27 Kasım 2019 Çarşamba

ALGI OLUŞTURMA-PSİKOLOJİK SAVAŞIN SON METODU



Ahir zamanın ahirinde öyle bir döneme girdik ki anlatılmaz yaşanır misali bir zihinsel ve sosyal kaos döneminin tam ortasındayız.  Aklın ve mantığın durduğu, aklı selimin iflas ettiği, zalimin mazlum, mazlumun zalim, korkağın kahraman, kahramanın ise aciz ve çaresiz gösterildiği bir dünya bu. Kavramların içi boşaltılmış, sosyal ve manevi değerlerimiz dejenere edilmiş, yozlaşma ve piçlik sadece kavramlarda kalmamış adeta kelimenin gerçek manası ile babasını bilmeyen doğal veya tüp bebek yöntemi ile  dünyaya getirilmiş eski tabirle veledi zinaların sayısının fevkalade arttığı bir dönemde yaşıyoruz.Cumhuriyet kurulana kadar “irtica geliyor” yaygarası ile batı devşirmesi Jöntürkler ve ittihatçılar   Osmanlının sonunu getirdiler. Devletimiz batının icat ettiği bu algı yönetimi le ilk tanzimat döneminde tanıştı. Propagandanın gücü ile pek çok fikir ve düşünce insanı özellikle Sultan 2.Abdülhamit döneminde batının dikte ettiği büyülü dört kavram “hürriyet”, “müsavat”, “uhuvvet” ve “adalet” (özgürlük-eşitlik,kardeşlik,adalet) sloganlarına kapılarak devletine ve padişahına asi oldu. O günlerde oluşturulan istibdat ve kızıl sultan algısı hala günümüzde pek çok insanımızın zihninde yanlış yere durmaktadır. Cumhuriyetin ilanı ile de irtica ve şeriat geliyor yaygarası ile sürekli milleti baskı altında tuttular. Kendi müstebit yönetimlerini de bize demokrasi ve cumhuriyet diye yutturmayı başardılar. Güçlerinin yetmediği yerde ise emperyalist batının ekonomik ve siyasi ablukası desteğinde oluşturulan kaos sonrası askeri ihtilaller ile güçlerini takviye ettiler ve kurulan idealsiz kukla cumhuriyetimizi, başlangıç kuruluş şartlarına göre formatlayıp resetlediler.  Propaganda ve psikolojik harbin gücü ile yanlışlar doğru, doğrular yanlış gösterildi ve gösterilmeye devam ediliyor. Vatanperverlik ve yurtseverlik ile hainlik ve ihanet, dindarlık ile dinsizlik ayrışmaz ve içinden çıkılmaz düğümler haline geldi. Bunun en önemli nedeni küreselleşen emperyalizmin küresel sömürü ve küresel soykırımına mani olabilecek yegane güç olan Müslüman Türk’ün devlet ve millet olarak gücünü elinden almaktır. Altı yüz yıl gibi bir uzun zaman ve daha öncesini da sayarsak dünya tarihini son bin yılı aşkın döneminde insanoğlunun gerçekten özgür, adil ve sömürüsüz bir nizam içinde yaşamasını gaye edinen ve bunu büyük ölçüde başaran Selçuklu ve devamındaki Osmanlının misyonu Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ile rafa kaldırılmıştır. Şimdi ise Türkiye’nin yeniden o misyona sahip olma iradesi, Osmanlı’nın misyonuna karşı Osmanlı düşmanlığı ve sözüm ona Selçuklu hayranlığı, salt cumhuriyetçilik ve fanatik laik-Kemalistlik, batılı değerlere teslim olarak çağdaş ve Avrupa ailesi içinde olmayı hedeflemek, İslam ve iman bakımından ise bir dünya batılı ajanın sevk ve idaresindeki cemaatler vasıtası ile Müslümanların maddi ve manevi varlıklarına el koymak, ayrıca ilahiyatçılar arasındaki devşirilmiş ajanlar kullanılarak oluşturulan çarpık akımlar, mealcilik, mevzuu hadisler ile dini bozmak veya toptan hadis inkarcılığı, katı mezhepçilik veya mezhepsizlik, Deistlik ve devamında ateistlik gibi akımlarla Müslüman Türk’ün enerjisi boşaltılmakta, birliği bozulmakta, idealsiz ve edilgen yozlaşmış bir yığına dönüştürülmek istenmektedir. Sonuç olarak Müslüman Türk, ajanların ve kavramların ve muhteris siyasi liderlerin elinde dejenere edilmeye devam olunmaktadır. Dünya genelinde ise dünyaya adil olarak hükmettikleri iddiasındaki süper güçler sömürü ve soygun düzenlerini perdeledikleri gibi Birleşmiş Milletler ve benzeri uluslararası kurum ve kuruluşları da kontrol ederek keyiflerince dünyayı yönetmekte, yönetimleri oluşturdukları algı doğrultusunda yüceltmekte veya alaşağı etmekte, çıkardıkları bölgesel kaoslarla Saddam Hüseyin gibi göstermelik yargılamalar ile idam etmekte veya Kaddafi gibi sokaklarda linç ettirmektedir. Türkiye’de bile 1960 ta çok dramatik bir şekilde başbakan ve iki bakan idam edilmiş, binlerce asker ve sivil de görevinden edilmiştir. Bu ve benzer olayların faillerinin kahraman, mazlumlarının ise zalim gibi gösterilmesi malum güçler tarafından kolaylıkla organize edilebilmektedir. Düşünün ki onlarca yıl irtica geliyor, şeriatçılar geliyor diye yasaklar koyup başörtülü kızlarımızı okullara almadıkları yılların sonu geldi diye sevinirken bakıyoruz ki yaşadığımız günlerin başörtülü kızlarımızın sokaklarda ve meydanlarda sürüklendiği günlerden farkı yoktur. Son günlerde sokaklarda kapalı kıyafetleri nedeniyle hakaret, taciz ve saldırı haberleri artmaya başlamıştır. Oysa ki kadınsı kıyafetleri nedeniyle perçeminden tutulup tedip edilecek bir sürü cinsiyeti bozuk erkek veya fevkalade edep dışı dekolte kıyafetleri nedeniyle eskort kılıklı kadın, sokaklarda özgüvenleri ile arzı endam etmekte kimse de müdahale etmemektedir. Yapılmak istenen dış görünüşleri nedeniyle de insanımızı birbirine düşürmektir. Bu içler acısı tablo karşısında teslim olmak bize göre değildir. Ümitsizlik iman zayıflığıdır. Müslüman Türk asla pes etmez, yönetilmez ve kimliğini de sahip olamayacak derecede kaybetmez. Görüyoruz ki gün günden iyi gelmektedir. Ümitsizliğe gerek yoktur. Yaşanan son yüzyıl Müslüman Türk’ün Timur yenilgisi ile yaşadığı birinci fetretten sonra ikinci fetret dönemidir ki işallah devletimiz bu yaşanan ikinci fetretin son yıllarındadır. Milletimizin aklı selimi her türlü propaganda ve algıya karşı koyabilecek noktadadır. Büyük milletimiz feraset ve basireti ile yaşanan son yüzyılı tarihin çöp sepetine atacak yeniden -Osmanlıya dönecek demiyorum asla- yeni, daha güçlü, daha bağımsız, bizi Ergenekon’dan Anadolu’ya ve Afrika ve Avrupa içlerine taşıyan nizamı alem davasının davacısı, sahibi ve takipçisi YENİ TÜRKİYE’nin ilelebet var olacağını küresel emperyalist güçlere ilan edecektir.  Dünya insanlığı Müslüman Türk’ün varlığı ve gücü ile gerçek adaleti ve hürriyeti, kardeşliği ve eşitliği yaşayacaktır. Bizim gücümüz ve elimiz ile küresel emperyalizmin zulüm ve sömürü düzeni yıkılacaktır. Müslüman Türk’ün kızıl elması yönetim kademesinde Müslüman Türk’ün olduğu tüm dünya halklarının hangi dine ya da soya mensup olursa olsun özgür, eşit, kardeşlik ve adalet içinde yaşadığı tek dünya devletini inşa etmektir. Bu dünya devleti 15 milyonluk sapık, ırkçı ve şeriatçı yahudinin ideali olsa da Allah bu hedefi, Allah’ın askerleri olan Müslüman Türk Milletine nasip edecektir. Allah’ın vaadi budur:  “kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır."(Saff, 61/8)


20 Kasım 2019 Çarşamba

SAVAŞLAR, ZALİMLER, MAZLUMLAR, KÜRESEL SOYKIRIM



Asırlardır insanoğlu zalimlerin elinde baskı, zulüm ve katliamlar altındadır. Yazılı tarih öncesi dönemleri bir yana bırakırsak Roma İmparatorluğu, Hun İmparatorluğu, Bizans dönemlerinde doğudan batıya iki akın vardır, birisi Atilla’nın İtalya’ya kadar uzanan seferi diğeri ise batı Anadolu’ya kadar uzanan Moğol akınlarıdır. Ancak bu askeri harekatlarda yağma ve askeri katliamlar olmuş ise de asıl katliamlar Haçlı seferlerinden itibaren başlamıştır. 1096 da başlayan Haçlı seferleri 7.Haçlı seferinin yapıldığı 1254 e kadar sürmüştür. Haçlı seferleri ile umduğunu bulamayan ve devamında Osmanlı İmparatorluğu tarafından Viyana’ya ve Polonya içlerine, güneyde ise İtalya’ya kadar sürülen Avrupa’nın Haçlı gücü Osmanlı karşısında tutunamadığından gözünü daha uzaklara uzakdoğuya ve Afrika’ya dikmiştir.
Silah ve teknolojik gelişme ile birlikte uzak doğu ve Afrika’ya el atan Avrupa’lı Avustralya’yı ve o bölgedeki diğer adaları sömürgeleri arasına katmış, yerliler üzerinde acımasız bir soykırım uygulamıştır. Bu arada Kuzey ve Güney Amerika’ya el atmış Kuzey Amerika’da Kızılderililer üzerinde acımasız bir katliam ve soykırım gerçekleştirmiştir. Anı zamanda Güne Amerika’daki Aztek ve İnkalar da haçlıların soykırıma varan katliamlarından kurtulamamıştır. Afrika’yı da sömürgeleri arasına katan Avrupa gemilere doldurduğu Afrika’nın kara derili insanlarının milyonlarcasını Ameriika’ya taşımış ve yüzlerce yıl hayvan ve köle statüsünde kullanmıştır. Batı medeniyeti bu soykırım ve katliamlarını göstere göstere yapmış Tom Miks, Teksas, Tom Braks gibi çizgi roman ve filmlere dahi taşımış ise de asla ve asla bu katliamların hesabı hiçbir devlet ya da topluluktan sorulmamıştır.
Bu, batının son katliam fasıllarından sonra 20.yüzyıldan itibaren bu işgal soykırım ve katliamlar şekil değiştirmiştir. Artık modern silahlar ve daha küresel güçler ve ittifaklar ortaya çıkmaktadır. İnsanoğlunun ihtiyaçları arttıkça ihtirasları da artmakta zalim kapitalist sistem ve küreselleşen kapitalist şirketler ve holdingler paraya ve kara doymamaktadır. Sermayenin bekçiliğini yapan devletler ve her türlü askeri güçler sermayenin kontrolünde dünya milletlerini ezmeye ve sömürmeye devam etmektedir.  
Birinci Dünya Harbinde milyonlarca insanı  katleden küresel güçler dünya siyasetinin batı sermayesinin kontrolüne girmeyen ve batının sömürü anlayışı karşısındaki yegane güç olan Osmanlı İmparatorluğunu yıkmış tasfiye etmiş, Osmanlı saltanatını ve Osmanlının temsil ettiği İslam birliğinin en üst noktadaki manevi ve siyasi gücü olan Hilafeti ortadan kaldırmış Türkiye Cumhuriyeti gibi Osmanlı coğrafyasındaki diğer kukla cumhuriyetlere benzer bir cumhuriyetçik kurdurmuştur. Bunun bir nevi çağdaşlık ve modernlik olduğu dikte edilmiş, atalarımızın ve dedelerimizin yaşadığı geniş Osmanlı coğrafyası dilim dilim palaşıldığı ve sömürgeleştirildiği halde bunu gerçekleştiren batıya karşı olmak yerine,  batılı değerleri kabul eden, batıya bağlı, batı kafalı, batılı değerlerle zihinleri şekillenmiş nesiller yetiştirilmeye devam olunmuştur.
Birinci Dünya Harbinin dumanı henüz tüterken çıkarılan İkinci Dünya Harbi ile dünya doğu ve batı bloğu olarak ikiye bölünmüş ve bu iki blok arasında paylaşılmıştır. Tabii bunun bedeli de milyonlarca insanın  genç yaşlı, kadın-erkek denmeden yok edilmesidir. Birinci dünya Harbinde toplam 17 milyon gibi olan asker ve sivil ölümü ikinci Dünya Harbinde ise  altmış milyondan fazla kişi hayatını kaybetti. Kızılderili katliamında se en az onbeş milyon Kızılderili yok edildi. Aztek, İnka ve Mayalardan soykırıma uğrayan nüfus ta tahmini yirmi milyondur.
İkinci Dünya Savaşından sonra dünya büyük savaşlar aşamamış ise de süper güçler palazlanmakta olan küçük devletleri sürekli savaşa sokarak, bölerek, parçalayarak dünya siyaseti üzerinde hakimiyetlerini sürdürmeye çalıştılar. Bu nedenlerle dünya haritası asla sabit kalmadı, sürekli bazı güçler lehine değişti. Devletlerin sınırlarının değişmesini takip bakımından onar yıllık dünya haritalarına bakılırsa bu çok net anlaşılır.  Bu süreçte “yurtta sulh cihanda sulh” aldatmacası ile yerinde sayan Türkiye ekonomik, siyasi ve teknolojik olarak hiçbir gelişme gösteremedi. Batının kontrolünde ve kucağında onlarca yıl yoksulluk, çaresizlik ve çeşitli mahrumiyetlerle yaşadı. Milli iradenin devreye girdiği ve devletin batının  kontrolünden çıkmak üzere  olduğu zamanlarda ise, ordu, yargı, bürokrasi, sermaye ve basın olmak üzere beş güç emperyalist batının kontrolünde olmakla “devlet elden gidiyor, cumhuriyet elden gidiyor” gerekçesi ile basının yaptığı yaygara, batının mutemeti  CHP nin teknik direktörlüğü, bürokrasi, yargı ve sermayenin desteğindeki ordunun operasyonları ile Türkiye’deki milli iradeye haddi bildirildi, devrimler, ihtilaller yapıldı ve Türkiye sürekli baskılandı.
Sadece Türkiye değil bu edilgen Osmanlı coğrafyasında ve tüm dünyada emperyalist küresel güçler kuzey ve güney Amerika’da, Afrika, Asya, Avrupa ve Avustralya’da dünyanın her yerinde dünyaya göstere göstere işgallerine, sömürülerine ve baskılarına devam etmektedir. Amerika ve Sovyetlerin Vietnam ve Kamboçya’daki, Laos’taki, Kore’deki, Afrikada’ki, Hindistan, Pakistan, Afganistan, Bengaldeş, Endonezya, Filipinler,  Myanmar, Arabistan coğrafyasındaki, Kuzey ve Güney Amerika’daki, Küba’daki operasyonları nedeniyle  milyonlarca mazlum insan katledilmiştir ve bu katliam sistemli olarak devam etmektedir. Balkanlarda birinci dünya harbi ile yoğunlaşan kitlesek müslüman soykırımı ve tehcirin en son perdesi Bulgaristan'daki zulüm ve baskı döneminden sonra Bosna'da, Kosova'da, Sancak ve Karadağ bölgesinde yaşanmıştır. Bu artık lokal ve bölgesel değil “KÜRESEL BİR SOYKIRIM” dır. Bir yandan Birleşmiş Milletlerin daimi veto hakkı sahibi beş üyesinin silah fabrikaları tam mesai çalışırken ezilen sömürülen halkların zihinleri de ipotek altına alınmış olmakla mayın ve silah tarlalarına dönen mazlum coğrafyada tavşan tazı misali veya iti ite kırdırmak gibi uzaktan kumandalı savaşlarla küresel emperyalizm sömürü düzenini sürdürmektedir. Dünyanın mazlum halkları, henüz denenmemiş nükleer, kimyasal ve biyolojik silahların tehdidi altındadır.  
Hal böyle iken;
Birleşmiş Milletler tamamen etkisiz ve kifayetsizdir. Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesinin kontrolünde olup adeta oyuncağıdır.
Uluslararası hukuk ve Adalet Divanı hiçbir işe yaramayan içi boş kavram ve kurumlardır.
Uluslararası kamuoyu ve kamu vicdanı da zalimlerin ipoteği altındadır.
Dünya bütünüyle; ilaç sektörü, silah sektörü, fuhuş sektörü, uyuşturucu sektörü ve gıda sektörü gibi beş büyük sektörün yanında süper güçlerin idarecilerini de kontrolü altında tutan küresel sermayenin elinde esir durumdadır.   
Mazlum ve mağdur coğrafyada kimyasal ve biyolojik silahların kurbanı anneler her gün sayısız sakat ve hastalıklı çocuk doğurmakta, çoluk çocuk mayın ve patlayıcı kurbanı olmakta, ne yaptığının farkında olmayan kirletilmiş, hipnoz edilmiş beyinlere sahip zavallılar canlı bomba yapılıp patlatılmaktadır.
Bu küresel soykırım ise dünya kamuoyu tarafından modern iletişim araçları vasıtasıyla naklen canlı yayın izler gibi tepkisizce izlenmektedir. Batı medeniyetinin vicdanı, balinalar için bir kısım hayvanlar için gösterdiği şov kokan duyarlılığını sınırları dışındaki insanlar için asla ve asla göstermemektedir.
Bu tablo karşısında;
İnsanların kalplerindeki insaf ve vicdanı uyandırmak, dünya kamuoyunun olabilecek her yolla dikkatini çekmek için elden gelen her çabayı göstermek, dünya üzerindeki bu tehlikeli gidişi ve “KÜRESEL SOYKIRIM” ı durdurabilmek için azami gayret göstermek, her Türk’ün, her Müslümanın ve dini, ırkı ve fikri ne olursa olsun her insanın en kutsal görevi olmalıdır.


DİN, MiLLİYET, İSLAMCILIK VE MİLLİYETÇİLİK




İnsanlığın var oluşundan itibaren toplumların sosyal hayatlarında birinci derecede önemli olan din bu gün de aynı ağırlığını ve önemini muhafaza etmektedir. Dünya siyaseti büyük ölçüde din ve onun hemen yanında milliyetçilik düşüncesiyle şekil almaktadır.
Günümüzde adeta birbirinin devamı gibi görünen Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık kitabı ve şeriatı olan dinler olarak mevcudiyetini korusa da özellikle Hindu dini ve  Budizm uzak doğuda bağlıları bakımından  Museviliği kat kat aşmış ve daha büyük bir nüfusa hakim olmuş durumdadır. Bu durumda Museviliğin üç büyük dinden birisi gibi gösterilmesi siyonist algı oluşturma çabasının bir sonucudur. Musevi dini mensuplarının onbeş milyonu geçmediği gözönüne alınırsa bu fevkalade az sayıdaki bağlılarına rağmen Yahudilerin dünya siyaseti ve ekonomisindeki etkinliği dikkati çekicidir. Dünyada 2,2 milyar Hristiyan (yüzde 32), 1,6 milyar Müslüman (yüzde 23), 1 milyar Hindu (yüzde 15), 500 milyon Budist (yüzde 7) ve 14 milyon Yahudi (yüzde 0,2) yaşıyor. Bunlara ek olarak Afrika, Amerika, Asya ve Avustralya'da geleneksel dinlere inanan 400 milyon kişi (yüzde 6) var. Zerdüştlük yüzde 1'in içinde. 58 milyon kişi (yüzde 1) ise Şintoizm, Taoizm, Tenrikyo ve Zerdüştlük gibi diğer dünya dinlerine inanıyor. 1.1. milyar nüfus ise hiçbir dine mensup olmayanlardan oluşuyor.
1900 lü yıllara kadar öncelikle Hıristiyanlık ve Musevilik arasında devam eden savaşlar yerini Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki savaşa bırakmış, bu arada ideolojik yapılar ortaya çıkmıştır. Bu durumda dünyaya hakim olmak için hem dini hem de ideolojik yapıları ve hareketleri kontrol altında tutmak dünyaya hakim olmak isteyen egemen güçlerin birinci hedefi olmuştur. Ortaçağda krallık ve imparatorlukların yönettiği dünya, savaşlar ve çalkantılar sonunda yirminci yüzyılda önce ideolojik olarak ayrışmış, doğu ve batı bloku diye iki bloklu bir dünya olmuş ise de sermaye ve basına sahip olmayı başaran Siyonizm her iki bloğu kontrolü altına almayı başarmıştır. Siyonizm hem dini hem de milli değerler ile örülmüş, sermaye, bürokrasi ve teknoloji ile desteklenmiş yapısı ile yirminci yüzyıl başlarından bugüne dünyanın yegane egemen gücü haline gelmiştir.  Tabii ki dünyanın bu noktaya gelmesinde siyonizmin örgütlenme gücü ile birlikte kendisi dışındaki her türlü dini ve milli hareketlere hükmetme ve onları dejenere etme gücünü gözardı edemeyiz.
Roma İmparatorluğundan günümüze sürekli aşağılanan ve dışlanan ve zaman zaman zulüm gören Beni İsrail dediğimiz Yahudi topluluğunun günümüzdeki son rakamlara göre onbeş milyonu geçmeyen bir nüfusu vardır. Bu nüfusun yarısı gibi bir kısmı 1948 de kurulan İsrail’de yaşamakta kalan kısmı ise dünyanın değişik ülkelerinde yaşamaktadır. İsrail devletinin kuruluşu öncesinde yüzlerce yıl değişik ülkelerde sürgün gibi yaşayan Yahudi topluluğu dini olarak muharref Tevrata sıkı sıkıya bağlanmış, etnik yönden ise katı milliyetçi hatta ırkçı bir yapı oluşturarak bu iki motivasyon ile eğitim ve kültürde zirve yaptığı gibi basın ve sermaye gücünü de eline almayı başarmıştır. Bu mücadelelerinin bir yönüdür. Bir yönü ile dini ve etnik olarak çok güçlü bir örgütlenmeye giden Yahudiler diğer yönden ilk olarak 1725 ve 1736 yıllarında irlanda ve İskoçya’da kurdukları Mason localarını tüm dünyaya yayarak  Mason locaları ve bunların daha soft yapıları olan Rotary ve Lions kulüpleri ile tüm dünyanın entelektüel kesimini kendi kontrolleri altına almışlardır. Mason locaları, Rotary ve Lions kulüpleri bulundukları ülkelerde bütün sivil toplum örgütlerine ve yönetim kademelerine sızmış, Siyonist Yahudiler İsrail devletinin kuruluşundan evvel, devlet olmadan devlet, ordu, sermaye, yönetici sınıf-bürokrat, banka, fabrika, sermaye ve hatta ordu sahibi olmuştur. Görüldüğü gibi örgütlü olmak en büyük güce sahip olmaktır. Örgütlü azınlıklar örgütlü olmayan çoğunluklara hükmedebilmektedir. Sermayenin, basının ve propagandanın gücü zalimi mazlum mazlumu zalim gösterebilmektedir. Bütün dünyanın gözü önünde, ortadoğuda, Filistin’de, en az bin yıllık İslam toprağında, gasp ve işgal ile “dinci”, “şeriatçı”, “ırkçı-milliyetçi” ve işgalci bir devlet kuran Yahudiler, 1948 de kuruluşundan bugüne işgal alanlarını genişlete genişlete varlıklarını sürdürdükleri gibi kendi coğrafyaları içinde Arap ve Türk ırklarına münhasır olmak kaydı le İslamcılığın, Türkçülüğün ve Arapçılığın yerine göre ne kadar iyi veya kötü olduğu yolunda hazırlamış olduğu projelere göre istediği gibi oynamaktadır. Siyonizm hem Avrupa’da, hem Amerika’da hem de Ortadoğuda Türk-İslam ve Arap coğrafyasında hazırladığı projelerine göre, halklarını birbirine düşürmekte ve komik denecek derecede az nüfusu ile hem Ortadoğu hem de dünya coğrafyasına hükmedebilmektedir.
Bu kısa girişten sonra ana başlıklar ve cümleler halinde olayı hülasa etmek gerekir ise;
Türk Birliğini temin için, Müslüman olsun olmasın diğer milletleri aşağılamayan, küçük ve düşük görmeyen  Türk Milliyetçiliği gerekli olmanın ötesinde şart olup her Türkün Türk Milliyetçisi olması  lazım gelir.
İslam birliğini temin için, Osmanlı İmparatorluğunda olduğu gibi diğer din mensuplarının varlığını ve hayat hakkını inkar etmeden her Müslümanın “İslamcı” olması lazım gelir. Bütün inananlar ve Müslümanlar kardeştir. İslam olsun olmasın insan Allah’ın insana emanetidir.
Müslüman olmayan bütün milletler ve devletler ise bütün güçleri ile siyonizmin kontrolünden çıkmayı hedeflemeli kendi özgür iradeleri ile ülkelerine ve devletlerine sahip olmalıdır. Ancak görünen odur ki küresel sermaye ve buna paralel küresel güçler halen siyonizmin kontrolü altındadır. Ve Siyonizm dünya devletlerinin ve halklarının arasına soktuğu fitne ve yerleştirdiği kadrolu-bordrolu ve fahri ajanları ile telkin ettiği doğrultuda kitleleri yönlendirebilmektedir. Örneğin Türkiye’de az sayıda dini lider kadrosunda kadrolu ajanı vardır ve bunlara kayıtsız şartsız itaat eden mankurtçasına bağlı binlerce fahri ajan kadroları oluşturulmuştur. Siyonizm eğer isterse geçmişte Menemen vakasına benzer vakaları Türkiye’de istediği an tezgahlayabilir. Yine Avrupa ve Amerika’da Siyonizm tarafından özel olarak burslarla ve eğitimlerle yetiştirilmiş az sayıda akademisyen, sermayedar ve bürokrat ve siyasetçi ve bunlara kayıtsız şartsız itaat edecek binlerce fahri ajan vardır. Ve Siyonizm bunlar sayesinde istediği zaman Türkiye’de sokak olayları, yeni Taksim-Gezi tipi olaylar organize edebilir. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde siyonizmin kitleleri kadrolu ajanları vasıtası ile kendi kontrolü altında tutmaktadır. Dini veya sosyal veya siyasi örgütlere ve liderlere kayıtsız şartsız bağlılık ve itaat, sorgulamadan teslimiyet siyonizmin işine gelmektedir. Oysa ki insanoğlu mantık ve muhakeme yürütse  neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamakta ve idrak etmekte zorlanmayacaktır. Bu idraksizlik ve cehalet ve fanatizm yüzünden gördüğünüz gibi dünyanın pek çok yerinde  kitleler siyonizmin isteği doğrultusunda yönlendirilmektedir. Bunun yetmediği, yetersiz kaldığı yerlerde ise Siyonizm pes etmemekte, askeri darbelerle, sermaye operasyonları ile, basın, sosyal medya ve propaganda ile mücadeleyi sürdürmektedir.
Siyonizmin derin operasyonları nedeniyle Türkiye’yi ele alırsak eğer;
1-İslamcılar ve Milliyetçiler ayrışması sağlanmaya çalışılmış ve büyük ölçüde sağlanmıştır.
2-İslamcılar kendi içlerinde binbir parçaya ayrılmıştır. Hala hadis-ayet kavgası, hala mezhep-tarikat cemaat davası, hala şeyh mürşit, gavs meselesi almış başını gitmektedir. Şöyle bir bakınız; AK parti de İslamcıdır, SP de, Yeni Refah partisi de, HÜDA-PAR da.
3-Milliyetçiler bölünmüş, Ülkücüler içinde derin çatlaklar oluşturulmuştur. BBP de milliyetçidir, MHP de, Vatan Partisi de. Bu yapıların bir kısmı az Atatürkçü, kimisi çok Atatürkçüdür. Hatta Mustafa Kemalin askerleridir. Mustafa Kemalin askerleri ise bir kısmı  CHP içinde görünmekte bir kısmı APO nun askerleri ile kucak kucağa halvettedir. Bu siyonizmin bir operasyonudur.  
Kısaca Türkiye büyük bir fikri ve siyasi kaos içinde görünmektedir. Siyonizm Türkiye’de yeni bir sokak kalkışması ile başarılı olabileceğine inansa bir an tereddüt etmeyecektir ancak bunun şimdilik olamayacağının farkında olduğundan Türkiye’de değil de Türkiye ile paralel düşünebilecek ve cephe oluşturabilecek devletler içinde bu operasyona devam etmektedir.   Afganistan, İran, Irak, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan, Libya, Tunus, Cezayir ve devamında başkaca Afrika ülkeleri ki Türkiye Afrika’ya yerleşmeye kararlı olduğundan bu yönde de direnç noktaları oluşturulmak istenmektedir. Küresel emperyalizm ve Siyonizm, değişik coğrafyalarda hız kesmeden kaos senaryolarını devreye sokmakta ve açıktan destek vermektedir. Son günlerde İran’da da sokak hareketleri başlatılmış ve Amerika bu sokak hareketlerini desteklediğini açıkça ilan etmiştir.  Yakın komşumuz İran’daki karışıklık devamında kırk milyon gibi bir sayı ile nüfusun yarısına sahip Azeriler ve Farslar arasında bir Türk-Fars çatışmasına dönüştürülür ise on yılı aşkın İran-Irak arasında sürdürülen savaş bu defa İran Azerbaycan arasında başlatılacak ve Türkiye yine ateş çemberi içinde tutulmuş olacaktır. Öte yandan Rusya, İran Türkiye ittifakı da büyük yara alacaktır. Ortadoğu merkezli bu kaos senaryoları devreye sokularak, Venezuela ve Bolivya’ya, Meksika’ya, Brezilya’ya Şili’ye, Arjantin’e, öte yandan Hindistan, Pakistan, Honkong’a kadar dünyanın dört bir yanında planlarını devreye sokan Siyonizm nüfuz alanında başka bir gücün varlığını asla kabullenmemektedir. Yoksa kısa zamanda sonunun geleceğinin farkındadır.
Bu kısa hülasa sonunda tüm dünya devletlerine ve milletlerine ve tüm ezilen halklara aşağıdaki hususların bir manifesto gibi duyurulması dünyanın ve insanlığın geleceği açısından çok çok önemlidir:
1-Dünyanın neresinde olursa olsun toplum asla tahriklere kapılarak devletine karşı asi olmamalı ve kardeş kavgasına düşmemelidir.
2-Demokrasi yani çoğunluğun iradesinin tecellisi için bütün akıl, iman ve güç sahipleri objektif bir vicdan ile elinden gelen tüm gayreti göstermelidir. Dünyanın her yerinde yerli ve milli aklı selim sahibi yöneticiler işbaşına getirilmeli, dış merkezli güdümlü kadro ve liderler devre dışı bırakılmalıdır. Farklı dünya görüşü sahipleri ve topluluklar ise yerli ve milli olmak noktasında birleşmeli ve işbirliğini de geliştirmelidir.
3-Hukuk, adalet, meşruiyet ve özgürlük içinde yaşamak dini, ırkı, kökeni ne olursa olsun tüm insanların en doğal hakkıdır. Bunun temini yönünde her din, ırk veya inanç sahibi müşterek hareket etmek zorundadır. Siyonist olmayan Yahudiler de bu çağrının muhatabıdır.
4-Küreselleşen dünyada gri ve kirli propaganda ve kaos oluşturma senaryolarına karşı uyanık ve diri olmak ve bu oyun ve ihanetlerin ögesi olmamak için kendimizden başlamak üzere ulaşabildiğimiz herkesi bilinçlendirmek milli, dini ve insani en birinci vazifemizdir.
5-Bu çerçevede tüm peygamberler ölmüş olmakla, yaşayan hiçbir ilahi güç mevcut olmadığından hiçbir dini veya siyasi lidere kayıtsız ve şartsız tabi olmamak, teslim olmamak, adeta boynumuza bir ip bağlayıp mankurtça ipin ucunu o merkeze teslim etmemek özgür birey ve insan olmamızın ön şartı ve gereğidir. Dolayısı ile telkin edilen düşmanlıklara ve bağlılıklara sorgulama yapmadan teslim olmamak suretiyle dünya insanlığı için hazırlanan ve Muharref Tevratta Yahudilere vaad edildiği yazılı olan “bütün dünyanın yahudinin mülkü, yahudi olmayanların ise kölesi olduğu”  şeklindeki tek dünya devletine hayır diyelim.
Böylece siyonizmin tüm dünya halklarını ve devletlerini;
1-Ordu
2-Bürokrasi,
3-Yargı
4-Sermaye,
5-Basın
Olmak üzere beş güç ile yönetme oyununu bozalım ve tüm dünya halkları ve devletleri, toplam nüfusu “SEKİZ MİLYAR”ı bulan insanlık, toplam nüfusu “ONBEŞ MİLYON”u geçmeyen Yahudilerin kontrolündeki  Siyonizm denen bu beladan ve musibetten tamamen kurtulabilsin.