmış, bu kişiler linç edilmiş katledilmiştir. Bunun Rusya ile anlaşmalı bir infaz olduğu şuradan da bellidir ki bu infaza rağmen Lenin Türkiye ile anlaşmiş, iyi ilişkiler kurmuş, hatta henüz işgal etmediği tamamen baskı altına almadığı Türk Cumhuriyetlerinden aldığı bir miktar nakit yardımın sadece bir kısmını Türkiye’ye Sovyet yardımı diye göndermiş önemli bir kısmını ise komisyon gibi cebine atmıştır. Ogün bugündür biz bir yandan Atatürk’ün bu operasyonuna bakarak Atatürk’ün komünizme karşı olduğunu zannederiz. Öte yandan Lenin ile anlaşması ve uzlaşmasını da takdirle karşılarız, bir yandan da Sovyetler milli mücadeleye katkıda bulundu diye Lenin’e ve Sovyet Rusya’ya pay çıkarırız. Fakat olay kısaca şudur ki; Türkiye’deki ilk komünist partisi Türkçü Turancı olduğu halde Lenin ile Atatürk işbirliği ile katledilmiş ve infaz edilmiş olmakla o gün bugün Türkiye’deki komünist parti ve komünistler milliyetçi, ulusalcı veya Türkçü olamamış, uşak ruhlu olarak yetişmişler ve öyle de devam etmektedir. Dünyanın başka ülkelerindeki komünistler ise milliyetçi damarlarını asla bırakmamışlardır. Örneğin Kıbrıs’taki komünist Rumlar Yunanistana bağlanma yanlısı yani enosisçidir. Kıbrıs Türki komünist yoldaşlar ise onların Türkiye’ye bağlanma yanlısı olmaları gerekmez mi? Onlar da rum yoldaşları ile aynı kafada ve istikamettedir. Bu arada Türk Solu’nun görmezden geldiği, Atatürk’e BURJUVA KEMAL diyerek hakaretler ettiği  Nazım Hikmet’in  on beşler için yazdığı şiirini de unutmamak lazım. Nazım Hikmet şiirinde aynen;

1925
28 KANUNİSANİ
ta ata aa ta ta ha ta tta ta
tarih
sınıfların
mücadelesidir
1921
kanunisani 28
karadeniz
burjuvazi
biz
on beş kasap çengelinde sallanan
on beş kesik baş
yoldaş
bunların sen
isimlerini aklında tutma
fakat
28 kanunisaniyi unutma!
“siyah gece
“beyaz kar
“rüzgar
“rüzgar”.
trabzondan bir motor açılıyor
sa-hil-de-ka-la-ba-lık!
motoru taşlıyorlar
son perdeye başlıyorlar!
burjuva kemal’in omuzuna binmiş
kemal kumandanın kordonuna
kumandan kahyanın cebine inmiş
kahya adamlarının donuna
uluyorlar
hav… hav… hak… tü
yoldaş unutma bunu burjuvazi
ne zaman aldatsa bizi
böyle haykırır:
– hav…hav…hak…tü
– gördün mü ikinci motörü?
– içinde kim var?
– arkalarından gidiyorlar.
– ikinci motör birinciye yetişti
– bordoları bitişti
– motörler sarsılıyor
– dalgalar sallıyor sallıyor dalgalar.
– hayır
iki motörde iki sınıf çarpışıyor
– biz onlar!
– biz silahsız onlar kamalı
– tırnaklanmız
– kavga son nefese kadar
– kavga
– dişlerimiz ellerini kemiriyor
kamanın ucu giriyor
– girdi…

– yoldaşlar, ey!
artık lüzum yok fazla söze:
bakın göz göze
– karadeniz
on beş kere açtı göğsünü,
on beş kere örtüldü.
onbeşlerin hepsi
bir komünist gibi öldü.

Yukarıdaki şiirde bahsi geçen Burjuva Kemal Mustafa Kemal Atatürk’tür. Tabii bizim uşak ruhlu sol bu gerçekleri görmezden gelmektedir. Şimdi de yukarıdaki tezimi doğrulayan tek makale olarak gördüğüm Halit Kakınç’ın makalesini okuyalım:
   Attila İlhan Sultangaliyevci bir 'Millî Komünist’ti
Devir öyle bir devir ki, uyduruk birkaç araştırmadan öte Sultangaliyev hakkında doğru dürüst bir şey bilinmiyor. Umursayan bile yok… Bir tek adam hariç… O da Atilla İlhan…
  11 yıl oldu kaybedeli… Attila İlhan Kadıköy’de, Caddebostan Kültür Merkezi’nde anılacak.Benim bu Büyük Usta ile tanışmam ve dostluk kurmam, 1990’lı yıllara dayanır.O sıralar kafaya koymuşum, Kazan’a gidecek ve Sultangaliyev’in arşivini bir şekilde elde edeceğim.Devir öyle bir devir ki, uyduruk birkaç araştırmadan öte Sultangaliyev hakkında doğru dürüst bir şey bilinmiyor. Umursayan bile yok… Bir tek adam hariç…O da Attilla İlhan…Yabancı kaynaklardan yararlanarak bu konuda yazı üstüne yazı kaleme alıyor. Göndermeler yapıyor.Cesaretimi toplayıp, karşısına çıkıyorum. Mekân, O’nun o sıralar çok sevdiği Elmadağ’daki Divan’ın pastane bölümü. Kazan’a gideceğimi söylüyorum ve önsöz istiyorum.
“Hele bir git de…” diyor. “Bakarız.”
2 yıl üst üste Kazan’a uçuyorum. 1000 sayfalık külliyatı satın alıyorum. Tamamı Rusçadan çevriliyor.Yine Divan’da buluşuyoruz Attila İlhan’la. 1000 sayfa çeviriyi bırakıyorum.“Bir hafta sonra, saat 5’te buluşmak üzere” diye sözleşiyoruz.
“KÖSTEBEKLERİ GÖZLERİ”
Ve iki kitap yayınlanıyor peşpeşe… Tabiatıyla önsözler, Attila İlhan imzalı.
Tanımaktan gurur ve şeref duyduğum bu Büyük İnsan’ı, Önsöz’lerinden birkaç alıntı yaparak anmak istiyorum izninizle:
“…Sultan Galiyef’in isyanı, aslında bu ‘eritme ve yönetme ruhu’na radikal bir isyan olduğu için; yeryüzünün bütün ‘Mazlumları’na hitap ediyor; çünkü, dün yaşanılan buydu; bugün yaşadığımız da budur!”
“…Dört yıl oldu mu, belki de beş! Bir telefon, Halit Kakınç benimle görüşmek istiyor. Besbelli sırada bir görüşme olmayacak, konu Sultan Galiyef!
…Benimle konuşmak istediği, bu işin yöntemi, bir de elbet mahiyeti!
…Onun Sosyalist Turan fikri, Türkçülerimizi, Galiyef’in tilmizi Mustafa Suphi Bey’in Türk Ocağı aydını olması, Komünistlerimizi allak bullak ediyordu…
…Görevin tamamlanabilmesi için tek şey kalmış; …Galiyef Külliyatı’nın yayınlanması!
O zaman aydınlık öyle bir yoğunluğa kavuşacaktır ki, nice köstebeğin gözleri kamaşacak!”
Bir ağır suç duyurusu…
…Niye yeryüzünün dörtte üçü, ihtilâlden sonraki iki yüzyılı, bunların sömürgesi olarak yaşadı?..
Bu vahim sorunun dürüst cevabı, bilinmez hangi ‘muhayyel’ İnsanlık Mahkemesi’nde; ‘Beyaz, Batılı ve Hıristiyan’ Emperyalizm’e karşı, bir ‘ağır suç’ duyurusudur.”
ÜÇ-BEŞ KİŞİ
“Çoğu zaman üç beş kişi için yazdığımızı sanırız, onlar bizi okumazlar… Asıl seslendiklerimiz, hiçbir zaman tanımayacağımız, başka üç beş kişidir” derdi Büyük Usta.
Mutlaka okumuşlardır Attila Ağabey… Seni de anmışlardır. Bugün ve yarın da anacaklardır.
Şimdilik, bize onlar da yeter.
NOTLAR:
-Tartışma konusudur, Attila mı?.. Atilla mı?.. Kaynağı, kökü nedir?
İkisi de olabilir. Hun Hükümdarı Attila, İdil Nehri (Volga) kıyısında dünyaya gelmiştir. Bu nedenle kendisine verilen özgün isim, İdilli’dir.
-Bir de bir anı: Tataristan’ın bayrağında tuhaf bir kanatlı panter var. Bildiğim kadarı ile Türk mitolojisinde panter diye bir şey yok. Samimiyetimiz ilerleyince, o günün Tataristan Devlet Arşivleri Müdürü Damir Şerafettinov’a soruyorum: “Allah aşkına, bu panteri nereden çıkardınız?”
Cevap şöyle geliyor: “Börükoyaydıkda, Rus topumuzu.ike miydi!”
-Sultan Galiyef, Attila İlhan’ın yazım tarzıydı.

Halit Kakınç