Toplumun bir kesiminde marjinal olmak, toplum çoğunluğundan
farklı olmak gibi bir takıntı olduğunu görüyorum. Dolayısı ile bu tip kişilikteki düşünce
sahipleri toplum çoğunluğunu avam,
kendilerini ise elit yerine koyuyor ve kendilerini böyle bir algı ile
avutuyorlar. Bu düşünce ve takıntı ile
kendilerine özel alanlar oluşturuyorlar, özel barlar, kafeler, ya da bazı
örgütsel yapılar içinde kendilerini toplumdan soyutlamayı tercih ediyorlar.
İşin asıl trajik tarafı kendilerini toplumdan soyutlayan bu
bir avuç marjinal entelektüel
taslaklarının yegane ilgi alanları
yine kendilerini soyutladıkları toplum oluyor. Toplumun hastalıkları ile yatıp, yanlışları
ile kalkıyorlar. Her türlü teşhis, tedbir, tenkit ve tahlilleri içinde
yaşamadıkları toplum ile ilgili oluyor. Daha doğrusu kendilerini soyutladıkları
kesim ile ilgili oluyor.
Bu bir türlü anlayamadığımız nevi şahsına münhasır
dediğimiz cinsten entel dantel kesim özellikle Osmanlının son dönemlerinde yani
gerileme döneminde Avrupa’ya gidip orada kısmen yaşamış, kısmen tahsil yapmış
kesimin çoğalması ile toplumda daha geniş bir alan içinde yer almaya
başlamıştır. Yer almanın ötesinde adeta Osmanlıdan alınmış ve tersine çevrilmiş
bir model ile Avrupa’nın yeniçeri ocağı ve enderununda yetiştirilmiş devşirme
kadrolar, marjinal olmakla kalmadılar, örgütlenerek Osmanlı saltanatı üzerinde
oyunlar oynamaya ve tasarrufta bulunmaya başladılar. Bu devşirme kadrolar
ittihat(birleşme) ve terakki (gelişme-ilerleme) cemiyeti etrafında toplanarak
batılı güçlerin kendilerine dikte ettiği senaryoyu sahneye koydular ve
neticeten Osmanlı İmparatorluğu iki meşrutiyet hareketi, Sultan Abdülaziz’in
vahşice şehid edilmesi ve Sultan Abdülhamit’in
tahttan indirilmesinden sonra idareyi tamamen ellerine alarak önce
imparatorluğu birinci dünya harbine soktular ve sonra da darmadağın ettiler.
Batılı güçler Osmanlı İmparatorluğu’nun üç kıtaya salan gövdesini aç sırtlanlar
gibi saldırarak parça parça ettiler, talan ettiler. Tutanın elinde kaldı. Öyle
ki hiçbir tarihi ve kültürel bağ ve birliktelikleri olmadığı halde Kuzey Afrika
İtalyanların, Mısır’dan itibaren bir kısım Arap coğrafyası aslan payı olarak
İngilizlerin, Suriye ve Lübnan bölgesi ise Fransızların elinde kaldı. Doğumuzda
ise Karadeniz’in tek ova sahili Batum elimizden alındı, batıda Batı Trakya
Yunanistan elinde kaldı. Yüzlerce yıldır Osmanlı toprağı olan Ege adaları da
elimizden alındı. Adeta bir komedi gibi dünkü vilayetimiz Selaniğin çocukları
ile çelik çomak oyunu gibi bir savaş yaptırılarak sözüm ona Anadolu
coğrafyasını Yunanlılardan kurtarmışız gibi Anadolu’da bir sömürge valiliği
kurdurdular. Adına da TÜRKİYE CUMHURİYETİ
dendi. Ancak, Yunan ile bir çelik
çomak savaşından bir dünya destan çıkarılırken, Anadoluyu işgal etmiş Fransız
ve İngiliz ve İtalyanlar ile kaç cephede kaç savaş yaptığımız ya da savaş
yapmadı isek bu asıl işgalci güçlerin neden Anadoluyu Yunan işgali de sürmekte
iken kuzu kuzu terk ettikleri ve Lozan Anlaşması Meclisten onaylanana kadar
neden İngiliz savaş gemilerinin İstanbul’u terk etmediği asla sorgulanmadı.
İşte cumhuriyet te bu marjinal bir kadronun kurduğu bir
yapıdır. Çoğunluğa dayanmadığı için batılı değerlerin yüceltilmesi ve Osmanlı
ve imparatorluk düşüncesinin tasfiye edilmesi karşılığında emperyalist batının
desteği alınarak millete karşı başlatılan sindirme, çözme ve dejenere etme
mücadelesi kesin sonuç vermedi ve millet 1950 de ezici çoğunluğu ile bu
marjinal kadroyu iktidardan uzaklaştırdı. Ancak henüz savaş bitmemişti. Kenarda
köşede bir avuç azınlık olarak yaşamakta iken iktidarın nimetleri ile sarhoş
olan bu kadro sistemin sigorta kurumları olan basın, bürokrasi, üniversite,
yargı ve orduyu devreye sokarak milli iradenin iktidar yaptığı çoğunluğun temsilcileri bir ihtilal ile
iktidardan indirildi ve bir başbakan ve iki bakan idam edildi. Anayasa
kaldırıldı, yeniden yazıldı. Ordudaki milli kadrolar tasfiye edildi, keza
üniversitelere girmiş bir kısım marjinal olmayan kadrolar tasfiye edildi. Milli irade sindirildi ya da sindirilmek
istendi.
Aradan geçen on yıllık süreç sonunda yeniden milletin toparlanmasına fırsat
verilmeden bu defa demokrat parti sonrası siyaseten parçalanan milli irade de
iktidarı zorlayınca yeni bir muhtıra ve operasyon ile yine marjinaller duruma vaziyet etti. Bu marjinaller topluluğu
asla çoğunluğa hakim olamayacaklarından üniversite gençliği ve işçi
toplulukları içinde marjinal gurupları ajite ederek ve devşirerek kendi
istekleri ve çizdikleri senaryo doğrultusunda millet çoğunluğunu sindirmek,
ürkütmek, korkutmak ve kendi sistemlerine razı etmek istediler. Osmanlı’nın çöküşüne kadar sokaklara “şeriat isteriz” diye yine bir avuç
marjinal insanı salarak karışıklık çıkarıp amaçlarına ulaşmak isteyenler
cumhuriyetten sonra ise yine bir gurup marjinal işçi ve öğrenciyi sokağa
sürerek milli iradeyi baskılamak istiyordu. Sokaktaki kargaşa ordu tarafından
doğru algılanıyor “size demokrasi çok geliyor” mantığı ile ordu yönetime
ağırlığını koyuyordu. Cumhuriyetin
kuruluşundan sonra daha dün hükmettiğimiz coğrafya düşman ilan edilerek dört
yanımız düşman gerekçesi ile askeri harcamalar kontrolsüz şekilde artırılmış,
bir avuç subayın eline devlet bütçesinin yarısı savunma bütçesi diye verilmiş,
onlar da eskimiş silahları hurdaya
çıkarıp sürekli yeni silahlar alarak bu alışverişin komisyonları ve ordu
içi harcamaların komisyonları ile adeta bir trilyoner generaller topluluğu
oluşmuştur. Ordu komutanı iken bekçisi
oldukları bir avuç zenginin emeklilik sonrası da şirketlerinin yönetim kurullarında
görev yapmak sureti ile bekçiliğini yaptıkları sermayeden bu bekçiliğin
bedelini tahsil eden emekli generaller
ülkeyi sivil ve askeri cunta işbirliği ile yönetir hale gelmişlerdir.
Derinlerde oluşturulan bir derin devlet gücü ile olmadık
senaryolar yazan ve oynayan güçlerin
değişmeyen gayesi milli iradenin millete ve devlete hakim olmasına mani
olmak için her türlü oyun ve tezgahı kurmak
ve sonuçta düzenin istedikleri çizgide muhafazasını sağlamak olmuştur. Bu doğrultuda yine millet içindeki ve
dışındaki tüm marjinal güçler harekete geçirilerek ülke on iki eylül batağına
saplanmıştır. Marjinallik, marjinal yaşam her alanda ülke kaderine hükmeder
hale gelmiştir. Öyle ki örneğin ümmet çok kalabalıktır ancak ümmet içindeki
marjinal guruplar sanki ümmetin temsilcisi gibi her alanda boy göstermektedir.
Ordumuz bir milyona yakın asker sayısına ulaşmışken bir avuç marjinal gurup tüm
orduya hakim görünmektedir. Kısaca millete rağmen bir avuç marjinal insan
milletin kaderine ipotek koymuş ve hükmetmeye devam etmek istemektedir.
Bu azınlığın
çoğunluğa hükmetme isteği ve oluşturulan fiilin durum sadece Türkiye’de değil
dünyada da aynıdır. Dünyayı bir avuç
marjinal zengin idare etmektedir aslında. Her türlü demokratik ses ve nüanslar
sadece ve sadece bir aksesuardır.
Dünyanın tüm zenginliğini ellerine almış bir avuç vampir ordusu dünya
insanlığının kanını emmektedir. Sistemin
adı ne olursa olsun beşeri sistemlerde paraya ve güce sahip olan ve organize
olmuş bir avuç elit bulundukları ülkeyi ama kapitalizm adına ama komünizm adına
hükmetmekte, idare etmektedir. Onların derlediği ve sözüm ona idealist fikir ve
duygularla devşirdikleri mankurtlar ordusu da onların hakimiyetlerinin sürmesi
için kanları ve canlarını ortaya koymakta, onların saltanatlarının sürmesi için
ellerinden gelen tüm çabayı sarf etmektedir.
Bu gerçek, devlerde ve sistemlerde olduğu gibi, siyasi
parti ve organizasyonlarda ve cemaatlerde de aynı şekilde yaşatılmakta,
milyonlara ulaşan sayıdaki siyasi parti, cemaat ya da tarikatlarda o milyonlara
ulaşan çoğunluk bir avuç azınlık
yönetici ve onların başında ki siyasi liderin, tarikat liderinin ya da şeyhinin
elinde sömürülmekte, kullanılmakta, sevk ve idare edilmektedir.
İnsanoğlunun yaradılışında bir teslim olma, bir yerlere
inanma bağlanma içgüdüsü vardır. Bu tarihin ilk devirlerinden bu yana böyle
olmuştur. İnsanlar tanrılarını bulamadıkları yerde, denize, havaya, suya,
ateşe, güneşe, aya, yıldızlara, hiç olmadığı taşlara, putlara, ağaçlara ve
hatta hayvanlara teslim olmuşlar, onlara taparak onlara kulluk ederek
içlerindeki bu teslim olma dürtüsünü
tatmin etmeye çalışmışlardır. Allah’ın gönderdiği peygamberler sık sık insanları en doğru yola davet etmişler
ise de şeytan boş durmamış yaradanın koyduğu kurallardan farklı şeytani kural
ve sistemler üzerinden insanoğlunun iradesini elinden almış onu Allah’ın davet
ettiği doğru yoldan çıkarmıştır.
Şeytanın varisleri ise dünyevi heveslerine ve nefislerine teslim olmuş, inançlı görünen veya
inançsız, veya beşeri sitemlerden
birisine angaje olmuş, sosyalist veya komünist veya faşist veya kapitalist veya
Siyonist veya içinde olduklarını iddia ettikleri dinler içinde kendilerine ait
oluşturdukları sahte ve sapık inanç sistemleri içine çekerek insanoğlunu kandıran, aldatan, sömüren,
istismar eden, aralarına önce fitne oluşturup sonra kendine kurtarıcı süsü
veren hain, alçak ve kan emici bir sınıftır.
İnsanoğlu iradesini, güçlendirebildiği, bilgi ve iman ile
varlığın ve kulluğun gerçek manasını kavrayabildiği, yaradan Allah’a teslim
olmanın nasıl olabileceğini çözebildiği ölçüde sahta liderlerin, sahte
şeyhlerin, sahte önderlerin ve külliyen şeytanın dünyadaki varislerinin
hakimiyet alanından çıkabilecektir. Bu konuda ise her kafadan farklı ses
çıkmakta, gerçek kurtuluşun herhangi bir kişiye ya da doğrudan ilahi kitaba
bağlı olduğu gibi çok farklı ve uçlarda görüşler ileri sürülerek kafalar
bulandırılmakta, aldatma ve istismar sürdürülmekte, insanoğlu bu cendereden
çıkamamaktadır.
Yukarıda ilk satırlardan itibaren açıklamaya çalıştığımız
olay bir kısa yazıya sığamayacak kadar uzun bir konu olmakla birlikte bu birkaç
sayfalık metin içinde kısa ve öz olarak olayı ana cümleler halinde ortaya
koymaya çalışacağız. İnsanoğlunun
öncelikle kendisi ile barışık bir halde olabilmesi ve sosyal bir varlık
olarak çevresindeki diğer insanlarla da sağlıklı bir ilişkiye girebilmesi ,
yarın ve ölüm korkusu olmadan var olabilmesi için olması gereken olmazsa olmaz başlıklarımızı aşağıda birer ya
da ikişer cümlelik maddeler halinde sıralayalım:
Din hayatımızın olmazsa olmaz gerçeğidir, insanoğlu mutlaka
bir dine inanmak ve o dinin kuralları içinde yaşamak zorundadır. Bir dine
inanmak insanı hayvanlardan ayıran en önemli artıdır.
İlk insan Hz.Adem Peygamberden bu yana pek çok ilahi ve
beşeri kaynaklı dinler ortaya çıkmış olmakla birlikte en son peygamber
Peygamberimiz Hz. Muhammed ve en son ilahi kitap Kur’an’dır.
İslam ve Müslümanlık en son ilahi ve beşeri hakikattir
ancak Kur’an ve doğruluğundan yüzde yüz emin olunan tartışılmaz hadisi şerifler
dışında iman, itikat ve ibadetlerimiz
ile ilgili mezhep, tarikat ya da başkaca her türlü kaynak dahil olmak üzere
tartışılamayacak hiçbir husus yoktur. Kur’an sahibi tarafından hiçbir mezhep ya
da tarikat ya da mürid ya da mürşide değil tüm insanlığa inmiştir. Allah
birdir, Kur’an birdir, ve ümmet birdir.
İnsanlar sadece Müslüman olanlar ve olmayanlar diye ayrılabilir. Bu hüküm
insanların bir mezhep ya da tarikat sahibi olmalarına mani değildir ancak İslam olmanın şartı bir mezhep
ya da tarikata uymak değil sadece ve sadece Allaha, kitabına ve elçisine iman
etmektir.
İnsanoğlunun kayıtsız ve şartsız hiçbir lidere, şeyhe, partiye veya topluluğa tabi olması
düşünülemez ve kabul edilemez. Dolayısı ile toplumdaki bazı kişileri kayıtsız
ve şartsız dini ya da dünyevi veya siyasi lidere tabi ve teslim olması kuran’a
göre şirk ile tarif edilmektedir.
İslam dini içinde olmayanlar İslam olanların her hal ve
şartta düşmanıdır diye bir kural da yoktur. Kur’ana göre Müslüman sadece
Kur’andaki islamı yaşamaya çalışır ve kur’andaki islamı İslam olmayanlara
tebliğ eder. Müslüman, Müslüman olmayanların Müslüman olmasından sorumlu
değildir. Onlara tebliğ görevidir ancak düşmanlık etmek diye bir şey sözkonusu
olamaz. Cihat ise müslüman olmayanların Müslümanlara saldırması halinde onlar bu saldırılarından vazgeçene kadar
müslümanın sürdürmesi gereken bir savaştır.
Müslümanın asıl büyük cihadı gerçek ve mükemmel Müslüman
olmak yolunda kendisi ve içindeki hayvan nefsi ile yapması gereken cihattır.
Müslüman bu cihadı yapmadığı için ne kendini, ne dünyasını ne de ahiretini
kurtaramamaktadır.
Toplumun ve insanların yönetiminde sistem ile birlikte
sistemin başındaki yöneticiler de önemlidir. Yönetimin adı ne olursa olsun,
ordu, bürokrasi , parti, kişi ya da ailelerin yönetimde ağırlığının olması
toplumdaki adalet duygusunu yok
etmektedir.
İnsanların en adil ve eşitlik ve huzur içinde yaşadığı
yönetimler özellikle asrı saadet dediğimiz dönem ve sonrasında Ömer Bin
Abdülaziz gibi birkaç halifenin dönemi ve devamında Selçuklu ve Osmanlı
dönemleridir. Yönetim biçiminin adının padişahlık veya demokrasi veya
cumhuriyet veya şeriat olması hiçbir şeyi değiştiremiyor. İnsanların, huzur,
refah, güven ve adalet içinde yaşaması İslam anlayışı ve inancı içinde ve ancak Osmanlı
padişahları idrakinde olan liderlerin varlığı ve bu ölçüyü taşıyan liderlerin
yönettiği bir dünyada mümkün olacaktır.