1970
lerden bugünlere destansı bir mücadelenin kahramanları olan ülkücüler gün be
gün özünden uzaklaşmış ve çok farklı bir rotada ilerlemeye başlamıştır. Ülkücü
hareketin geçmişi 1944 lü yıllara kadar
gider. Bir başka ifade ile Alparslan Türkeş ile başlar. Ancak hareketin ilk
ortaya çıkışında belirsiz kalan ya da bırakılan noktalar vardır. Bunlar sırası
ile:
1-Atatürkçülüğü,
2-Türkçülüğü
3-İslamcılığı
Ülkücü
hareket maalesef bu üç konuda net ve açık olamamıştır. Olamadığı için Atatürkü
kurucu olarak sevmek sevmemek bir yana Atatürkçü olmak ya da olmamak gibi,
Türkçü olmak ya da olmamak gibi, İslamcı olmak ya da olmamak ve hatta şaman
değerler barındırmak gibi çok geniş alanda farklı eğilimler ortaya çıkmıştır.
Ülkücü
hareket Ziya Gökalp ve Nihal Atsız’ı bile layıkı ile değerlendirmemiştir. Ne
Nihal Atsız’ın İslamsız Türkçülüğü, ne de Ziya Gökalp’in “Türk milletindenim,
İslam ümmetindenim, batı
medeniyetindenim” sözü
irdelenmemiş, sorgulanmamıştır. Nihal Atsız’ın
“davetiye” şiirinde;
Ey Benito
Musolini! Ey gayet yüce,
italyanlar
başvekili muhterem Düce!
Duydum
ki, yelkenleri edip de fora
Gelecekmiş
orduların yeşil Bosfora.
Buyursunlar...
Bizim için şavaş düğündür;
Din
Arab'ın, hukuk sizin, harp Türk'lüğündür.
Diye
seslenişi görmezden gelinmiş, keza yukarıda da söz ettiğimiz gibi Ziya
Gökalp’in Türk Milletinden İslam ümmetinden olma fakat batı medeniyetinden olma
söylemi için de bir itiraz yükselmemiştir.
1980
öncesi “savaşımız vurguncu düzenedir” sloganı zenginliğe sahip oldukça
unutulmuş, bu slogan dilinden düşürmeyen, “kanımız aksa da zafer islamın” diye kanını canını veren şehidler unutulmuştur.
Yine 12
eylül 1980 öncesi mücadelede ideolojik eğitim ihmal edilmiş, ülkücü gençlik
egemen güçle3rin vurucu gücü gibi kullanılmış, 12 eylül sonrasında da bir
kenara atılmıştır. O süreçte Mehmet Eröz, Necmettin Hacıeminoğlu, Erol Güngör
ve S.Ahmet Arvasi gibi isimler davet ve teşvik edilerek ideolojinin teorisinin
yazılması yönünde çalışmalar olmamış, sıradan isimlerin ticari ve hamasi
kitapları ile ülkücü gençlik farklı kimyalarda bir topluluk haline gelmiştir.
Ne Kurt Karaca’nin “milliyetçi Türkiye” si, ne Ayhan Tuğcugil’in “TMFS” si
teorik temel konusunda yeterli olamamıştır. O yıllarda yayınlanmış en mükemmel
teori ve pratik kitabı Mürşit Altaylı’nın “D.A.S” tır. Fakat her ne hikmetse bu
kitapta MHP tarafından yasaklanmıştır. Bir başka ilginç husus şudur ki yukarıdaki bahsi geçen üç eserin
sahipleri Kurt Karaca, Ayhan Tuğcugil ve
Mürşit Altaylı isimleri her üçü de müstear(takma) isimdir.
Ülkücü hareketin çerçevesi konusunda
en kapsamlı eserleri S.Ahmet Arvasi
kaleme almıştır. Ancak üç ciltlik Türk-İslam Ülküsü, Kendini Arayan
İnsan, İnsan ve İnsan Ötesi, Diyalektiğimiz Estetiğimiz ve Doğu Anadolu Gerçeği
olmak üzere ne eserlerinden biri ya da bir kaçı ne de ismi ülkücü hareket
içinde halen bilinmeyenler arasındadır.
Yukarıda kısa hülasadan anlaşılacağı
üzere milliyetçilik ve İslamcılığı doğru bir çerçevede buluşturamayan ülkücü
hareket millet ile de arasına konan mesafeyi aşamamıştır.
Bu arada Türkiye’nin ve Müslüman Türk’ün
geleceğinin mutlaka ve mutlaka İslamcı ancak milliyetçi ve milli bir kadro
elinde şekilleneceğinin farkında ve bilincinde olan emperyalist şer güçler bu
iki gücü birbirinden ayrıştırarak arasına fitne tohumları ekmiş, karşılıklı
ajite ve provake ederek ayrıştırma yönünde büyük mesafe almıştır. Geçmişte mesela bir METİN YÜKSEL olayı bunun
en somut örneğidir. Metin Yüksel yüzünden adeta bir kan davası güden Akıncı
Gençliğin devamı gibi duran ANADOLU GENÇLİK DERNEĞİ (AGD) Saadet Partisi
çizgisinde olmakla dünün Metin Yüksel katili diye tavır koydukları eski muhalif
ülkücüler ile bir ve birlikte referandum cephesinde ANTİTAYYİPÇİ çizgide
buluşabilmişlerdir. Egemen güçler Türkiye’nin, milletin ve ümmetin geleceğinin
milli ve İslami bir harekete bağlı olduğunu fark ettiklerinden milli görüş ile
ülkücü hareket gençliğini birbirinden uzak tutmuşlar ve aralarında fitne
çıkarmışlardır. Ancak bu fitneye rağmen Recep Tayyip Erdoğan’ın başarısının
gerisinde yatan en önemli faktör ülkücü çizgi ile milli görüş çizgisini
şahsında buluşturmasıdır. Recep Tayyip Erdoğan Başbakanlığı döneminden başlamak
üzere bir ülkücünün isteyebileceği pek çok müsbet faaliyeti dünya coğrafyasında
gerçekleştirmiştir. TİKA bu konuda öncü kuvvet olmuş, Balkanlardan orta Asyaya,
güney Amerikaya Afrika’ya kadar bayrağımızı dalgalandırmış, Orhun Anıtlarına
giden 40 km lik BİLGE KAĞAN karayolunu özenle asfaltlamış, TONYUKUK kazılarını
başlatmış, yine TONYUKUK anıtına giden yolu da aynı şekilde asfaltlamıştır. Kısaca
Ergenekon’dan Amerika’ya kadar Türk dünyası ile ilgili projelerini
gerçekleştirmeye devam ettiği gibi İslam coğrafyasında da başta Filistin olmak
üzere pek çok İslam ülkesinde Müslüman halkların yanında olmuştur. Son referandumda
da MHP ve Devlet Bahçeli ile bir ve birlikte hareket ederek milli görüş ve
ülkücü hareketi bir yerde buluşturma yolunda büyük bir adım daha atmıştır.
Ülkücü hareket yukarıda
açıkladığımız doğru çizgiyi bir türlü yakalayamamıştır. 1980 sonrasında bir
kısmı mahpushanelerde çile dolduran ülkücülerin bir kısmı mafya eline düşmüş,
bir kısmı radikal İslamcılılık gibi uçlara doğru kaymış, Türkçü ve İslamcı
kimliğini net olarak ortaya koyamayan harekette ilk kırılma Muhsin
Yazıcıoğlu ile başlamıştır. Muhtemeldir
Alparslan Türkeş 1980 sonrasında da derin devletin direktifleri doğrultusunda
partiyi ve hareketi farklı bir çizgide ve hatta bir dönem meclis dışında bile
tutmayı başarmıştır.
Alparslan Türkeş’in vefatı
sonrasında ise yaşanan süreç sonunda Devlet Bahçeli oturduğu lider koltuğunda
halen liderliğini sürdürmektedir. Ancak yaptığı en büyük hata Bülent Ecevit ile
yaptığı koalisyondur. Bu koalisyon sonrasında ülkücü hareket içindeki dejenerasyon
büyümüş, hastalık bütün hareketi sarmıştır. Esasen ideolojik doğru eğitimi
sürdüremeyen doktriner hareketler dejenere olmaya ve yok olmaya mahkumdur.
Ülkücü hareket te yıllardır bu doğru eğitimden mahrumdur. Teşkilat
disiplininden kopan bu eğitimsiz ve disiplinsiz topluluk artık ortalıkta elden
ele dolaşmaya başlamıştır. Ülkücü hareketin;
Bir kısmı Kemalistleşmiş, ulusalcı olmayı
tercih etmiş, Doğu Perinçek’e biat etmiş, Vatan Partisine katılmıştır.
Bir kısmı özellikle Bülent Ecevit zamanından başlamak
üzere Demokratik Sol Parti içinde yer almıştır.
Bir kısmı lidere isyan ile klikleşen camia
içinde Koray Aydın, Meral Akşener, Ümit Özdağ, Sinan Ogan gibi liderlik kaygısı
taşıyan kişilerin ardına düşmüştür. 1944
tek parti döneminde Alparslan Türkeş başta olmak üzere Türk
milliyetçilerini tabutluklara kapatan ve işkenceler eden CHP ile aradaki mesafe o kadar kapanmıştır ki
Ankara Kızılcahamam’da MHP den belediye başkanı olan Mansur Yavaş’ın MHP genel
başkanlığı dahi konuşulur iken bir anda CHP den Ankara Büyükşehir Belediye
Başkan adaylığı sözkonusu olabilmiştir.
Etrafımıza baktığımızda gördüğümüz artık şudur
ki; Halk tv de fikir ve düşüncelerini paylaşan ülkücü iddiasında bazı lider
adayları ve fikir adamı, yazar çizer iddiasında kişiler var bol miktarda.
Sosyal medyada ulusalcı profilde koyu Kemalist veya
Atatürkçü kimlikli keskin ülkücüler var.
Paylaşımları arasında Uğur Dündar, Müjdat
Gezen, Aziz Nesin veya Nazım Hikmet veya Yılmaz Özdil gibi geçmiş ideolojik
ölçülerine uymayan kişilerin islamafobi içeren paylaşımları, FETÖ merkezli
paylaşımlar var.
Bütün kin ve nefretleri Recep Tayyip Erdoğan’a
ve AK partiye yoğunlaşmış durumda bir kısım ülkücülerin. Kısaca ve tek kelime
ile AK partiyi de bir yana bırakır isek ANTİTAYYİPÇİLİK gibi bir takıntıları
var. Sırf bu yüzden siyasi duruş olarak CHP ile hatta HDP ile bir ve paralel
durmayı bile hazmedebiliyorlar. Geçtiğimiz her iki genel seçim öncesinde hacca da gitmiş
sakallı bir ülkücü kardeşimin sandıktan AK partiye karşı CHP MHP koalisyonu
çıkacağı yönünde inancı ve güçlü tahminleri vardı. Geçmişte DSP ile ortaklık
yaptırdıkları MHP ye olur ya bir de CHP ile koalisyon yaptırabilirler ise MHP
yi tamamen bitirmiş olacaklardır. Birilerinin hesabı budur. Görüleceği gibi DSP
ile koalisyon kurup hükümet ortağı olan MHP bir daha asla o oranda bir oy
alamamıştır. Meclis dışı kaldığı bile olmuştur ama asla o oranda oy
alamamıştır. Bu ANTİTAYYİPÇİLİK ve ülkücü milli görüş karşıtlığına ilişkin yukarıda
da neden ve niçinler konusuna değinmiş idik.
Geldiğimiz noktada tam bir fikri boşluk ve
çözülme yaşayan ülkücü hareket;
A-Cami ve cemaat ile bir arada olamamıştır.
B-Milliyetçilik konusunda net çizgisi belli
olmadığından milliyetçilik konusunda Atatürk milliyetçiliğinden Nihal Atsız
milliyetçiliğine, Nurettin Topçu’nun Anadolu milliyetçiliğinden, şamanizmi de
içine alan “tengrici” eğilimlere kadar meydana çıkan farklılaşma ve
yabancılaşma yüzünden hareket içinde bir homojenlik oluşmadığı gibi teorik
eksiklik ve yetersizlikle birlikte ortaya çıkan fikir bunalımı hareketteki
dejenerasyonun zirve yapmasına neden olmuştur.
Tabii bunda kusur ya da kabahat tek başına
ülkücü harekette değildir. Son derece donanımlı, birikimli ve profesyonel
yetişmiş, arkasında uluslar arası emperyalist güçler olan merkezler oluşturdukları
birimlerde Türk Milletinin nasıl dejenere edilebileceği, entelektüel, aydın
kesimin nasıl kontrol edilebileceği, öte yandan dini hayatın ve cemaatlerin
nasıl fitne ve düşmanlık içinde milletin enerjisinin hortumlanabileceği,
milletin maddi ve manevi olarak nasıl yönlendirilebileceği konularında çok ince
hesap ve projeler çizmiş ve sahneye koymaya devam etmektedir. Hal böyle olunca
millet içine salınmış kadrolu ajanlar gelen direktifler doğrultusunda, sivil
toplum örgütleri, siyasi partiler ve dini cemaatleri ve bunların içinden
oluşturulan sermayedar guruplarını ve basın organlarını öyle ustaca ajitasyonlar yapmaktadır ki bu teşebbüsleri
etkisiz hale getirmekte devlet kurumları ve bizim gibi bazı kişilerin kişisel
çabaları yeterli olamamaktadır. Algı yönetimi konusunda egemen güçler çok profesyonel
ve güçlü, milli ve İslami güçler ise fevkalade yetersiz ve etkisizdir.
Bu durumda sözüm sadece ülkücü harekete ve ülkücülere
değildir. Türkiye’deki bütün milli ve İslami güçler öncelikle Türkiye içinde
teori konusunda gerekli çalışmaları yapmalıdır. Devamında Türk İslam
coğrafyasında çizilecek rotada ve çizgide hareket ve mücadele edecek kadrolar ve
kitleler ve yönetimler oluşturulmalıdır. Tabii bu hareketin Türk ve İslam
olmayan mazlum halklara bakış ve duruşu da ayrıca tesbit ve ilan edilmelidir.
Bütün etnik toplulukların, dinlerin ve her türlü siyasi ve idari yapıların
temin edilmiş Türk Birliği ve İslam Birliğinin kontrolünde ve garantisinde
dostça ve kardeşçe yaşayabileceği, sömürüsüz ve zulümsüz bir düzendir
özlediğimiz ve beklediğimiz. Osmanlı’nın da gayesi bu idi. Bizim de nihai
gayemiz bu olmalıdır. Bir başka ifade ile Türkiye’deki bütün Müslüman Türklerin
hedefi sırası ile ;
Türkiye’de tam bağımsız, adil ve güçlü bir Türk
Devleti olmak,
Bütün Türk Devletleri ile bir federasyon veya
başka bir örgütlenme adı altında bir ve birlikte olmak.
Dünya İslam Devletleri arasında tam bir birlik
ve dayanışma içinde bir siyasi birlik sağlamak.
Dünyanın İslam ve Türk olmayan bütün halklarını
ve devletlerini de Allahın adaleti ve merhameti çerçevesinde barış, özgürlük ve
adalet içinde yaşatmak olmalıdır.
Ne mutlu böyle bir dava için yaşayan, kanını ve
canını vermeyi göze alan gerçek alperenlere ve mücahitlere.
Nu mutlu Türkün “KIZIL ELMA”sının ve TURAN’ın “DÜNYA
TÜRK İSLAM DEVLETİ” olduğuna inanan gerçek ÜLKÜCÜLERE.