24 Nisan 2019 Çarşamba

MARJİNAL OLMAK YA DA TOPLUM ÇOĞUNLUĞUNA VE DEĞERLERİNE YABANCILAŞMAK


Toplumun bir kesiminde marjinal olmak, toplum çoğunluğundan farklı olmak gibi bir takıntı olduğunu görüyorum.  Dolayısı ile bu tip kişilikteki düşünce sahipleri  toplum çoğunluğunu avam, kendilerini ise elit yerine koyuyor ve kendilerini böyle bir algı ile avutuyorlar.  Bu düşünce ve takıntı ile kendilerine özel alanlar oluşturuyorlar, özel barlar, kafeler, ya da bazı örgütsel yapılar içinde kendilerini toplumdan soyutlamayı tercih ediyorlar.
İşin asıl trajik tarafı kendilerini toplumdan soyutlayan bu bir avuç marjinal entelektüel  taslaklarının yegane ilgi alanları  yine kendilerini soyutladıkları toplum oluyor.  Toplumun hastalıkları ile yatıp, yanlışları ile kalkıyorlar. Her türlü teşhis, tedbir, tenkit ve tahlilleri içinde yaşamadıkları toplum ile ilgili oluyor. Daha doğrusu kendilerini soyutladıkları kesim ile ilgili oluyor.
Bu bir türlü anlayamadığımız nevi şahsına münhasır dediğimiz cinsten entel dantel kesim özellikle Osmanlının son dönemlerinde yani gerileme döneminde Avrupa’ya gidip orada kısmen yaşamış, kısmen tahsil yapmış kesimin çoğalması ile toplumda daha geniş bir alan içinde yer almaya başlamıştır. Yer almanın ötesinde adeta Osmanlıdan alınmış ve tersine çevrilmiş bir model ile Avrupa’nın yeniçeri ocağı ve enderununda yetiştirilmiş devşirme kadrolar, marjinal olmakla kalmadılar, örgütlenerek Osmanlı saltanatı üzerinde oyunlar oynamaya ve tasarrufta bulunmaya başladılar. Bu devşirme kadrolar ittihat(birleşme) ve terakki (gelişme-ilerleme) cemiyeti etrafında toplanarak batılı güçlerin kendilerine dikte ettiği senaryoyu sahneye koydular ve neticeten Osmanlı İmparatorluğu iki meşrutiyet hareketi, Sultan Abdülaziz’in vahşice şehid edilmesi ve Sultan Abdülhamit’in  tahttan indirilmesinden sonra idareyi tamamen ellerine alarak önce imparatorluğu birinci dünya harbine soktular ve sonra da darmadağın ettiler. Batılı güçler Osmanlı İmparatorluğu’nun üç kıtaya salan gövdesini aç sırtlanlar gibi saldırarak parça parça ettiler, talan ettiler. Tutanın elinde kaldı. Öyle ki hiçbir tarihi ve kültürel bağ ve birliktelikleri olmadığı halde Kuzey Afrika İtalyanların, Mısır’dan itibaren bir kısım Arap coğrafyası aslan payı olarak İngilizlerin, Suriye ve Lübnan bölgesi ise Fransızların elinde kaldı. Doğumuzda ise Karadeniz’in tek ova sahili Batum elimizden alındı, batıda Batı Trakya Yunanistan elinde kaldı. Yüzlerce yıldır Osmanlı toprağı olan Ege adaları da elimizden alındı. Adeta bir komedi gibi dünkü vilayetimiz Selaniğin çocukları ile çelik çomak oyunu gibi bir savaş yaptırılarak sözüm ona Anadolu coğrafyasını Yunanlılardan kurtarmışız gibi Anadolu’da bir sömürge valiliği kurdurdular. Adına da TÜRKİYE CUMHURİYETİ  dendi.  Ancak, Yunan ile bir çelik çomak savaşından bir dünya destan çıkarılırken, Anadoluyu işgal etmiş Fransız ve İngiliz ve İtalyanlar ile kaç cephede kaç savaş yaptığımız ya da savaş yapmadı isek bu asıl işgalci güçlerin neden Anadoluyu Yunan işgali de sürmekte iken kuzu kuzu terk ettikleri ve Lozan Anlaşması Meclisten onaylanana kadar neden İngiliz savaş gemilerinin İstanbul’u terk etmediği asla sorgulanmadı.
İşte cumhuriyet te bu marjinal bir kadronun kurduğu bir yapıdır. Çoğunluğa dayanmadığı için batılı değerlerin yüceltilmesi ve Osmanlı ve imparatorluk düşüncesinin tasfiye edilmesi karşılığında emperyalist batının desteği alınarak millete karşı başlatılan sindirme, çözme ve dejenere etme mücadelesi kesin sonuç vermedi ve millet 1950 de ezici çoğunluğu ile bu marjinal kadroyu iktidardan uzaklaştırdı. Ancak henüz savaş bitmemişti. Kenarda köşede bir avuç azınlık olarak yaşamakta iken iktidarın nimetleri ile sarhoş olan bu kadro sistemin sigorta kurumları olan basın, bürokrasi, üniversite, yargı ve orduyu devreye sokarak milli iradenin iktidar yaptığı  çoğunluğun temsilcileri bir ihtilal ile iktidardan indirildi ve bir başbakan ve iki bakan idam edildi. Anayasa kaldırıldı, yeniden yazıldı. Ordudaki milli kadrolar tasfiye edildi, keza üniversitelere girmiş bir kısım marjinal olmayan  kadrolar tasfiye edildi.  Milli irade sindirildi ya da sindirilmek istendi.
Aradan geçen on yıllık süreç sonunda  yeniden milletin toparlanmasına fırsat verilmeden bu defa demokrat parti sonrası siyaseten parçalanan milli irade de iktidarı zorlayınca yeni bir muhtıra ve operasyon ile yine marjinaller  duruma vaziyet etti. Bu marjinaller topluluğu asla çoğunluğa hakim olamayacaklarından üniversite gençliği ve işçi toplulukları içinde marjinal gurupları ajite ederek ve devşirerek kendi istekleri ve çizdikleri senaryo doğrultusunda millet çoğunluğunu sindirmek, ürkütmek, korkutmak ve kendi sistemlerine razı etmek istediler.  Osmanlı’nın çöküşüne kadar  sokaklara “şeriat isteriz” diye yine bir avuç marjinal insanı salarak karışıklık çıkarıp amaçlarına ulaşmak isteyenler cumhuriyetten sonra ise yine bir gurup marjinal işçi ve öğrenciyi sokağa sürerek milli iradeyi baskılamak istiyordu. Sokaktaki kargaşa ordu tarafından doğru algılanıyor “size demokrasi çok geliyor” mantığı ile ordu yönetime ağırlığını koyuyordu.  Cumhuriyetin kuruluşundan sonra daha dün hükmettiğimiz coğrafya düşman ilan edilerek dört yanımız düşman gerekçesi ile askeri harcamalar kontrolsüz şekilde artırılmış, bir avuç subayın eline devlet bütçesinin yarısı savunma bütçesi diye verilmiş, onlar da eskimiş silahları hurdaya  çıkarıp sürekli yeni silahlar alarak bu alışverişin komisyonları ve ordu içi harcamaların komisyonları ile adeta bir trilyoner generaller topluluğu oluşmuştur.  Ordu komutanı iken bekçisi oldukları bir avuç zenginin emeklilik sonrası da şirketlerinin yönetim kurullarında görev yapmak sureti ile bekçiliğini yaptıkları sermayeden bu bekçiliğin bedelini tahsil eden emekli generaller  ülkeyi sivil ve askeri cunta işbirliği ile yönetir hale gelmişlerdir.
Derinlerde oluşturulan bir derin devlet gücü ile olmadık senaryolar yazan ve oynayan güçlerin  değişmeyen gayesi milli iradenin millete ve devlete hakim olmasına mani olmak için her türlü oyun ve tezgahı kurmak  ve sonuçta düzenin istedikleri çizgide muhafazasını sağlamak olmuştur.  Bu doğrultuda yine millet içindeki ve dışındaki tüm marjinal güçler harekete geçirilerek ülke on iki eylül batağına saplanmıştır. Marjinallik, marjinal yaşam her alanda ülke kaderine hükmeder hale gelmiştir. Öyle ki örneğin ümmet çok kalabalıktır ancak ümmet içindeki marjinal guruplar sanki ümmetin temsilcisi gibi her alanda boy göstermektedir. Ordumuz bir milyona yakın asker sayısına ulaşmışken bir avuç marjinal gurup tüm orduya hakim görünmektedir. Kısaca millete rağmen bir avuç marjinal insan milletin kaderine ipotek koymuş ve hükmetmeye devam etmek istemektedir.
 Bu azınlığın çoğunluğa hükmetme isteği ve oluşturulan fiilin durum sadece Türkiye’de değil dünyada  da aynıdır. Dünyayı bir avuç marjinal zengin idare etmektedir aslında. Her türlü demokratik ses ve nüanslar sadece ve sadece bir aksesuardır.  Dünyanın tüm zenginliğini ellerine almış bir avuç vampir ordusu dünya insanlığının kanını emmektedir.  Sistemin adı ne olursa olsun beşeri sistemlerde paraya ve güce sahip olan ve organize olmuş bir avuç elit bulundukları ülkeyi ama kapitalizm adına ama komünizm adına hükmetmekte, idare etmektedir. Onların derlediği ve sözüm ona idealist fikir ve duygularla devşirdikleri mankurtlar ordusu da onların hakimiyetlerinin sürmesi için kanları ve canlarını ortaya koymakta, onların saltanatlarının sürmesi için ellerinden gelen tüm çabayı sarf etmektedir.
Bu gerçek, devlerde ve sistemlerde olduğu gibi, siyasi parti ve organizasyonlarda ve cemaatlerde de aynı şekilde yaşatılmakta, milyonlara ulaşan sayıdaki siyasi parti, cemaat ya da tarikatlarda o milyonlara ulaşan çoğunluk bir avuç  azınlık yönetici ve onların başında ki siyasi liderin, tarikat liderinin ya da  şeyhinin  elinde sömürülmekte, kullanılmakta, sevk ve idare edilmektedir.
İnsanoğlunun yaradılışında bir teslim olma, bir yerlere inanma bağlanma içgüdüsü vardır. Bu tarihin ilk devirlerinden bu yana böyle olmuştur. İnsanlar tanrılarını bulamadıkları yerde, denize, havaya, suya, ateşe, güneşe, aya, yıldızlara, hiç olmadığı taşlara, putlara, ağaçlara ve hatta hayvanlara teslim olmuşlar, onlara taparak onlara kulluk ederek içlerindeki  bu teslim olma dürtüsünü tatmin etmeye çalışmışlardır. Allah’ın gönderdiği peygamberler  sık sık insanları en doğru yola davet etmişler ise de şeytan boş durmamış yaradanın koyduğu kurallardan farklı şeytani kural ve sistemler üzerinden insanoğlunun iradesini elinden almış onu Allah’ın davet ettiği doğru yoldan çıkarmıştır.  Şeytanın varisleri ise dünyevi heveslerine ve nefislerine  teslim olmuş, inançlı görünen veya inançsız,  veya beşeri sitemlerden birisine angaje olmuş, sosyalist veya komünist veya faşist veya kapitalist veya Siyonist veya içinde olduklarını iddia ettikleri dinler içinde kendilerine ait oluşturdukları sahte ve sapık inanç sistemleri içine çekerek  insanoğlunu kandıran, aldatan, sömüren, istismar eden, aralarına önce fitne oluşturup sonra kendine kurtarıcı süsü veren hain, alçak ve kan emici bir sınıftır.
İnsanoğlu iradesini, güçlendirebildiği, bilgi ve iman ile varlığın ve kulluğun gerçek manasını kavrayabildiği, yaradan Allah’a teslim olmanın nasıl olabileceğini çözebildiği ölçüde sahta liderlerin, sahte şeyhlerin, sahte önderlerin ve külliyen şeytanın dünyadaki varislerinin hakimiyet alanından çıkabilecektir. Bu konuda ise her kafadan farklı ses çıkmakta, gerçek kurtuluşun herhangi bir kişiye ya da doğrudan ilahi kitaba bağlı olduğu gibi çok farklı ve uçlarda görüşler ileri sürülerek kafalar bulandırılmakta, aldatma ve istismar sürdürülmekte, insanoğlu bu cendereden çıkamamaktadır. 
Yukarıda ilk satırlardan itibaren açıklamaya çalıştığımız olay bir kısa yazıya sığamayacak kadar uzun bir konu olmakla birlikte bu birkaç sayfalık metin içinde kısa ve öz olarak olayı ana cümleler halinde ortaya koymaya çalışacağız. İnsanoğlunun  öncelikle kendisi ile barışık bir halde olabilmesi ve sosyal bir varlık olarak çevresindeki diğer insanlarla da sağlıklı bir ilişkiye girebilmesi , yarın ve ölüm korkusu olmadan var olabilmesi için olması gereken  olmazsa olmaz başlıklarımızı aşağıda birer ya da ikişer cümlelik maddeler halinde sıralayalım:
Din hayatımızın olmazsa olmaz gerçeğidir, insanoğlu mutlaka bir dine inanmak ve o dinin kuralları içinde yaşamak zorundadır. Bir dine inanmak insanı hayvanlardan ayıran en önemli artıdır.
İlk insan Hz.Adem Peygamberden bu yana pek çok ilahi ve beşeri kaynaklı dinler ortaya çıkmış olmakla birlikte en son peygamber Peygamberimiz Hz. Muhammed ve en son ilahi kitap Kur’an’dır.
İslam ve Müslümanlık en son ilahi ve beşeri hakikattir ancak Kur’an ve doğruluğundan yüzde yüz emin olunan tartışılmaz hadisi şerifler dışında  iman, itikat ve ibadetlerimiz ile ilgili mezhep, tarikat ya da başkaca her türlü kaynak dahil olmak üzere tartışılamayacak hiçbir husus yoktur. Kur’an sahibi tarafından hiçbir mezhep ya da tarikat ya da mürid ya da mürşide değil tüm insanlığa inmiştir. Allah birdir, Kur’an birdir, ve  ümmet birdir. İnsanlar sadece Müslüman olanlar ve olmayanlar diye ayrılabilir. Bu hüküm insanların bir mezhep ya da tarikat sahibi olmalarına mani  değildir ancak İslam olmanın şartı bir mezhep ya da tarikata uymak değil sadece ve sadece Allaha, kitabına ve elçisine iman etmektir.
İnsanoğlunun kayıtsız ve şartsız hiçbir lidere, şeyhe,  partiye veya topluluğa tabi olması düşünülemez ve kabul edilemez. Dolayısı ile toplumdaki bazı kişileri kayıtsız ve şartsız dini ya da dünyevi veya siyasi lidere tabi ve teslim olması kuran’a göre şirk ile tarif edilmektedir.
İslam dini içinde olmayanlar İslam olanların her hal ve şartta düşmanıdır diye bir kural da yoktur. Kur’ana göre Müslüman sadece Kur’andaki islamı yaşamaya çalışır ve kur’andaki islamı İslam olmayanlara tebliğ eder. Müslüman, Müslüman olmayanların Müslüman olmasından sorumlu değildir. Onlara tebliğ görevidir ancak düşmanlık etmek diye bir şey sözkonusu olamaz. Cihat ise müslüman olmayanların Müslümanlara saldırması halinde  onlar bu saldırılarından vazgeçene kadar müslümanın sürdürmesi gereken bir savaştır.
Müslümanın asıl büyük cihadı gerçek ve mükemmel Müslüman olmak yolunda kendisi ve içindeki hayvan nefsi ile yapması gereken cihattır. Müslüman bu cihadı yapmadığı için ne kendini, ne dünyasını ne de ahiretini kurtaramamaktadır.
Toplumun ve insanların yönetiminde sistem ile birlikte sistemin başındaki yöneticiler de önemlidir. Yönetimin adı ne olursa olsun, ordu, bürokrasi , parti, kişi ya da ailelerin yönetimde ağırlığının olması toplumdaki  adalet duygusunu yok etmektedir.
İnsanların en adil ve eşitlik ve huzur içinde yaşadığı yönetimler özellikle asrı saadet dediğimiz dönem ve sonrasında Ömer Bin Abdülaziz gibi birkaç halifenin dönemi ve devamında Selçuklu ve Osmanlı dönemleridir. Yönetim biçiminin adının padişahlık veya demokrasi veya cumhuriyet veya şeriat olması hiçbir şeyi değiştiremiyor. İnsanların, huzur, refah, güven ve adalet içinde yaşaması İslam anlayışı ve inancı içinde ve ancak Osmanlı padişahları idrakinde olan liderlerin varlığı ve bu ölçüyü taşıyan liderlerin yönettiği bir dünyada  mümkün olacaktır.

Hiç yorum yok: