24 Nisan 2019 Çarşamba

MARJİNAL OLMAK YA DA TOPLUM ÇOĞUNLUĞUNA VE DEĞERLERİNE YABANCILAŞMAK


Toplumun bir kesiminde marjinal olmak, toplum çoğunluğundan farklı olmak gibi bir takıntı olduğunu görüyorum.  Dolayısı ile bu tip kişilikteki düşünce sahipleri  toplum çoğunluğunu avam, kendilerini ise elit yerine koyuyor ve kendilerini böyle bir algı ile avutuyorlar.  Bu düşünce ve takıntı ile kendilerine özel alanlar oluşturuyorlar, özel barlar, kafeler, ya da bazı örgütsel yapılar içinde kendilerini toplumdan soyutlamayı tercih ediyorlar.
İşin asıl trajik tarafı kendilerini toplumdan soyutlayan bu bir avuç marjinal entelektüel  taslaklarının yegane ilgi alanları  yine kendilerini soyutladıkları toplum oluyor.  Toplumun hastalıkları ile yatıp, yanlışları ile kalkıyorlar. Her türlü teşhis, tedbir, tenkit ve tahlilleri içinde yaşamadıkları toplum ile ilgili oluyor. Daha doğrusu kendilerini soyutladıkları kesim ile ilgili oluyor.
Bu bir türlü anlayamadığımız nevi şahsına münhasır dediğimiz cinsten entel dantel kesim özellikle Osmanlının son dönemlerinde yani gerileme döneminde Avrupa’ya gidip orada kısmen yaşamış, kısmen tahsil yapmış kesimin çoğalması ile toplumda daha geniş bir alan içinde yer almaya başlamıştır. Yer almanın ötesinde adeta Osmanlıdan alınmış ve tersine çevrilmiş bir model ile Avrupa’nın yeniçeri ocağı ve enderununda yetiştirilmiş devşirme kadrolar, marjinal olmakla kalmadılar, örgütlenerek Osmanlı saltanatı üzerinde oyunlar oynamaya ve tasarrufta bulunmaya başladılar. Bu devşirme kadrolar ittihat(birleşme) ve terakki (gelişme-ilerleme) cemiyeti etrafında toplanarak batılı güçlerin kendilerine dikte ettiği senaryoyu sahneye koydular ve neticeten Osmanlı İmparatorluğu iki meşrutiyet hareketi, Sultan Abdülaziz’in vahşice şehid edilmesi ve Sultan Abdülhamit’in  tahttan indirilmesinden sonra idareyi tamamen ellerine alarak önce imparatorluğu birinci dünya harbine soktular ve sonra da darmadağın ettiler. Batılı güçler Osmanlı İmparatorluğu’nun üç kıtaya salan gövdesini aç sırtlanlar gibi saldırarak parça parça ettiler, talan ettiler. Tutanın elinde kaldı. Öyle ki hiçbir tarihi ve kültürel bağ ve birliktelikleri olmadığı halde Kuzey Afrika İtalyanların, Mısır’dan itibaren bir kısım Arap coğrafyası aslan payı olarak İngilizlerin, Suriye ve Lübnan bölgesi ise Fransızların elinde kaldı. Doğumuzda ise Karadeniz’in tek ova sahili Batum elimizden alındı, batıda Batı Trakya Yunanistan elinde kaldı. Yüzlerce yıldır Osmanlı toprağı olan Ege adaları da elimizden alındı. Adeta bir komedi gibi dünkü vilayetimiz Selaniğin çocukları ile çelik çomak oyunu gibi bir savaş yaptırılarak sözüm ona Anadolu coğrafyasını Yunanlılardan kurtarmışız gibi Anadolu’da bir sömürge valiliği kurdurdular. Adına da TÜRKİYE CUMHURİYETİ  dendi.  Ancak, Yunan ile bir çelik çomak savaşından bir dünya destan çıkarılırken, Anadoluyu işgal etmiş Fransız ve İngiliz ve İtalyanlar ile kaç cephede kaç savaş yaptığımız ya da savaş yapmadı isek bu asıl işgalci güçlerin neden Anadoluyu Yunan işgali de sürmekte iken kuzu kuzu terk ettikleri ve Lozan Anlaşması Meclisten onaylanana kadar neden İngiliz savaş gemilerinin İstanbul’u terk etmediği asla sorgulanmadı.
İşte cumhuriyet te bu marjinal bir kadronun kurduğu bir yapıdır. Çoğunluğa dayanmadığı için batılı değerlerin yüceltilmesi ve Osmanlı ve imparatorluk düşüncesinin tasfiye edilmesi karşılığında emperyalist batının desteği alınarak millete karşı başlatılan sindirme, çözme ve dejenere etme mücadelesi kesin sonuç vermedi ve millet 1950 de ezici çoğunluğu ile bu marjinal kadroyu iktidardan uzaklaştırdı. Ancak henüz savaş bitmemişti. Kenarda köşede bir avuç azınlık olarak yaşamakta iken iktidarın nimetleri ile sarhoş olan bu kadro sistemin sigorta kurumları olan basın, bürokrasi, üniversite, yargı ve orduyu devreye sokarak milli iradenin iktidar yaptığı  çoğunluğun temsilcileri bir ihtilal ile iktidardan indirildi ve bir başbakan ve iki bakan idam edildi. Anayasa kaldırıldı, yeniden yazıldı. Ordudaki milli kadrolar tasfiye edildi, keza üniversitelere girmiş bir kısım marjinal olmayan  kadrolar tasfiye edildi.  Milli irade sindirildi ya da sindirilmek istendi.
Aradan geçen on yıllık süreç sonunda  yeniden milletin toparlanmasına fırsat verilmeden bu defa demokrat parti sonrası siyaseten parçalanan milli irade de iktidarı zorlayınca yeni bir muhtıra ve operasyon ile yine marjinaller  duruma vaziyet etti. Bu marjinaller topluluğu asla çoğunluğa hakim olamayacaklarından üniversite gençliği ve işçi toplulukları içinde marjinal gurupları ajite ederek ve devşirerek kendi istekleri ve çizdikleri senaryo doğrultusunda millet çoğunluğunu sindirmek, ürkütmek, korkutmak ve kendi sistemlerine razı etmek istediler.  Osmanlı’nın çöküşüne kadar  sokaklara “şeriat isteriz” diye yine bir avuç marjinal insanı salarak karışıklık çıkarıp amaçlarına ulaşmak isteyenler cumhuriyetten sonra ise yine bir gurup marjinal işçi ve öğrenciyi sokağa sürerek milli iradeyi baskılamak istiyordu. Sokaktaki kargaşa ordu tarafından doğru algılanıyor “size demokrasi çok geliyor” mantığı ile ordu yönetime ağırlığını koyuyordu.  Cumhuriyetin kuruluşundan sonra daha dün hükmettiğimiz coğrafya düşman ilan edilerek dört yanımız düşman gerekçesi ile askeri harcamalar kontrolsüz şekilde artırılmış, bir avuç subayın eline devlet bütçesinin yarısı savunma bütçesi diye verilmiş, onlar da eskimiş silahları hurdaya  çıkarıp sürekli yeni silahlar alarak bu alışverişin komisyonları ve ordu içi harcamaların komisyonları ile adeta bir trilyoner generaller topluluğu oluşmuştur.  Ordu komutanı iken bekçisi oldukları bir avuç zenginin emeklilik sonrası da şirketlerinin yönetim kurullarında görev yapmak sureti ile bekçiliğini yaptıkları sermayeden bu bekçiliğin bedelini tahsil eden emekli generaller  ülkeyi sivil ve askeri cunta işbirliği ile yönetir hale gelmişlerdir.
Derinlerde oluşturulan bir derin devlet gücü ile olmadık senaryolar yazan ve oynayan güçlerin  değişmeyen gayesi milli iradenin millete ve devlete hakim olmasına mani olmak için her türlü oyun ve tezgahı kurmak  ve sonuçta düzenin istedikleri çizgide muhafazasını sağlamak olmuştur.  Bu doğrultuda yine millet içindeki ve dışındaki tüm marjinal güçler harekete geçirilerek ülke on iki eylül batağına saplanmıştır. Marjinallik, marjinal yaşam her alanda ülke kaderine hükmeder hale gelmiştir. Öyle ki örneğin ümmet çok kalabalıktır ancak ümmet içindeki marjinal guruplar sanki ümmetin temsilcisi gibi her alanda boy göstermektedir. Ordumuz bir milyona yakın asker sayısına ulaşmışken bir avuç marjinal gurup tüm orduya hakim görünmektedir. Kısaca millete rağmen bir avuç marjinal insan milletin kaderine ipotek koymuş ve hükmetmeye devam etmek istemektedir.
 Bu azınlığın çoğunluğa hükmetme isteği ve oluşturulan fiilin durum sadece Türkiye’de değil dünyada  da aynıdır. Dünyayı bir avuç marjinal zengin idare etmektedir aslında. Her türlü demokratik ses ve nüanslar sadece ve sadece bir aksesuardır.  Dünyanın tüm zenginliğini ellerine almış bir avuç vampir ordusu dünya insanlığının kanını emmektedir.  Sistemin adı ne olursa olsun beşeri sistemlerde paraya ve güce sahip olan ve organize olmuş bir avuç elit bulundukları ülkeyi ama kapitalizm adına ama komünizm adına hükmetmekte, idare etmektedir. Onların derlediği ve sözüm ona idealist fikir ve duygularla devşirdikleri mankurtlar ordusu da onların hakimiyetlerinin sürmesi için kanları ve canlarını ortaya koymakta, onların saltanatlarının sürmesi için ellerinden gelen tüm çabayı sarf etmektedir.
Bu gerçek, devlerde ve sistemlerde olduğu gibi, siyasi parti ve organizasyonlarda ve cemaatlerde de aynı şekilde yaşatılmakta, milyonlara ulaşan sayıdaki siyasi parti, cemaat ya da tarikatlarda o milyonlara ulaşan çoğunluk bir avuç  azınlık yönetici ve onların başında ki siyasi liderin, tarikat liderinin ya da  şeyhinin  elinde sömürülmekte, kullanılmakta, sevk ve idare edilmektedir.
İnsanoğlunun yaradılışında bir teslim olma, bir yerlere inanma bağlanma içgüdüsü vardır. Bu tarihin ilk devirlerinden bu yana böyle olmuştur. İnsanlar tanrılarını bulamadıkları yerde, denize, havaya, suya, ateşe, güneşe, aya, yıldızlara, hiç olmadığı taşlara, putlara, ağaçlara ve hatta hayvanlara teslim olmuşlar, onlara taparak onlara kulluk ederek içlerindeki  bu teslim olma dürtüsünü tatmin etmeye çalışmışlardır. Allah’ın gönderdiği peygamberler  sık sık insanları en doğru yola davet etmişler ise de şeytan boş durmamış yaradanın koyduğu kurallardan farklı şeytani kural ve sistemler üzerinden insanoğlunun iradesini elinden almış onu Allah’ın davet ettiği doğru yoldan çıkarmıştır.  Şeytanın varisleri ise dünyevi heveslerine ve nefislerine  teslim olmuş, inançlı görünen veya inançsız,  veya beşeri sitemlerden birisine angaje olmuş, sosyalist veya komünist veya faşist veya kapitalist veya Siyonist veya içinde olduklarını iddia ettikleri dinler içinde kendilerine ait oluşturdukları sahte ve sapık inanç sistemleri içine çekerek  insanoğlunu kandıran, aldatan, sömüren, istismar eden, aralarına önce fitne oluşturup sonra kendine kurtarıcı süsü veren hain, alçak ve kan emici bir sınıftır.
İnsanoğlu iradesini, güçlendirebildiği, bilgi ve iman ile varlığın ve kulluğun gerçek manasını kavrayabildiği, yaradan Allah’a teslim olmanın nasıl olabileceğini çözebildiği ölçüde sahta liderlerin, sahte şeyhlerin, sahte önderlerin ve külliyen şeytanın dünyadaki varislerinin hakimiyet alanından çıkabilecektir. Bu konuda ise her kafadan farklı ses çıkmakta, gerçek kurtuluşun herhangi bir kişiye ya da doğrudan ilahi kitaba bağlı olduğu gibi çok farklı ve uçlarda görüşler ileri sürülerek kafalar bulandırılmakta, aldatma ve istismar sürdürülmekte, insanoğlu bu cendereden çıkamamaktadır. 
Yukarıda ilk satırlardan itibaren açıklamaya çalıştığımız olay bir kısa yazıya sığamayacak kadar uzun bir konu olmakla birlikte bu birkaç sayfalık metin içinde kısa ve öz olarak olayı ana cümleler halinde ortaya koymaya çalışacağız. İnsanoğlunun  öncelikle kendisi ile barışık bir halde olabilmesi ve sosyal bir varlık olarak çevresindeki diğer insanlarla da sağlıklı bir ilişkiye girebilmesi , yarın ve ölüm korkusu olmadan var olabilmesi için olması gereken  olmazsa olmaz başlıklarımızı aşağıda birer ya da ikişer cümlelik maddeler halinde sıralayalım:
Din hayatımızın olmazsa olmaz gerçeğidir, insanoğlu mutlaka bir dine inanmak ve o dinin kuralları içinde yaşamak zorundadır. Bir dine inanmak insanı hayvanlardan ayıran en önemli artıdır.
İlk insan Hz.Adem Peygamberden bu yana pek çok ilahi ve beşeri kaynaklı dinler ortaya çıkmış olmakla birlikte en son peygamber Peygamberimiz Hz. Muhammed ve en son ilahi kitap Kur’an’dır.
İslam ve Müslümanlık en son ilahi ve beşeri hakikattir ancak Kur’an ve doğruluğundan yüzde yüz emin olunan tartışılmaz hadisi şerifler dışında  iman, itikat ve ibadetlerimiz ile ilgili mezhep, tarikat ya da başkaca her türlü kaynak dahil olmak üzere tartışılamayacak hiçbir husus yoktur. Kur’an sahibi tarafından hiçbir mezhep ya da tarikat ya da mürid ya da mürşide değil tüm insanlığa inmiştir. Allah birdir, Kur’an birdir, ve  ümmet birdir. İnsanlar sadece Müslüman olanlar ve olmayanlar diye ayrılabilir. Bu hüküm insanların bir mezhep ya da tarikat sahibi olmalarına mani  değildir ancak İslam olmanın şartı bir mezhep ya da tarikata uymak değil sadece ve sadece Allaha, kitabına ve elçisine iman etmektir.
İnsanoğlunun kayıtsız ve şartsız hiçbir lidere, şeyhe,  partiye veya topluluğa tabi olması düşünülemez ve kabul edilemez. Dolayısı ile toplumdaki bazı kişileri kayıtsız ve şartsız dini ya da dünyevi veya siyasi lidere tabi ve teslim olması kuran’a göre şirk ile tarif edilmektedir.
İslam dini içinde olmayanlar İslam olanların her hal ve şartta düşmanıdır diye bir kural da yoktur. Kur’ana göre Müslüman sadece Kur’andaki islamı yaşamaya çalışır ve kur’andaki islamı İslam olmayanlara tebliğ eder. Müslüman, Müslüman olmayanların Müslüman olmasından sorumlu değildir. Onlara tebliğ görevidir ancak düşmanlık etmek diye bir şey sözkonusu olamaz. Cihat ise müslüman olmayanların Müslümanlara saldırması halinde  onlar bu saldırılarından vazgeçene kadar müslümanın sürdürmesi gereken bir savaştır.
Müslümanın asıl büyük cihadı gerçek ve mükemmel Müslüman olmak yolunda kendisi ve içindeki hayvan nefsi ile yapması gereken cihattır. Müslüman bu cihadı yapmadığı için ne kendini, ne dünyasını ne de ahiretini kurtaramamaktadır.
Toplumun ve insanların yönetiminde sistem ile birlikte sistemin başındaki yöneticiler de önemlidir. Yönetimin adı ne olursa olsun, ordu, bürokrasi , parti, kişi ya da ailelerin yönetimde ağırlığının olması toplumdaki  adalet duygusunu yok etmektedir.
İnsanların en adil ve eşitlik ve huzur içinde yaşadığı yönetimler özellikle asrı saadet dediğimiz dönem ve sonrasında Ömer Bin Abdülaziz gibi birkaç halifenin dönemi ve devamında Selçuklu ve Osmanlı dönemleridir. Yönetim biçiminin adının padişahlık veya demokrasi veya cumhuriyet veya şeriat olması hiçbir şeyi değiştiremiyor. İnsanların, huzur, refah, güven ve adalet içinde yaşaması İslam anlayışı ve inancı içinde ve ancak Osmanlı padişahları idrakinde olan liderlerin varlığı ve bu ölçüyü taşıyan liderlerin yönettiği bir dünyada  mümkün olacaktır.

DÜNYA BEŞTEN BÜYÜKTÜR, TÜRKİYE’DE MİLLİ İRADE DE BEŞTEN BÜYÜKTÜR



            Cumhurbaşkanımızın slogan haline getirdiği bir söz var: “dünya beşten büyüktür”. Bu sözün bilenler bilir ne demek olduğunu da bilmeyenler için kısaca açıklayalım. Bütün dünya devletlerinin üye olduğu ve 196 devletin üyeliği ile oluşan Birleşmiş Milletler örgütünün organlarından biri Güvenlik Konseyidir. Güvenlik Konseyi ile ilgili kendi sitesinden aldığımız kuruluş ve görev konuları ana hatları ile aşağıdadır:
Güvenlik Konseyi, Anlaşma kapsamında uluslararası barış ve güvenliğin korunması konusunda birincil sorumluluğa sahiptir.
Konseyin beşi daimi - Amerika Birleşik Devletleri Çin, Fransa, İngiltere ve Rusya Federasyonu - 10’u Genel Kurul tarafından iki yıllık süre için seçilen 15 üyesi vardır.
Her üyenin bir oyu vardır. İdari konulardaki kararlar 15 üyenin 9’unun evet oyuyla alınır. Diğer konularda karar alınabilmesi için 5 daimi üyenin tamamının evet oyu dahil olmak üzere toplam 9 evet oyu gerekir.
5 daimi üyenin her biri zaman içinde  bir şekilde veto hakkını kullanmıştır. Daimi üye söz konusu karara tam olarak katılmadığı ama bu kararı veto etmek istemediği durumlarda çekimser kalabilir. Böylelikle gerekli 9 olumlu oyun bulunması durumunda karar alınmasına olanak sağlar.
Antlaşma’nın 25’inci Maddesi gereğince, Birleşmiş Milletler’in tüm üyeleri Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararları kabul edip uygulamak zorundadır. Birleşmiş Milletler’in diğer organları üye ülkelere ancak tavsiyede bulunurken, Konsey’in tek başına Antlaşma’da belirtildiği üzere üye devletlerin uyması gereken kararları alma yetkisi vardır.
Görev ve Yetkileri
Güvenlik Konseyi’nin Antlaşma’da belirlenen görev ve yetkileri aşağıdaki maddeleri içerir:
  • Birleşmiş Milletler ilke ve amaçları çerçevesinde uluslararası barış ve güvenliği korumak;
  • Silah üretimini düzenleyici önlemler almak;
  • Tarafların sorunlarını barışçıl yollardan çözmeleri için görüşmeye davet etmek;
  • Uluslararası uyuşmazlıklara yol açabilecek anlaşmazlıkları ve sorunları araştırmak ve bu sorunların ya da maddelerin çözümü için tavsiyede bulunmak;
  • Durumun ağırlaşmasını önlemek için ilgili tarafları söz konusu önlemlere uymaya çağırmak;
  • Konsey kararlarının etkinliğini arttırmak amacıyla Birleşmiş Milletler üyelerini yaptırım gibi doğrudan şiddet içermeyen Güvenlik Konseyi kararlarına uymaya çağırmak;
  • Uluslararası barış ve güvenliği sağlamak ve korumak için güç kullanımına başvurmak ya da onay vermek;
  • Yerel anlaşmazlıkların bölgesel düzenlemeler aracılığıyla barışçıl yollarla çözülmesini teşvik etmek ve bu bölgesel düzenlemelerin BM yetkisi dahilinde kullanılmasını sağlamak;
  • Genel Kurul’a Genel Sekreter ataması konusunda tavsiyede bulunmak ve Kurul’la birlikte Uluslararası Adalet Divanı yargıçlarını seçmek;
  • Uluslararası Adalet Divanından yasal konularda hukuki rapor talep etmek; Birleşmiş Milletler’e yeni üye kabulü konusunda Genel Kurul’a tavsiyede bulunmak.

Kısaca özetleyelim; Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesi ve iki yıl için seçilen on geçici üye olmak üzere toplam onbeş üyesi var. Dokuz üye ile karar alabiliyor ancak idari olmayan konularda beş üyenin mutlaka bu dokuz evet diyecek üyenin içinde olması gerekiyor. Ve beş daimi üyenin alınacak her kararı veto yetkisi var. Bu beş veto yetkisine sahip üyeye veto etmeleri halinde kimsenin neden niçin veto ettiğini sorma yetkisi ve hakkı da yok. Bu da demek oluyor ki dünya devletleri sayısı, iradesi, ne olursa olsun Birleşmiş Milletler yapısı içinde veto yetkisine sahip beş daimi üyenin elinde adeta bir oyuncak gibidir. Bunun neresi adalettir, bunun neresinde hakkaniyet vardır?..... ve dünya tarihinde şimdiye hiçbir siyasi lider bu beş süper gücün yüzüne karşı beş parmağını onların gözüne sokarcasına uzatarak “dünya beşten büyüktür” diyememiştir. Ve işin ilginç tarafı bu beş daimi üyenin içinde bir tane bile Müslüman devlet yoktur. İşte yukarıda açıklandığı ve Cumhurbaşkanımız da açıkladığı üzere dünyanın beşten büyük olduğunu bu beş harami devlete kabul ettirdiğimiz gün, dünya üzerinde zulmün sona erdiği ve mazlumların kurtulduğu, gerçek adaletin yaşandığı günlere yeniden dönülecektir.
            Şimdi gelelim kendi ülkemize ve Türkiye’deki beşli çete realitesine.
            Osmanlı İmparatorluğunun tasfiyesinden sonra emperyalist batının dikte ve dayatmaları ile içimizdeki jöntürklerle başlayan ve ittihat ve terakki ile devam eden batının devşirdiği kadrolara bir küçük cumhuriyet kurdurulmuş. Bu kukla cumhuriyete saltanat ve hilafeti kaldırma görevi verilmiştir. Devamında ise sözde cumhuriyet gerçekte ise tek adam rejiminde pek çok siyasi, sosyal ve kültürel devrimler yapılarak Türk Milletinin binlerce yıllık büyük devlet olma ideali budanmış, kendi coğrafyasında ve dünyada egemen olma hedefleri rafa kaldırılmış, kurulan bu devletin Türk dünyası ve İslam dünyası ile bağları koparılmış, batılı sosyal ve kültürel değerler etkisinde  ve nüfuzunda yaşamaya mecbur ve mahkum edilmiştir.
            Nasıl ki güvenlik konseyinin veto yetkisine sahip beş daimi üyesi ile bütün dünya devletleri birleşmiş milletlerde bu beş devletin avucunun içine alınmıştır Türkiye’de de cumhuriyetin kurulmasından sonra milli irade oluşturulan beş gücün avucu içine bırakılmıştır. Bu beş güç; ordu, yüksek yargı, bürokrasi, basın ve sermayedir. Türk Milletinin ruhunun derinliklerinde yaşayan büyük millet, büyük devlet olma, Türk ve İslam dünyasında ve dünyada hakim ve egemen olma istek ve iradesinin yeniden dirilmesinin önüne geçmek ve o iradeyi sindirmek için yerine göre bu beş gücün birisi ikisi veya hepsi devreye sokularak askeri, ekonomik veya yargısal veya siyasi ya da psikolojik operasyonlarla bu yüce milletin geleceği ve kaderi ile oynanmıştır. Bu operasyonların başındaki demirbaş koordinatör yapı ise CHP dir. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bir kez bile millet çoğunluğunun iradesine sahip olamayan ve hükmedemeyen CHP, Serbest Fırka, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, muhtelif isyan hareketleri, 1946 da açık oy kapalı sayım rezaleti ile tek parti diktatörlüğünü dört yıl daha sürdürebilmesi, on yıllık Demokrat Parti iktidarının askeri darbe ile ve idamlar ile sonlandırılması, kurulan geçici hükümetler,1971 Muhtırası gibi olaylarda bu beşli çetenin desteği ile hep birinci derecede etkili olmuştur.
            12 Eylül 1980 den sonraki dönemde Anaatan Partisi ve Turgut Özal liderliğinde ordu ile birlikte, basın, sermaye ve bürokrasinin ve hatta yüksek yargının açık ve sert muhalefetine rağmen önemli ölçüde bir değişim başlatılmıştır. Turgut Özal bu kontrol dışı yaptıklarının bedelini ise hayatı ile ödemiştir. Türkiye’de milli uyanışın farkına varan emperyalist batı dini cemaatler üzerindeki çalışmalara ağırlık vermiş, bir yandan da ulusalcılık adı altında Osmanlı düşmanlığı ve Kemalizmi farklı versiyonları ile kitlelere enjekte ederek milletin birlik ve bütünlüğünü bozma faaliyetlerine devam etmiştir.
            Düşman o kadar ustaca propaganda yapmaktadır ki hedefe koyduğu isimleri çok kısa zamanda yıpratmakta, etrafını boşaltmakta, devreye soktuğu yeni plan ve projeler ve zaman zaman açığa çıkarmak zorunda kaldığı  kripto ajanları  ile yeni krizlerin ve yeni kaosların zeminini hazırlamakta zorlanmamaktadır. Turgut Özal’ın ölümünden sonra yaşanan süreçte bu millet türlü ekonomik ve siyasi saldırılarla karşılaşmış, içte beşli çete dediğimiz dinamik güçler var güçleri ile milli iradeye saldırmaya devam etmiştir. Ancak tüm bu taktik ve stratejik çalışmalara rağmen Recep Tayyip Erdoğan devletin zirvesini ele geçirmiş ve bu beşli çeteye karşı mücadelesini sürdürmüştür. Bu mücadele sonunda içeride ordu, basın, sermaye, yüksek yargı ve bürokrasinin gücü büyük ölçüde kırılmış sadece kripto unsurlar kalmıştır. Baş koordinatör olarak yalnızlık yaşayan CHP ye ise takviye kuvvet olarak önce MHP dahil edilmek istenmiş ise de oyunun farkına varan Devlet Bahçeli, Recep Tayyip Erdoğan’ın da takviyesi ile partiyi onlara teslim etmemiştir. Fakat parti içinden yıllar içinde devşirilmiş ve ince ayar verilmiş Kemalist, cumhuriyetçi, laik, batılı değerler ile formatlanmış bir gurup Meral Akşener’in liderliğinde koparılmış ve CHP  ye teslim edilmiştir. Öte yandan CHP ve yandaşlarının yıllardır Sivas olaylarının baş faili diye lanetledikleri Temel Karamollaoğlu adındaki ajan da açığa çıkmış, o da emrindeki bir avuç mankurt ile bu kervana dahil edilmiştir. Ve devamında PKK kontrolündeki legal parti görünümündeki faşist ve marksist  HDP de bu oluşturulmuş cepheye dahil edilmiş ve bu dört farklı siyasi yapı CHP koordinatörlüğünde mahalli seçimlere girmiştir. Durum vahimdir, mutlaka devletin tek adam sultasından kurtulması, istikrarlı ortamdan çıkması ve kaosa sürüklenmesi gerekmektedir. Çünkü Türkiye kuruluşundan sonra ilk defa bu kadar dik durmakta, kontrol dışı hareket etmekte, uzak doğuda, Amerika ve Afrika kıtasında ve tabii öncelikle dünyanın kalbi ortadoğuda emperyalizmin yazdığı senaryoların figüranı olmayı reddetmektedir. Siyasi, ekonomik ve askeri olarak dünyanın egemen güçlerine karşı farklı alternatifler ve dengeler peşindedir. Siyasi, ekonomik ve askeri bağımsızlığını sağlamak yolunda projeler üretmekte ve uygulamaya koymaktadır. Artık Taksim Gezi olaylarında, 17-25 aralık sürecinde, 15 Temmuzda, döviz oyunları ile başarılamayan operasyon mahalli seçimler ile sonuçlandırılmalıdır. Bunun için CHP nin koordinatörlüğünde sermaye gurubu olarak TUSİAD, yazılı ve görsel basında FOX tv, HALK tv, gibi birkaç televizyon kanalı, düşük tirajlı birkaç gazete ve yüksek yargıda açığa çıkmamış kripto hücreler bunların hepsi kullanılarak bir plan yapılmıştır. Bir yıl evvelinden AK parti içine bir kısım ajanlar üye olarak sızdırılmış, bunlar sandık kurullarında göre almışlardır. YSK daki unsurların devreye girmesi ile sandık başkanları yasal olmayan biçimde belirlenmiştir. Gaye şudur; İstanbul ve Ankara olmak üzere olabildiğince  büyük şehirleri almak, muhalefet cephesinin aldığı oy oranını yüzde elli üzerine çıkarmak. Bu olağan yollardan mümkün olmayacaksa bile sayım sonuçları tutanağa geçirilirken, bu tutanaklar birleştirilirken ve birleştirilmiş tutanaklar sisteme girilirken yapılabilecek her suistimali yapmak ve bu sonucu ne pahasına olursa olsun almak. Bu sonucu aldıktan sonra da ülkeyi erken seçime ya da kaosa sürüklemek. Tabii yedekte bekleyen dış güçler, var gücü ile mevcut iktidara karşı tüm varlığı ile sekiz koldan beslediği muhalefetin başarısı için elinden gelen her türlü çabayı göstermektedir.  Şimdilerde yaşadığımız süreç işte bu operasyonun sonucudur. Umarız ve dileriz bu süreç neyle sonuçlanırsa sonuçlansın kaos ve karışıklık en istemediğimiz şeydir.
            Bu sürecin sonunda çok ilginç bir FETÖ şifreleri ile seçimin 17. Gününde, saat:17.17 de, ve bazı başkaca 17 ler de yan yana getirilerek İstanbul’da da mazbata CHP adayına verilmiştir. CHP ve müttefikleri ile birlikte Türkiye’nin düşmanları sevinmiş dostları ise üzülmüştür. Aslında bu mahalli seçimlerin sıradan sonuçları olmalıdır. Halkın tercihleri öne çıkmalıdır. Seçimlerde irade nasıl tecelli ediyorsa buna şapka çıkarmak lazımdır. Ancak baştan beri de işaret ettiğimiz gibi Türkiye’de seçimler Avrupa ve Amerika’da olduğu gibi sıradan seçimler olmamaktadır. Türkiye batı nazarında edilgen bir güç olarak görülmektedir. Emperyalist batı seçim sonuçlarını etkileyerek hakimiyetini sürdürmek istemektedir. Seçimler kurguladığı ve beklediği gibi sonuçlanmadığında ise askeri darbeler veya sivil karışıklıklar ve sonrasında da askeri müdahale ve işgal sırada beklemektedir. Nitekim Irak, Libya, Suriye, Mısır, Sudan, Cezayir, Somali, bunun en son örnekleridir. Ancak bu büyük resmi görmeyen ya da göremeyen, sureti haktan görünüp te bu algı operasyonlarına kapılarak CHP liderliğindeki ihanet operasyonuna alet olan saf, salak, gafil ve densizlere yazıklar olsun. Dirayetsiz, basiretsiz ve kifayetsizlere yazıklar olsun. Fikir fukaralarına yazıklar olsun. Ve bu büyük resme göre krizi yönetemeyen, bunu bir türlü beceremeyen ve yanı başlarındaki yoldaş sandıkları hainlerin oyun ve tuzaklarına kapılan iradeye de bu büyük bir ders olsun. Ancak savaş bitmedi, kavga bitmedi, mücadele bitmedi bitmeyecek. Bizi Ergenekon’dan Anadolu’ya, devamında Avrupa’ya ya, Romaya, Viyana’ya yönelten kızıl elma, NİZAM-I ALEM davamıza sahip çıktığımız sürece düşman topuyla tüfeğiyle, her türlü hain ve işbirlikçilerini de yedeğine alarak bize saldırmaya devam edecektir. Pes edecek miyiz? Elbette pes etmeyeceğiz. Bu mahalli seçimler sıradan seçimler ve sonuçlar olarak kalmayacak, üç büyük şehrin yanında Antalya, Adana, Mersin gibi büyükşehirlerin de kaybı sonrasında şer ittifakı oluşturacağı kaos sonrasında erken genel seçim isteyecek. Dolayısı ile genel seçimlerin öncesi ve sonrası kaos plan ve senaryoları ile geçecektir. Ülkemizi, devletimizi ve milletimizi zor günler bekliyor, görüyor ve biliyoruz. Ancak şunu da biliyoruz ki bu aziz milletin kolay bir zamanı ve hayatı olmadı ki. Kolayı tercih eden unsurlarımız Bulgar oldular, Macar oldular, rahatı buldular. Fakat biz aslımızdan, Türklüğümüzden, İslamlığımızdan asla kopmadan ve uzaklaşmadan son nefesimize kadar, kanımızın son damlasına kadar Allah’ın askerleri olmaya bu yolda kan vermeye, can vermeye devam edeceğiz.

3 Nisan 2019 Çarşamba

SABAHATTİN ALİ KİMDİR

Sabahattin Ali dendiğinde nedense Sinop Cezaevi akla gelir, onun yaşadığı hapishane günleri ve öldürülmesi akla gelir. Ama kimse Sabahattin Ali'nin ne zaman doğduğunu ne zaman öldüğünü ve hatta nasıl öldüğünü de bilmez ve belki de baskıcı devlet ve devletin muhafazakar yapısı akla gelmektedir. Aşağıda Sabahattin Ali'nin kısa hayat hikayesini, bulacaksınız. Ve yazdığı bestelenmiş şiirlerini. Tabii meraklısı daha geniş araştırabilir. Ancak işin özeti şudur özellikle büyük harflerle yazıyorum. SABAHATTİN ALİ CUMHURİYET HALK PARTİSİNİN VE İSMET İNÖNÜ'NÜN GAZABINA VE ZULMÜNE UĞRAMIŞ KATİLİ CUMHURİYET HALK PARTİSİ VE İSMET İNÖNÜ OLAN BİR KALEM ERBABIDIR. Buyrun efendim. İşte hayat hikayesi:
25 Şubat 1907'de Edirne Vilayeti'nin Gümülcine Sancağı'na bağlı Eğridere kazasında doğdu. Babası piyade yüzbaşısı (Cihangirli) Selahattin Ali Bey'in görev yerlerinin sık sık değişmesi dolayısıyla, ilköğrenimini İstanbul, Çanakkale ve Edremit'in çeşitli okullarında tamamladı. 1921'de Edremit'e göçtüklerinde bölge Yunan işgalinde olduğu için emekli olan babası aylığını alamadı ve aile çok zor günler geçirdi. İlkokulu bitirdikten sonra parasız yatılı olarak Balıkesir Öğretmen Okulu'na girdi ve beş yıl burada okudu. 1926 yılındaİstanbul Öğretmen Okulu'nda mezun oldu. Bir yıl kadar Yozgat'ta ilkokul öğretmenliği yaptı, Millî Eğitim Bakanlığı'nın açtığı sınavı kazanarak Almanya'ya giderek iki yıl (1928-1930) orada okudu. Yurda döndükten sonra, Orhaneli’nde ilkokul öğretmenliğine atandı. Aydın ve sonra Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yaptı.
1932 yılında Konya'da bulunduğu sırada, bir arkadaş toplantısında Atatürk'ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklandı. Bir yıla mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yattı, 1933 yılında Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne kavuştu. Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara'ya gitti ve Millî Eğitim Bakanlığı'na başvurarak yeniden göreve alınmasını istedi. Dönemin bakanı Hikmet Bayur'un "eski düşüncelerinden vazgeçtiğini ispat etmesini" istemesi üzerine 15 Ocak 1934 tarihinde Varlık dergisinde "Benim Aşkım" adlı şiirini yayımlayarak Atatürk'e bağlılığını göstermeye çalıştı. Aynı yıl Bakanlık Neşriyat Müdürlüğü'ne alınmış, Ankara II. Ortaokul'da öğretmenlik yapmıştır. 16 Mayıs 1935 günü Aliye Hanım ile evlenip, 1936'da askere alınmıştır. 1937 Eylülünde kızı Filiz Alidünyaya gelmiştir. Yedek Subay olarak askerliğini Eskişehir'de tamamlamış, 10 Aralık 1938'de Musiki Muallim Mektebi'nde Türkçe öğretmeni olarak göreve başlamıştır. 1940 yılında tekrar askere alınıp, askerliğini yaptıktan sonra 1941-1945 yılları arası Ankara Devlet Konservatuarı'nda Almanca öğretmenliği yapmıştır.
"İçimizdeki Şeytan" romanı milliyetçi kesimde büyük tepki topladı. Nihal Atsız'ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık dava açtı, dava sırasında çok sıkıntı çekti. 1944 yılında davayı kazanmasına rağmen tepkilerden kurtulamadı. Olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça görevinden alındı, 1945 yılında İstanbul'a giderek gazetecilik yapmaya başladı. Ancak fıkra yazdığı La Turquie ve Yeni Dünya gazeteleri, Tan olayları sırasında tahrip edilince işsiz kaldı, 1946 - 1947 yılları arası Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'la Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal mizah dergilerini çıkardı. Ancak, bu gazeteler tek parti iktidarının baskılarıyla karşılaştı, dergilerin isimlerindeki Paşa ifadesiyle "Milli Şef" İsmet Paşa ile alay edildiği iddiası ile kapatıldı, yazılar ve yazarları hakkında kovuşturmalar açıldı. Dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yattı ve karşılaştığı baskılardan bunaldı. Ali Baba dergisinde yayımladığı "Ne Zor Şeymiş" başlıklı yazıda, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmaktadır: "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi".
Bir başka dava nedeni ile 1948'de Paşakapısı Cezaevi'nde üç ay yattı. Çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başladı, işsiz kalıp, yazacak yer bulamadı. Baskılardan uzaklaşmak için yurt dışına gitmeye karar verdi ancak kendisine pasaport verilmedi. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı bulamayınca da Bulgaristan'a kaçmaya karar verdi ve para karşılığı Ali Ertekin adlı bir kaçakçıyla anlaştı. Ordudan atılmış olan bir astsubay olan Ertekin, geçimini yurt dışına adam kaçırmakla sağlamakta, öte yandan Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti adına ajanlık yapmaktaydı. Resmi açıklamalara göre Ertekin, "milli hislerini tahrik ettiği için" Sabahattin Ali'yi başına sopa vurarak öldürdü. Cesedin 2 Nisan 1948 tarihindeBulgaristan sınırında şaibeli bir şekilde bulunmasından sonra, 28 Aralık 1948'de tutuklanan Ertekin, Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandı. Yaptırımı 18-24 yıl olan adam öldürme suçundan, 15 Ekim 1950'de "milli hisleri tahrik" gerekçesiyle cezası indirilerek 4 yıla hüküm giydi.[1] Ancak yazarın yakın çevresi ise Sabahattin Ali'nin Kırklareli'de Milli Emniyet tarafından sorgulanırken işkence sonucu öldüğü ve Ertekin'in paravan olarak kullanıldığını iddia etse de bu hiçbir zaman kanıtlanamadı.[1] Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf eden ve Milli Emniyet mensubu olduğu iddia edilen Ali Ertekin, dört yıla hüküm giymiş; fakat birkaç hafta sonra çıkartılan aftan yararlanarak serbest kalmıştır.[2]
Bulgaristan’ın Eğridere (Ardino) kentinde, Sabahattin Ali’nin 100. doğum yılı kutlandı. 31 Mart 2007 günü gerçekleşen toplantıya, başta Bulgaristan Yazarlar Birliği Başkanı olmak üzere Sofya ve Bulgaristan’ın çeşitli kentlerinden Türk ve Bulgar yazarlar, şairler, okurlar ve Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali katıldı. Bütün eserleri 1950'li yıllardan beri Bulgaristan’daki tüm okullarda okutulduğundan, Sabahattin Ali bu ülkede çok tanınan bir yazardır.
Bestelenen şiirleri
"Hapishane Şarkısı V" (Aldırma Gönül - Kerem Güney, Edip Akbayram)
"Eşkiya Dünyaya" (Zülfü Livaneli)
"Leylim Ley" (Zülfü Livaneli)
"Hapishane Şarkısı I" (Göklerde Kartal Gibiydim / Nazlı Yarim - Deniz Akyürek)
"Hapishane Şarkısı II" (Bir Yürek Kaldı Avucumunda) (Grup Çağrı) [3]
"Hapishane Şarkısı III" (Geçmiyor Günler - Ahmet Kaya)
"Çocuklar Gibi" (Sezen Aksu - Mustafa Kaya)
"Kız Kaçıran" (Ahmet Kaya)
"Kara Yazı" (Ahmet Kaya)
"Melankoli" (Ali Kocatepe, Nükhet Duru)
"Eskisi Gibi" (Ben Yine Sana Vurgunum - Ali Kocatepe, Nükhet Duru)
"Dağlar" (Benim Meskenim Dağlardır - Sadık Gürbüz, Dağlardır Dağlar - Sezen Aksu)
"Göklerde Kartal Gibiydim" - Grup Çağrı, Volkan Konak
"Geçmiyor Günler" - Ahmet Kaya

“OSMANLI VE TÜRKLER BAŞLIKLI YAZI VE DEVAMINDA CEVAPLARIMIZ”

OSMANLI VE TÜRKLER
5 yıl önce yazmıştık,onbinler paylaşmış, milyonlar okumuştu;
Gerçekte iki farklı Osmanlı vardı.
Halifeliğe kadar olan Osmanlı, namı-ı diğer Türk İmparatorluğu ile Halifelikten sonra Araplaşan İmparatorluğumuz…
Ve Araplaştıkça daha çok batan koca İmparatorluğumuz…
Aslında Türkler için her şey güzel gidiyordu ta ki Halifelik sevdasına düşülene kadar…
O günkü şartlarda Halifeliği olmazsa olmaz gören Yavuz Sultan Selim ile akıl hocası Şeyh İdris-i Bitlis-i ve diğerleri Memlüklülerin elinden Abbasi halifeliğini almak için Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını tertip ederler, bu savaşların sonunda, kılıç zoruyla artık halifelik Türklerindir.
(1517) Ama çok büyük bir sorun çıkar, çünkü Arap dünyası halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler.
 İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.
Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarında seçilecek iki bin civarında ulemanın, mollanın, Ebu Suud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmelerini sağlayarak imparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir değişle Türk İslam’ı terk edilerek, Arap İslam’ına doğru evrilmesini, dönüştürülmesini sağlamak konusunda anlaşırlar.
 Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu gibi” Türk kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!” “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.
 (Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm!” “Türkmen’im!” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.)
Maalesef Osmanlının son 350 yılı ilk 250 yılın aksine Türklere zulümle geçer, sıkı bir Arap tandanslı mezhepçilik kurulur, 1603 yılına gelindiğinde artık Ehli Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır kapatılır, yerine Halid-i Nakşi Kürt-i Tekkeleri kurulur.
 Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir, 1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)
 Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilir…
 Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve en ön safta savaştırılır, kırdırılır, ganimeti bile toplatmazlar…
 Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…
 Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak içinde Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.
 Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlardır, Halaçlardır, Mukri, Bayat, Beğdili, Evya, Yıvadır…
 Buna tarihimizde “Ekrad Türkmanlar” denir…
 Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı İran’a gider. (Bugün dünyanın en büyük Türk nüfusunun yaşadığı başkent Tahran’dır…)
 Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak Kürt sorunu ve Alevilik bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.
 Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir artık ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir.
 Çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmıştır, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
 Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler… Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı ıskalatırlar, Rönesans’ı İngiltere kapar… (Matbaa Osmanlı’ya ilk kez 1480’de Yahudiler ile gelir, sonra 1527’de Ermeniler matbaaya kavuşur ve 1563’te ise Rumların matbaası vardır. Bu meşhur mollalarımız her seferinde yeni bir fetva ile bizimkilerin matbaaya kavuşmasını engellerler, ta ki Batı Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani 240 yıl sonra 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile matbaaya kavuşuruz ama bilgiye sahip olmak için çok geçtir artık…)
 11 Eylül 1683
 Şimdi açıkça şu soru sorulmalıdır; 1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan bir ‘’Türk imparatorluğu’’ Osmanlı varken; neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?!… (Osmanlı bu dönem; 1683 Viyana Bozgunu’ndan, 1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşı’na kadar tüm savaşları kaybetmiştir.)
 Acaba; Halifelik ve akabinde yürütülen Türk düşmanı, Arap tipi-mezhepçi politikalara dönülmeseydi koca bir imparatorluk batar mıydı?
 Ve yine; Mevlanaların, Yunus Emrelerin, Hacı Bektaşilerin, Seyit Gazilerin, Ahmet Yesevilerin… İslam’ı, İslam değil miydi?
 Osmanlıyı kuran Şeyh Edebalilerin İslam’ı, Akşemseddinlerin İslam’ı İslam değil miydi de Ebu Suudlara teslim edip batırdık koca İmparatorluğu…!
 Bugün de aynı sürecin devam etmesi tarihten hiç ders almadığımızı göstermektedir.
 Pir-i Türkistanlı Ahmet Yesevi der ki: “Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”
 İşte bu yüzden ‘’Arap sevici mezhepçi” değil “Cumhuriyetçiyiz!”


YUKARIDAKİ YAZIYA CEVAP OLARAK YAZILMIŞTIR AŞAĞIDAKİ YAZI


Beş yıl önce yazmış milyonlar okumuş ise ya kimse anlamamış ya da onaylamamış demektir. İki farklı Osmanlı yoktur asla, Osmanlı ruhunu anlamayan anlayamayan böyle bir kanaate kapılabilir. Osmanlı Türkün nizamı alem  davasının kadrolaşmış yapısıdır hatası ve sevabı ile.
Halifelik sevdasına düşmeyi hilafete sahip çıkmayı engellemeye yönelik söylemler bunlar.
Fatih sultan Mehmet bizansı fethetti hilafetten sonra ve doğu Roma imparatoru ünvanını aldı ve ortadoksların da padişahı oldu. Eğer batı Romayı da fethetmeye gücü yetseydi batı roma imparatoru ünvanını da alacaktı. Vatikanı da alsa idi tıpkı Fener patrikhanesi gibi vatikan da Osmanlı himayesine girecek ve Osmanlı katolik dünyasının da başı ve hamisi olacaktı. Dolayısı ile nizamı alemin kapıları açılacaktı. Osmanlı bir dünya devleti haline gelecekti. Ancak bunu et kafalar, ot kafalar ve tabii b..k kafalar asla anlayamaz.
Türk Arabı da Arap olmayanı da kısaca islam olanı da insan olanı da sevmiş, değer vermiş ve bağrına basmıştır. Bundan doğal bir şey olamaz. İslamın düsturu ve ölçüsü de budur. Küfür ehli yani batı ajanı güçler islam dünyasında ve Türkiye’de iki düşmanlığa alt yapı hazırlamaya çalışmıştır: Türkiyede arap düşmanlığı ve Arap dünyasında Türk düşmanlığı, hıristiyan dünyasında ise terör öne sürülerek islam ve Müslüman düşmanlığı da bunun  devamında gelmiştir.
Halifelik sevdası diye bir şey olmaz halifelik davası ve gücü  vardır ve böyle bir güç varsa bu elbette Türkün olmalıdır.
Hilafetin alınmasından sonra anlatılanlar tamamen şehir efsanesi gibidir. Ancak din ile ilgili islamın ilk yıllarından itibaren farklı görüşler elbette olmuştur, hilafet bize geçtikten sonra da bu devam etmiştir. Arap Müslümanlığı ya da Türk müslümanlığı söylemleri tek kelime ile şeytanca söylemlerdir.
Bir devletin çok dinli ve uluslu imparatorluk haline gelmesinin yolu ırkçı söylemlerden uzak durmaktır. O bakımdan Osmanlı hiç bir ırkı yüceltmemiş, Türk kelimesini de yasaklamamış ancak bugünkü zındıklar ve salaklar veya hainler gibi Türkçü ve İslamcı bir profil de ortaya özellikle koymamıştır. Osmanlıyı tasfiye eden sürecin kaynağında da iki akım etkili olmuştur: TÜRKÇÜLÜK VE İSLAMCILIK
Örneğin Amerika’da Amerikalı olmak mefhumu yerine İngiliz milliyetçiliğini dayatırsanız bu süper güç üç günde dağılır gider. Rusya Federasyonu elli milyona yakın müslümanı sınırları içinde barındırmakta ve İslam Konferansı örgütüne üyelik talebinde bulunmuş bir devlettir. Sadece Rus ortadoksluğu ve milliyetçiliği üzerine kurarsa sistemini o da üç günde çöker gider.  Osmanlı bütün din ve milletleri Osmanlılık adı altında toplamıştır. Doğru da yapmıştır. 600 yıl yaşayan Osmanlıyı bugün yüz yaşına bile girmeden nezle grip ötesinde türlü kanserlerle savaşmak zorunda kalan Türkiye’nin cüce penceresinden bakarak değerlendirmek ve aşağılamak  salaklık ve kifayetsizlik değilse hainliktir. Kızılbaşların aşağılanması diye bir şey asla yoktur. Ancak Pir sultan da dahil olmak üzere bir kısım alevi insanlarımız Şah İsmail sonrasında tutturmuşlar bir ŞAH türküsü, devlete ihanet kayığına binmişler, bugün Kürtlerin ajite edildiği gibi o gün de dış güçler alevileri bugün  olduğu gibi ajite etmiş ve ihanete yöneltmiştir. Hainin dini ve ırkı olmaz. Devlet eğer varsa her türlü hainin başını alır. Bugün PKK ya karşı yaptığı gibi. Osmanlı hainin başını almıştır. Türkmenim diyenin değil.
Ehlibeyt Türk tekke diye bir kavram ilk defa burada duyuyorum ben. Bu yazıyı kaleme alan geri zekalı bugünkü THKPC nin cem evlerindeki yapılanmasını görmüyor mu? İhanet camide de olsa cem evinde de olsa ihanettir. Devlet tedbirini alacaktır ve almıştır da. Bugün de almalıdır. Terör yuvası haline gelen cem evi varsa elbette kapatılmalıdır. Ehli beytin yasını tutan da değerini bilen de Osmanlıdır. Bu saçma satırların yazarı değil.
Yeniçeriler devşirme sipahi ocakları Türk’tür. Ancak bunlar arasında böyle bir ayırımı sadece hainler yapar.
Osmanlının hiçbir topluluğa bu arada Türklere zulmü iddiası alçakça bir iftiradır.  Bu mantıkla bakarsak cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yapılan baskı zulüm ve kıyımları devlete mi fatura etmeliyiz? Bu değişik dönemlerde başa gelen basiretsiz, çapsız ve  hain ve zalim idarecilerin zulümleridir.
Osmanlının matbaaya geç kavuştuğu rönesansı ıskaladığı gibi tesbitler de doğru değildir. Osmanlının ekonomik zafiyete düşmesinin gerisinde teknolojinin gerisinde kalması değil;
Batının sömürgeci olması Osmanlının emperyalist olmaması,
Afrika’daki emek gücünün esir ticareti yoluyla Avrupa ve Amerika’ya taşınması, emperyalist batının kolonyalist sömürgeci politikası ile Afrika ve Asya’daki ve hatta devamında Amerika’daki pek çok devleti sömürgeleştirmesi,
Afrika Asya ve Amerika’daki kıymetli madenlerin yüzlerce yıldır –bugün bile- sömürülmeye devam edilmesi gibi nedenlerdir.
Osmanlı asla sömürgeci ve emperyalist olmadığı için batının gerisinde kalmıştır. Bir de savaşı ve mücadeleyi emperyalist batı gibi alçakça ve kalleşçe yürütmeyi inancı ve yapısı icabı başaramadığı için geride kalmıştır.
Bu alçak adam son sözünde gerçek niyet ve düşüncesini ortaya koymuştur.:
CUMHURİYETÇİ OLMAK.
Türkçü değilsin, İslamcı değilsin, Turancı değilsin, kızıl elman yok, sadece cumhuriyetçisin. Cumhuriyetin dünya üzerinde islam cumhuriyetinden sosyalist cumhuriyete despotik cumhuriyetten federal cumhuriyete çok farklı versiyonları varken sözleri yuvarlayıp yuvarlayıp  cumhuriyetçilik ile noktayı koyması çapsızlığının ufuksuzluğunun geldiği noktayı göstermektedir. Bugün dünyanın en güçlü devletlerinin  federal devletler veya krallık ve imparatorluklar olduğunu göremeyen gözler kördür.(Rusya federasyonu, Federal almanya, Britanya imparatorluğu, Amerika, İsveç, Japonya vs.)
Bu çerçevede;
“Pir-i Türkistanlı Ahmet Yesevi der ki: “Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”
İşte bu yüzden ‘’Arap sevici mezhepçi” değil “Cumhuriyetçiyiz!””
Demek ve böyle bir hükümle:
“Arap sevici mezhepçi” değil “Cumhuriyetçiyiz!”
Demek aptalca bir söylemdir. Ya da ihanettir. Arap sevici olmadan mezhepçi olmadan İslam ve müslüman olunabilir ve bunun karşılığı cumhuriyetçilik değildir. Ve cumhuriyetçilik dini bir tercih olmadığı gibi burada dini bir tercih ve seçim gibi sunulmaktadır. Ve bu yaklaşımın zerrece bilimsel ya da akli veya milli veya dini bir değeri yoktur ve olamaz.