30 Aralık 2014 Salı

YENİ BAŞKENT İSTANBUL MU OLMALI, ANKARA OLARAK MI KALMALI


Anayasamızın ilk maddelerinden Madde 3 – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı "İstiklal Marşı"dır.

Başkenti Ankara'dır.

Madde 4 – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

Yıllardır düşünür dururum. Zihnim tarihte gezer ve İstanbul Ankara arasında gider gelir öylesine. Anadoludaki şehirleri gezerim öylece. Konya, Kayseri, Niğde, Sivas, daha çok Selçuklu'dan, Bursa, İstanbul, Edirne, Manisa ve Trabzon Osmanlı'dan izler taşır. Ve bu şehirlerden Konya, Kayseri ve Sivas Selçuklu'ya merkez olmuş, Söğüt'ten sonra Bursa, Edirne ve İstanbul ise Osmanlı'ya merkez olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu Kızıl elmayı hep batıda aramıştır. Söğüt ilçesinden sonra başkent fethedilir fethedilmez Bursa olmuştur. Ardından Edirne başkent yapılmıştır. İmparatorluk başkenti, yani siyasi merkezini sürekli batıya doğru taşımaktadır. Yavuz Sultan Selim'in hilafeti aldıktan sonra başkenti Kahire'ye taşımaması çok ilginç değil midir? Devletimizin başkentinin Bağdat, Şam, Kahire ya da Hicaz olması asla düşünülmemiştir. Ama ben inanıyorum Fatih Sultan Mehmet Han zehirlenmeyip te ömrü vefa etse idi ve Doğu Roma'dan sonra Batı Roma'yı da fethedebilse idi devletimizin başkenti kesinlikle ROMA olacaktı. Ve ola ki Viyana'yı fethedebilse idik başkentimiz VİYANA olmuştu.

İşte emperyalist batı bizim batıya dönük bu hedeflerimizi bildiği için belki dünyanın hiç bir yerinde ve anayasasında olmadığı biçimde devletimizin başkentinin ANKARA olduğuna ilişkin maddeyi anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinden biri haline getirmiştir. Bu bir başka ifade ile şu demektir: “otur oturduğun yerde”

Bilenler bilir, Anadoluda meralarda değil de ekili arazi içinde hayvanların bir bağlanma usulü vardır. Tarlanın bir başından hayvanı beslemek için başlarsınız işleme. Elinizde ağaç veya demirden bir kazık vardır, o demir kazığa biz zikke derdik. İpin uzunluğu ölçüsünde ayarlama yapılır ve kazık veya zikke uygun bir yere çakılır. Hayvan sadece ipinin erişebildiği mesafede otlayabilir, daha uzağa gidemez. Günlük ya da yarım günlük kazığın yeri değiştirilir, tarla bir baştan bir başa yaylıma açılmış olur. İşte emperyalist batı Muhteşem Osmanlı'nın ruhunu Anadolunun böğrüne yani Ankara'ya bir kazık çakarak bağlamış, kırmızı çizgilerle sınırlarını çizmiş, o sınırlara tel örgülerden öte mayınlar dahi döşemiş, bu küçük coğrafyaya hapsetmiş, saltanat ve hilafet gücünü elinden almış ve adına da TÜRKİYE CUMHURİYETİ demiştir.
Başkentin Ankara'dan batı istikametinde olmak kaydı ile bir başka merkeze taşınması işte bu bakımdan çok önemlidir. Başkent Kayseri'ye taşınamaz. Ama batıya doğru her yere taşınabilir de bir söz vardır “yiğit düştüğü yerden kalkar”. İşte bu söze paralel olarak olması gereken kısaca şudur: anayasamızın degistirilemez maddelerinden olan başkent ankara ile ilgili madde değiştirilmez olmaktan çıkarılmalıdır. Başkentimiz Ankara'dan İstanbul'a taşınmalıdır. bunun en kolay yolu şudur ki Kanal İstanbul ile İstanbul Boğazı arasına yeterli arazi şimdiden tahsis olunmalıdır. Yoksa İstanbul'da yeterli alan bulmak büyük meseledir. Kanal İstanbul projesi tam hayata geçmeden uygun arazi şimdiden tahsis olunur ve bu alana kısa zamanda devletin idare merkezi rahatlıkla önümüzdeki zaman içinde inşa olunabilir. Tahsis olunacak en az bin dönümlük bir alanda her türlü donanım ve sığınakları, yeraltı tünel ve geçişleri, otopark ve bahçeleri ve helikopter pistleri ile dünyanın en güzel, en muhteşem ve en özel başkentini inşa etmek mümkündür. İnşa olunacak başkent sadece Türkiye'nin değil bu milletin idealindeki dünya devletinin başkenti olacaktır. Türkün yeni KIZIL ELMA'sı işte budur, bu olmalıdır.

15 Aralık 2014 Pazartesi

OSMANLICA-LATİNCE ALFABE ETRAFINDA LUMPEN PROLETERYA YA DA ÜLKÜCÜ OLMAK


LUMPEN; Bu tabir marksist literatürde kullanılan bir tabir. Özellikle "lumpen proleterya" şeklinde kullanılmakta. Yani sözlük anlamı ötesinde ifade edilmek istenen şudur ki aslında işçi sınıfından olup ta sınıf bilinci kazanamamış, işçi sınıfı olduğunun bilincinde olmayan işçi sınıfı topluluğu manasında kullanılmış. Ve bu tabiri ilk olarak alenen kullanan kişi Bülent Ecevit'tir. Bülent Ecevit 1980 öncesinde ülkücüler için "lumpen proleterya" yakıştırmasını yapmıştır. Meraklısı açar arşivlere bakar. Bülent Ecevit o zaman bu tanımlaması ile aslında ülkücülerin sınıf bilinci gelişmemiş işçi çocukları olduğunu ifade etmek istemişti bana kalırsa. Ben ise bu tabiri ülkücüler için, ayağı yere basan hiç bir bilinç geliştirememiş bir topluluk haline geldiği için kullanıyorum. Evet bugün ülkücü topluluk siyasi partisi, çatısı, lideri, fikri, ideolojisi, hedefleri, adresi belli olmayan bir topluluk değil midir? Ben demiştim ki bir yerde yuvasız kuşlar gibiyiz. Kimse kabul etmek zorunda değil ancak eğer Bülent Ecevit'in dediği gibi lumpen ya da lumpenleşmiş bir topluluk olmasa idik Rahşan Hanım'ın onca aşağılamalarına rağmen yine o tabirin sahibi Bülent Ecevit ile koalisyon yapmazdık. Eğer lumpenleşmiş olmasa idik millet, ümmet ve medeniyet gerçekleri arasında kimliksizleşemezdik. Biz hala Ziya Gökalp'in "türk milletindenim, islam ümmetindenim, batı medeniyetindenim" söylemini bile sorgulamayan irdelemeyen bir topluluğuz. Ben kendi adıma Ziya Gökalp değil kim ne şekilde ifade etmiş olursa olsun Türk Milletinden ve islam ümmetinden olmaya şeksiz şüphesiz evet derken "batı medeniyetindenim" söylemini ise kesinlikle reddediyorum. Batı medeniyetinden olmayı kabul etmek zaten başımıza bu dertleri açtı, Latin alfabesini, kabul, eski Yunan mitolojisini tercüme etmeler, Roma Hukukunu esas almalar falanlar filanlar. Ben bir hukukçuya sorarım ve makul mantıklı cevap beklerim. Neden Roma Hukuku dersini temel ders olarak gördük te yıllardır, İslam Hukuku ya da Mecelle'yi seçmeli ders olarak dahi neden görmedik. Hukukun kaynaklarından birisi de örf adet ve gelenekler bile olsa 600 yıllık bir devlet geleneğinin hukuksuz yaşayabilmesi mümkün müydü? Bu medeniyet tercihini neden sorgulamadık?..... Keza yine Ziya Gökalp'in Turancılık düşüncesini neden aşama aşama sorgulamadan bugünlere geldik.

Bugüne kadar ülkücü bir üslup ya da bir bakış, ya da anlayış dahi oluşamamıştır. Ülkücülük nedir diye sorsam her kafadan bir ses çıkacak biliyorum. Ben sordum ben cevap vereyim: Ülkücülük tıpkı Nasrettin Hoca'nın deve kuşunun başını ve ayaklarını kesip "işte şimdi kuşa benzedin" dediği deve kuşu gibidir. Ne devedir, ne kuş.... Yine aynı noktaya geleceğim Ülkücülük lumpen bir düşünceye dönüşmüştür. Bir gün penceremden baktığımda ülkücüler geçiyordu caddeden. Attıkları sloganlardan biri de şuydu "mustafa-kemalin-askerleriyiz" işte ülkücülük, ne milliyetçi, ne ümmetçi, ne batılı ne doğulu, ne şeriatçı, ne de Osmanlıcı, biraz laik, biraz kemalist falan filan işte.....

Arap alfabesi, latin alfabesi polemiğine girmek doğru değil bugün için. Zaten bugün bu konuyu neden gündeme taşıdığımızı da anlamak mümkün değil. Çünkü devletin getirmek istediği uygulama osmanlıca'nın ders olarak müfredata alınması konusudur ki alfabe değiştirmek gibi bir şey sözkonusu değildir. Yeniden eski alfabeye dönülmesi gibi bir tezden yana da değilim ancak Osmanlıca dersi nedeni ile bu konunun gündeme taşınması Osmanlı düşmanlığı ve Osmanlıca karşıtlığından kaynaklanmakta değil midir?...

Ancak halkların kardeşliği ve dinlerin eşitliği konusundaki düşünceyi evrensel bir söylem olarak savunmak gerekir. Bu söylemin diyalogçu söylemle bir ilgisi yoktur. Allah indinde tek din islamdır. Ancak Halkların kardeşliği ve dinlerin eşitliğinden anlamamız gereken odur ki Osmanlı İmparatorluğu zamanında nasıl ki Doğu Roma İmparatoru ünvanını İstanbul'u ve Bizansı fethetmekle alan Fatih Sultan Mehmet hem ortadoks dünyasının, hem ortadoks ermeni dünyasının, hem sinagog ve hahambaşılık merkezinin de İstanbul'da mevcut tutulması ile Yahudilerin padişahı sıfatını kazanmamış mıdır? Ve islam dininde cihat ile ilgili ayetlerde Allah müslümana saldırana ve müslümana hayat hakkı tanımayana savaş açmayı emrediyor. Elde kılıç önüne gelene saldırmak cihat değildir. Islam ve müslüman olmayanların malı, canı ve namusunu kendi malı canı ve namusu bilen Osman Gazi o düşünce ile bu muhteşem imparatorluğun temellerini atmıştı. Allah kur'anda buyurmuş, "senin dinin sana, benim dinim bana"dır ve dinde zorlama yoktur. Sanırım bu konuda bir sıkıntı yoktur ve olmamalıdır.

CHP ve onun ilkeleri ile paralel bir ülkücü hareket tasavvur bile edemem. Ancak bugün bu fantezi gerçek olmuştur. Siyaseten subjektif çıkar endeksili bir politika izleyen MHP pek çok yerde ve noktada CHP ile ve diğer paralel tabir edilen güçle paralel olabilmiştir ve bu tavrında ısrarcıdır da. Hata başka birşeydir, cehalette ve hatada israr başka. Ben kendi adıma CHP ve kadrolarında ya da o çatının altında doğru da aramam, tesadüfen görürsem de şüphe ile bakarım.

Türkiye Cumhuriyeti Devletine gelince; adı ne olursa olsun bu devlet benim devletimdir. Ben devletime bakarken Osmanlıyı da görürüm, Selçukluyu da görürüm. Ergenekondan, Altaylardan Tunaya, Adriyatiğe kadar uzanmış bir devlet geleneğini görürüm. Dolayısı ile devletimi iki harfe hapsedemem. Ve şuna inanırım ki bizim devlet geleneğimizde son yoktur, sadece nöbet değişimi vardır. Osmanlı Selçuklu'ya düşman değildi, T.C de Osmanlı'ya düşman olamaz. T.C yi kuran Osmanlı'nın gücü ve iradesidir. Yoksa Cumhurbaşkanlığı forsundaki onaltı yıldızın izahını yapamayız. Onaylarsınız onaylamazsınız T.C dönemi Osmanlının yaşadığı ikinci fetretin adıdır. Eli kulağında sonlanması yakındır diye düşünüyorum kendi adıma. Dolayısı ile T.C devletini kuruluş döneminin şart ve ilkeleri ile formatlamaya kalkmak mağlup bir devletin şartlarına yeniden dönmek olur ki bu oyuna gelmeyelim inşallah. Çünkü bizim devlet geleneğimiz T ve C ye, yani iki harfe sığmayacak kadar büyüktür.

Ben bugün geldiğimiz noktada HİLAL-HAÇ kavgasının hala aynı hız ve yoğunlukta ve şiddette sürdüğüne inanıyorum. Ve ülkemde CHP ve ona paralel zihniyetin bu kavgada haç yanında yer aldığını ve batı medeniyetinin bir Truva atı olduğuna inanıyorum. Kimsenin şahsını hedef almıyorum ancak ülkücü camianın bir fikir kısırlığı ya da fukaralığı içinde olduğu bugünün gerçeğidir. Ve bu camianın bunları sorgulamadan dillendirmeden bu kaostan kurtulması ve çıkabilmesi mümkün değildir. Eğer fikir çilesini çekerek beyinlerimizi berraklaştıramaz isek onlarca yıldır demeyeyim belki yüzlerce yıldır milletimizin ordularında nefer olmaktan kurtulmamız ve komutanlığa terfi etmemiz mümkün değildir. Evet dün de öyle idi bugünde öyledir, ülkücü milleti ve devleti uğruna ölmek için vardır ama idare etmek için yaşamak için var olmayı becerememektedir.

Türkiye'de Arap Alfabesine dönmek diye bir gündem yok, olacağını da sanmıyorum, bu saatten sonra böyle bir oldu bitti ihtimaline de karşı çıkarım. Ancak merak ettiğim şudur; böyle bir ihtimal ya da gündem yok iken sadece Osmanlıca dersi müfredata alınacağı konuşulduğu sırada koparılan bu fırtınayı anlamak mümkün değildir. Ülkenin dört bir yanında ülkücü camiada bir muhalefet rüzgarı estirilmektedir. Neden Arap Alfabesine karşı Latin Alfabesini kutsamak yerine Osmanlıca öğreniminin mezartaşlarını okumaktan öte anlamları olduğunu olabileceğini düşünmüyor ve konuşmuyoruz acaba?....Bu kadar sığ kalabilmek ve ufuksuz olabilmek için iyi bir tahsil ve emek lazımdır.

12 Aralık 2014 Cuma

CUMHURİYET HALK PARTİSİ-TÜRKİYE CUMHURİYETİ-ATATÜRK VE ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE


Çocukluğumda beş yaşlarında bataryalı radyodan idam edilen Adnan Menderes ve iki bakanın idam haberlerini hayal meyal hatırlıyorum. Sakallı ve bir Osmanlı olan dedemin köyde kasket şehre giderken başıne fotör şapka giydiği günleri de çok iyi hatırlıyorum. Eski evraklar arasında dedemin CHP üyelik kartını da görmüştüm. Demek ki bu milleti zorla CHP üyesi yapmışlar, zorla şapka giydirdikleri gibi. Zorla diyorum. Üniversitede İstanbul Hukuk Fakültesi Dekanı İlhan Akın'ın devrim tarihi kitabında yazmakta idi. Şapka Kanunu nedeni ile tartışmaların uzaması üzerine M. K.Paşa söz alır ve sözülerini aynen şöyle bitirir: "EFENDİLER İHTİMAL BAZI KELLELER GİDECEKTİR, ANCAK ŞAPKA GİYİLECEKTİR". Bu sözler üzerine muhalifler ikna olarak susarlar ve şapka kanunu çıkar. İlk okulun ilk yıllarında yıl 1967 lerde fısıltılar halinde konuşuluyor ve duyuyorum. Jandarma nurcu olan falan filanları almış bağ arasında bağ damında falakaya yatırmış onlar "allah, allah" diye feryat ederken yerlerde sürünecek hale gelinceye kadar dövmüş. Ben ilkokul öğretmenlerimin hiç birinin ne cuma ne de bayram namazlarında camiye geldiklerini hiç görmedim. Öğretmenlerin camiye gelmeleri sözkonusu bile değildi. Ve hatta memurların. Anlatırlar büyüklerimiz özellikle 1950 öncesinde köylü basması ayrı memur basması da ayrı satılırmış. Ben o dönemde muhtarlık yapan köylümün yıllar sonra ikinci evliliğinin iptali için açtığım evliliğin iptali davasında aklı başında olmadığından vasi tayin ettirmiştim. Ve sonradan doktor olan müvekkilim oğlunun anlatmasıdır. Son günlerinde tuvaletini altına yapan bu CHP muhtarı sonra kendi kakasını eline alıp evin muhtelif yerlerine sıvar ve elinde kalanlarını de kendisi yalar yutarmış. Oğlu bu yüzden arkadan düğümlediğim uçkurlu bir don giydiriyorum ve arkadan sımsıkı bağladığım uçkuru kördüğüm yapıyorum açıp ta pisliğini elleyip yiyemesin diye demişti. Yani Allah hiç bir cürmü cezasız bırakmıyor. Ilkokul 3.sınıfta 9 yaşında 1965 1966 larda akşamları camiye kuran öğrenmeye gidiyorum, genç bir hoca var. Yatsıdan sonra kuran öğretiyor, sure ezberletiyor ve fırsat buldukça vakit namazlarına da gitmeye çalışıyorum. Camiden elinde baston ile kovalayan ise Ali Molla lakaplı sarık bağlayan bir yaşlı. Namaz sırasında saftan geriye kovalar, camide çocukların ne işi var der. Sonradan öğreniyorum. Köyün bir numaralı CHP li mollasıdır kendisi. Yani bu CHP liler allahın evinde mabedinde bile rahat huzur vermezler bu millete. Bir gün hocamız yoktu, camiye gidemedik. Kooperatif müdürü şikayet etmiş, sabah namazlarında çok bağırıyormuş, o zamanlar hoparlör de yok ama cami ve kooperatif ve lojmanı yanyana ya. Bir de güya kuran hocamız henüz 20 yaş altındaki o delikanlı "namaz kılmayan kafir olmaz ama kafirler de namaz kılmaz" demiş. Bir şikayetle hocamız gitti ve bir daha gelemedi. Ne olduğunu da asla öğrenemedik. Arada bir, bugün gazetesi yazarı Mehmet Şevket Eygi'nin sabah namazları moda idi, onları duyuyoruz ve bir de Necip Fazıl'ın konferanslarını duyuyoruz. Gidenler de oluyor. Yaşar Tunagür Hocanın vaaz kasetleri çok meşhur ve orta ikinci sınıfta idim sanırım bir gün komşu köye gittik bir köhne minibüs ile. Köy meydanında kahve önünde Fethullah Gülen oturuyordu, ellerini bağlamış vaziyette. Kısaca millette dine bir ilgi ve büyük bir açlık sözkonusu idi. O açlıktır ki bugün bir kısım cemaati devlet karşısında paralel bir güç haline getirdi.

Milletimizin diğer milletlere göre farklı bir kaderi var. Göçebe olan milletimiz ortaasyadan batıya doğru çıktıkları göçte Mısır'a kadar inmişler, malumunuz Memlük ve Kölemen devletini kurmuşlar, bir kol, Anadolu'ya gelmiş, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçukluları, bir kol Karadenizin kuzeyinden Avrupa'ya doğru uzanmış, Finler, Macarlar, Bulgarlar, halen Romanya'da yaşayan gagavuz, ya da Gökoğuzlar, ve Atilla Roma'ya kadar inmiş bildiğiniz gibi. Şu anda vatan yaptığımız yerler Sibirya Tuva Türk Cumhuriyetine kadar geniş bir coğrafyada yaşayan milletimiz Osmanlı İmparatorluğu döneminde Afrika hatta Amerika da dahil olmak üzere bütün dünyaya yayılmıştır. Şu anda ise Güney Amerika ülkeleri ve Avustralya da dahil olmak üzere milletimize mensup insanlarımızın adım atmadığı coğrafya yok gibidir. Ancak bu süreçte bir kısım insanımız dilini, bir kısmı dinini, bir kısmı soyunu unutarak asimile olmuş kaybolup gitmiştir. Bu büyük bir milletin cihanşumul bir dava uğruna hareket ederken verdiği firelerdir diye düşünüyorum.

Burada tarih dersine girmeyeceğiz elbette ama bir genel hülasa yapmak gerekmiştir.

Evet Sultan Alparslan'ın bin yıl evvel Anadolunun kapısını açması ve anadoluyu vatan yapmaya başlaması ile başlayan süreç sonunda 1300 de kurulan Osmanlı İmparatorluğu Türk İslam medeniyet ve kültürünün birleşmesi ile dünyanın en uzun ömürlü, en muhteşem imparatorluğu olmuş, hıristiyan batının karşısında şerefle ve onurla islam dininin temsili yanında hıristiyan ve musevilik ve diğer dinlerle birlikte üç kıtada geniş bir coğrafyada her türlü etnik kimliğin huzur ve refah içinde yaşadığı bir sistem örneği vermiştir.

           Ancak İstanbul'dan Kudüs'e kadar aç ve serseri hıristiyan şövalyelerce yapılan talanların ve yağmaların hikayesi olan haçlı seferlerinin rövanşı gibi Osmanlı'nın Viyana ve Otranto kapılarını zorlaması hıristiyan batıyı birleştirmiştir. Endülüs Devletini yıkan ve Endülüs'ü talan eden hıristiyan batı, Endülüs'ten aldığı bilim ve teknik ve altyapı ile rönesansı yaşamış, Osmanlının aksine sömürgeci ve emperyalist yapısı ve zihniyeti ile yahudi girişimcisi ve Afrikadan talan edilmiş sermaye yerli ve yabancı ucuz emek ile birleşince, Avrupa üretimde ve sanayide Osmanlının önüne geçmiş, yahudinin zekası ile birleşen batının siyasal gücü ve altyapısı kendini yenileyemeyen ve yorulan yaşlanan Osmanlı'nın sonunu hazırlamıştır. İbni Haldun'un da ortaya koyduğu ilke gibi devletler de insanlar gibi doğar, büyür, gelişir ve yaşlanır ölür söylemine uygun olarak Osmanlı'nın sonu gelmiştir. Ancak Türk Devletlerinden devamlılık esastır, nasıl ki Büyük Selçuklu'dan Anadolu Selçuklularına geçiş olmuş ve oradan Osmanlı'ya geçiş olmuş ise Osmanlı İmparatorluğundan da cumhuriyete geçiş olmuştur. İşte burada bu geçiş sürecinde sorun şudur ki bu geçiş sancılı bir geçiş olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun 1.Dünya harbinde yenilip tasfiyesinden tasfiyesinden sonraki dönem bizi çok ilgilendirmektedir. O bakımdan cumhuriyetin kuruluşu ve CHP zihniyeti ve misyonu üzerine yoğunlaşmamız gerekmekte. Çünkü CHP sömürgeci emperyalist batının dayattığı batıcı laik ulusalcı ve cüce sistemin partisidir. CHP emperyalist batının dayattığı değerlerin yılmaz savunucusu, milli ve manevi değerlerin düşmanı ve katilidir. CHP ve CHP zihniyeti ne batı ne doğu demokrasisi, her türlü demokratik değerlerden uzak otokratik, elitist ve ulusalcı marjinal bir dayatmacı hareketin adıdır. Dolayısı ile CHP kuruluşundan bu yana asla ve asla millet çoğunluğunun teveccühünü ve desteğine mazhar olamamıştır. Olması da mümkün değildir. CHP kuruluşundan bu yana ordudan, yabancı güçlerden, gayrımilli sermayeden ve satılmış basından destek bulmuştur sadece. CHP yi yaşatan ve bugünlere getiren ise milletten gasp edilen iş bankası hisseleridir. O hisseleri gerçek sahibine veriniz CHP diye bir parti kalmayacaktır.

Yakın tarihimizin iki yüzü var. Birisi öğretilmiş tarih, birisi saklanmış tarih. Aynen cumhuriyetin kuruluşunda olduğu gibi. Bir cumhuriyeti kurmak isteyen irade var, bir de dayatmak isteyen irade. Cumhuriyeti kurmak isteyen irade birinci dünya harbini kaybetmiş olan Osmanlı Sultanıdır. Ve onun iradesi etrafında toplanmış Osmanlı münevverleri. Ancak bir yerden sonra kontrol o iradenin elinden çıkmış ve cumhuriyeti Osmanlı Sultanının iradesi hilafına Osmanlı İmparatorluğunu mağlup devlet muamelesi ile tasfiye etmek isteyen bu mantıkla cumhuriyeti dayatan iradenin kontrolüne geçmiştir. Mustafa Kemal Atatürk te başta padişah adına hareket etmekte iken saf değiştirmiş ve bu batılı emperyalist güçlerle uzlaşarak onların dikte ettirdiği doğrultuda bir cumhuriyet kurmuştur. Fazla ayrıntıya girmeye gerek yoktur. Bu tarihçilerin işi olsun. Ama bu anlaşma nedeniyledir ki daha dünkü şımarık çocuğumuz Yunanistan'ın batı Anadoluyu işgal eden ordusunu, batı desteğinden mahrum kaldığı için tokatlaya tokatlaya izmir'e kadar sürmüşüz ve denize döktüğümüz söylenir ama onlar İzmir'e getiren İngiliz gemilerine binerek geldikleri gibi giderler. Veya denize dökülürler diyelim. De asıl sorum şudur geçilemeyen Çanakkale geçilmiş ve İstanbul işgal edilmiş iken İstanbul'u işgal eden İngilizler ve müttefikleri nasıl olmuş ta bir kurşun dahi atılmadan İstanbul'u, caaanım İstanbul'u kendi rızaları ile işgale son vererek bize teslim etmişlerdir? Keza Yunan ile bu kadar yoğun bir savaş yaşanmış ta Fransız ya da İtalyanlar ile veya İngilizler ile kurtuluş savaşı sırasında yaşadığımız varsa büyük savaşların tarihi neden yoktur? Lutfen farklı bir cevabı olan cevap versin. Evet Yunan işgalinin sona ermesi, varılmış bir gizli mutabakatın sonucudur. Osmanlı 1.Dünya Harbinde yenildiğinde değil işte bu mutabakat sağlandığında yenilmiştir aslında. Yani cumhuriyetin kuruluşu ile yenilmiştir. Yoksa devlet anlayışımızda devamlılık esastır. Osmanlı'nın bitişi ile aynı misyon ile Türkiye Cumhuriyeti kaybettiği topraklara rağmen kaldığı yerden devam etmeli idi. Türkiye Cumhuriyetini kuran kadro ise Osmanlı İmparatorluğunun misyonunu katletmiş, ingiliz merkezli batının dayatmalarını kabul etmiş, 1923 te bir sömürge devleti kurmuştur. Evet kurulan devlet bir sömürge devletidir. Lozan Anlaşması tamamlanır taraflar imzalar, fakat İngiltere ne zamanki Halifelik kalkar ve anlaşmayı 15 Nisan 1924 tarihinde onaylar.Ve İtalya’da münteşir “Apokar” isimli yayın organı olayı şu ifadelerle dünya kamu oyuna ilan eder:

Mustafa Kemal Paşa’nın hareketi, hilafeti Britanya İmparatorluğu’na hediye etmekten başka bir şey değildir”

       18 Mart'ta İstanbul'da toplanan mebuslar, yasama dokunulmazlığının ortadan kalktığı gerekçesiyle meclisi süresiz tatil etme ve Ankara'da toplanma kararı verdi.

       İstanbul meclisinin tüm üyeleri otomatik olarak Ankara'daki meclise katılma hakkına sahipti. Bunlardan Ankara'ya gelmek istemeyen birkaçı istifa etmiş sayıldı. Sonuçta (gecikenlerle birlikte) Mebusan Meclisi  üyelerinden 92'si yeni meclise katıldı.

            Meclisin açılış aşamasında Osmanlı Devleti hala İstanbul'da hüküm sürmekteydi. Meclis, açılış gününde sultan ve halife VI. Mehmet'e (Sultan Vahdettin) bağlılık yemini etmiş, ancak uygulamada İstanbul'daki iktidardan tamamen bağımsız olmuştur. Ve 1 Kasım 1922'de aldığı kararla Osmanlı Devleti'ne son vermiştir.  Ancak ne zaman ki hilafet te kaldırılmış işte o zaman yenilgimiz tamamen tescillenmiştir.

          Heyet-i Temsiliye Başkanı, 19 Mart’ta, İstanbul’dan gelecek mebuslarla çalışacak yeni vekillerin belirlenmesi için bütün valiliklere seçim talimatı gönderdi. Her parti, dernek, topluluk aday gösterebilecek, herkes istediği yerden bağımsız aday olabilecekti. Seçim gizli oyla çoğunluk usulüne göre; oyların sayımı ise seçim meclisi önünde açık yapılacaktı. Her seçim bölgesi Millî Mücadele’ye katılanlar arasından beş temsilci seçecekti.

          Meclis 22 Nisan’da açılacakken bir gün erteleniyor; çünkü ertesi gün mübarek cuma. Mustafa Kemal’in talebiyle önce topluca namaz kılınıyor.” Sakal-ı Şerif ve Sancak-ı Şerif eşliğinde salâvatlarla ulaşılan Meclis, duayla açılıyor.  Ankara’da farklı siyasi görüş ve düşüncelerden yüzlerce insan bir araya geldi. Bu sistem sayesinde Türkiye’nin ilk meclis döneminde dünyanın en ileri parlamenter demokrasisine sahip olduğunu belirtiliyor. Konuşmalar bugünkü gibi iç tüzükle sınırlanmadığı için gece gündüz toplantı hâlindeki Meclis’te herkes istediği konuda dilediği kadar konuşabiliyordu.

            1.dönem milletvekillerinin 288'i yüksek öğrenim görmüş, 94'ü orta öğrenim mezunu kişilerden oluşmakta, meslek dağılımı şu şekildedir: 162 serbest meslek, 133 devlet memuru, 54 asker, 32 din adamı, 30 aşiret reisi, 7 teknik eleman, 16 sağlık görevlisi, 2 Reji görevlisi. Toplam 378 milletvekilinin 162'si birden fazla dil bilgisine sahipti.

Meclis, hilafet ve saltanatı işgalden kurtarmak maksadıyla toplandığını her fırsatta tekrarlıyor. Mustafa Kemal, 28 Nisan’da Meclis Başkanlık Divanı’nın padişaha çektiği telgrafı mebuslara okuyor: “Millî savunmamızı padişahlık makamına bir ayaklanma gibi göstermek isteyen ve halkı kandırmak için durmadan çalışan hainler var. Milleti birbirine kırdırmak istiyorlar. Oysaki vuran da vurulan da hepsi sizindir… Kalbimiz size bağlılık ve kulluk duygularıyla dolu olduğu hâlde tahtınızın etrafında her zamandan daha sıkı bir bağla toplanmış bulunuyoruz.” Diyen Mustafa Kemal kısa bir müddet sonra milli mücadelenin bitmesi ve cumhuriyetin ilanından sonra hızlı değişim süreci başlıyor.

Birinci Meclis’in İzmir mebusu Mahmut Esat Bozkurt anılarında değişimi şöyle anlatıyor: “Meclis’te müezzin beş vakit ezan okur, imam cemaatle namaz kıldırırdı. Dikkate değer ki, Kurtuluş Savaşları zaferle taçlandıktan sonra Atatürk Ankara’ya döndü. Meclis kapısı önünde resmî üniformasıyla bekleyen imam efendi Atatürk’ü durdurdu, ellerini kaldırdı. Fakat duaya başlar başlamaz Atatürk hiddetle, ‘Burada böyle şeylere lüzum yoktur, bunları camide yapabilirsiniz. Biz savaşı dua ile değil, Mehmetçiğin kanı ile kazandık!’ dedi ve imamı kovdu.”

Birinci meclisin feshi ile Seçim kararı 1 Nisan 1923'te alındı. Meclisin feshedilmesi ve yeni bir meclis oluşturulması düşüncesinin temel nedeni Lozan Barış görüşmeleri idi. Muhalafetin Lozan Görüşmelerinde büyük bir taviz verildiğini söyleyeceği ve Lozan Anlaşmasını kabul etmeyeceği düşünülüyordu. Bu yüzden Mustafa Kemal Batı Anadolu gezisinde kamuoyunu hazırlamaya çalıştı ve gezi dönüşü 20 Şubat'ta Vekiller Heyeti Başkanı Rauf Bey'in çalışma yerinde vekiller heyeti ile bir gece toplantısı yapıldı. Toplantıya Meclis ikinci başkanı Ali Fuat Paşa da katıldı. Bu toplantıda meclisin feshedilmesi ve seçimin yenilenmesi kararlaştırıldı.  1923 Türkiye genel seçimleri ülkenin ilk genel seçimleridir. 28 Haziran 1923 tarihinde gerçekleşen seçimde mebusların büyük kısmını Birinci Grup olarak adlandırılan Müdafaa-i Hukuk Grubu elde etti. 1919'dan beri mecliste önemli bir ağırlığı oluşturan İkinci Grup ise meclisin o dönemin anayasası sayılan Kanun-i Esasi'ye uygun olarak feshedilmediği gerekçesiyle seçimleri protesto etti. Bağımsız olarak seçilen birkaç milletvekilinin dışında tüm milletvekilleri Birinci Grup'tandı. Muhalif olarak seçilmeyi başaran tek aday Gümüşhane mebusu Zeki (Kadirbeyoğlu) oldu.

1924 yılında Mustafa Kemal Cumhuriyet Halk Partisi'ni kurdu. Hemen ardından da yine 1924 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu. TCP, şubat 1925'te patlayan Şeyh Sait ayaklanması gerekçe gösterilerek kapatıldı. Böylece 1927 seçimlerine tek parti ile gidildi.

Seçimden önce, 16 Haziran 1927'de bir yasa değişikliği ile ordu mensuplarının aday olabilmek için ordudan istifa etmeleri ya da emekliliklerini istemeleri şart koşuldu. Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Kazım Karabekir emekliliklerini istediler. Mustafa Kemal, zaferden 5 yıl sonra ilk olarak İstanbul'a gelerek seçim çalışmalarını yürüttü. Gazi, oyunu Beşiktaş'ta, İsmet İnönü ise Heybeliada'da kullandı. Halkın seçime katılmasını teşvik etmek için davul zurnayla, bazı yerlerde bando ile davetler yapılmasına karşın, katılım sadece % 20 civarında oldu. Bu katılma oranı da sisteme karşı milletin sessiz protestosunu ve tepkisini göstermektedir.

1930 yılında kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF), aynı yıl içinde meydana gelen Menemen Olayı'nda kısa süre önce kendi kendini kapattı. SCF'nin kapanmasından sonra Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, geniş bir yurt gezisine çıktı. Bu gezi sonrasında Çankaya Köşkü'nde Mustafa Kemal Paşa başkanlığında TBMM Başkanı Kazım Özalp ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın da katıldığı bir toplantı neticesinde seçimlerin yenilenmesine karar verdi. Ancak SCF'nin kapanması üzerine farklı bir taktik geliştirilerek, mecliste parti yerine bağımsız milletvekillerinin bulunması yöntemine geçildi.

Mustafa Kemal Paşa bu seçimlerde Cumhuriyet Halk Fırkası'nı (CHF) denetime tabi tutmak için CHF'nin 22 ilde 30 milletvekilliği için aday göstermeyerek, buralarda bağımsızların seçilmesi için onlara bir fırsat tanımıştı. Ancak bu adayların laik, cumhuriyetçi ve milliyetçi olmaları istenmişti.

CHF 63 olan seçim çevresinde 287 aday gösterip, 22 seçim çevresinde (Adana, Afyonkarahisar, Aksaray, Antalya, Aydın, Balıkesir, Bolu, Burdur, Bursa, Isparta, Kastamonu, Konya, Manisa, Niğde, Sinop, Tekirdağ illerinde birer, İzmir, Kayseri, Kocaeli, Kütahya, Samsun'da ikişer, İstanbul’da ise 4 olmak üzere) toplam 30 adaylığı bağımsızlara bıraktı.

25 Nisan 1931 tarihinde yapılan seçimlerde, 63 seçim çevresinden toplam 317 milletvekili seçildi. CHF'nin ilan ettiği 287 aday seçilirken, 30 bağımsız milletvekilliği için 194 adayın mücadele ettiği seçimlerde İstanbul'da 3, Samsun ve Tekirdağ'da da birer bağımsız aday seçilemedi. Seçilen 3 bağımsız aday da, iki yerden birden seçildiği için 10 bağımsız adaya ayrılan milletvekilliği boş kaldı.

5 Aralık 1934'te yapılan ve kadınlara milletvekili seçilme hakkı veren anayasa değişikliği sonrasında yapılan ilk milletvekili seçimleri olup 383 erkek, 18 kadın milletvekili seçilmiştir. Bu, %4,8 lik oran, cumhuriyet tarihinde kadınların meclise en yüksek orandaki katılımı olma özelliğini 2007 genel seçimleri'ne dek korudu. Ayrıca seçim öncesinde seçmen yaşı 18'den 22'ye çıkarılmış, seçimde bu şekilde uygulanmıştır. Seçim, tek parti dönemindeki diğer seçimler gibi iki dereceli yapılmış ve seçime sadece CHF listesi katılmıştır. CHF'nin 1927 tüzüğü uyarınca aday listeleri partinin "değişmez genel başkanı" sıfatıyla Cumhurbaşkanı Atatürk tarafından belirlenmiş ve ilan edilmiştir. Ayrıca Cumhuriyet Halk Fırkası'nın bu isimle katıldığı son seçimlerdir, 1935 yılı Mayıs ayında 384 milletvekili ve 160 il delegesi ile toplanan Dördüncü Kurultay'da partinin adı, Dil Devrimi'nin getirdiği yeni anlayış uyarınca Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirilmiştir. V. Dönem TBMM üyelerinin seçiminden hemen sonra yasa gereği yapılan seçimlere 399 milletvekilinin 386'sı katıldı. Mevcut Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk 1. turda oy birliğiyle tekrar Cumhurbaşkanı seçildi.

26 Mart 1939 tarihinde yapılmış milletvekili genel seçimleri iki dereceli yapılmış ve seçime sadece CHP listesi katılmıştır. CHF'nin 1927 Tüzüğü uyarınca aday listeleri "Milli Şef" İsmet İnönü tarafından belirlenmiş ve ilan edilmiştir. Ayrıca Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu isimle katıldığı ilk milletvekili seçimleridir, 1935 yılı Mayıs ayında 384 milletvekili ve 160 il delegesi ile toplanan Dördüncü Kurultay'da partinin adı, Dil Devrimi'nin getirdiği yeni anlayış uyarınca Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirilmiştir. Seçim sonrasında 3 Nisan 1939'daTBMM açılmış ve İsmet İnönü oybirliğiyle yeniden cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bundan sonra Dr. Refik Saydamistifa etmiş, kabineyi kurmakla tekrar görevlendirilmiş ve TBMM’den güvenoyu almıştır.

1943 Türkiye genel seçimler, 28 Şubat 1943 tarihinde yapılmış milletvekili genel seçimleridir.

Seçim, son kez tek parti dönemindeki diğer seçimler gibi iki dereceli yapılmış ve seçime sadeceCumhuriyet Halk Partisi listesi katılmıştır. CHF'nin 1927 Tüzüğü uyarınca aday listeleri "Milli Şef" İsmet İnönü tarafından belirlenmiş ve ilan edilmiştir. Seçim sonrasında 8 Mart 1943'da TBMMaçılmış ve İsmet İnönü tekrar cumhurbaşkanı seçilmiş, İnönü de kabineyi kurmakla Şükrü Saraçoğlu’nu görevlendirmiştir.

1946 Türkiye genel seçimleri, 21 Temmuz 1946 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimleri. 5 Haziran'da Milletvekili Seçim Yasası değiştirilmiş ve Cumhuriyet tarihinde ilk defa tek dereceli seçim esasında gerçekleştirildi.

Cumhuriyet Halk Partisi 395, Demokrat Parti 66 ve bağımsızlar 4 milletvekilliği kazanmıştır.

Türkiye Cumhuriyetinin ilk çok partili genel seçimi olan bu seçim adli denetim dışında, açık oy, gizli sayım ve çoğunluk sistemi esasına göre yapıldı. (açık oy - gizli tasnif) Bu usulsüzlüklerinden dolayı "şaibeli seçim" şeklinde de anılmıştır. Bu genel seçim ileTBMM 8. dönem milletvekilleri seçilmiştir.

1950 Türkiye genel seçimleri,TürkiyeCumhuriyeti tarihinin ilk demokratik seçimi olarak kabul edilir. Bu genel seçim ileTBMM 9. dönem milletvekilleri seçilmiştir. "Gizli oy , açık tasnif" sistemi ilk kez bu seçimde uygulanmıştır.

Yukarıdaki kısa tarihçeden de görüleceği üzere belki 1876 birinci meşrutiyetten ikinci meşrutiyete padişahın belirlemediği milletvekili aday listeleri ve milletvekilleri cumhuriyetin kuruluşundan sonra Atatürk ve İnönü tarafından belirlenmiştir. Yani saltanat bitmemiş, sadece Osmanlı saltanatı bitmiş, Atatürk ve İnönü saltanatı dönemi başlamıştır. Ve onların ölümü ile saltanat ordu ve bürokrasi, yüksek yargı ve üniversiteler, basın ve dış lobiler desteği ile CHP saltanatı olarak devam etmiştir.

Biz bu kronolojik seçim takviminden sonra yeniden cumhuriyetin kuruluşuna dönelim:

T.B.M.M bir cuma günü kur'anı-ı kerim tilavetleri ile açılmış ise de cumhuriyetin ilanından sonra gizli anlaşmalara konu devrimler ard arda gelmeye başlamıştır. Şimdi olabildiğince kısa ve özlü olmak kaydı ile Milli Mücadelenin ilk günlerinden bugüne satırbaşları ile hızlı bir hülasa edelim olayları ve gelişmeleri fazla ayrıntılara girmeden. Çünkü her bir satırbaşının ayrı bir araştırma ve inceleme konusu olduğu hususu izahtan varestedir:

1-En son Bülent Ecevit'in de başbakanlığı sırasında itiraf ettiği gibi son padişah Vahdettin hain değildir ve Atatürk Sultan Vahdettin tarafından Anadoluda bir direniş örgütlemesi için görevlendirilmiştir. Bu tarihi gerçek değişik kaynaklardan ve arşiv belgelerinden araştırılıp doğrulanabilir ki bu pek çok eserle yapılmıştır da. Bu gerçeği dillendirmek Atatürk düşmanlığı olarak algılanamaz. Sadece şunu görmekteyiz ki yakın tarihimiz layıkı ile yazılmamış ve gerçekler çıplaklığı ile ortaya konmadığı gibi pek çok gerçeğin üstü de örtülmüştür. Saltanat kaldırılmaması gerekir iken kaldırılmıştır. Evet saltanat kaldırılmamalı idi, tıpkı Büyük Britanya İmparatorluğu'nun kraliyet ailesi nasıl ki yaşamaya devam etmektedir. Ancak manevi ve temsili etkisi dışında hiç bir etki ve yetkisi yoktur. Aynen onun gibi muhafaza edilebilirdi. Dünyanın en az bir yarısı Japonya'dan ispanya'ya, Holanda'dan Belçika'ya İngiltere'ye, İsveç'ten Monako'ya, Fas'tan Arabistan'a hala saltanat ile birlikte yaşamaktadır.

2-Bunu bütün tarih kitapları böyle yazar ve böyle bilinir ki T.B.M.M 23 nisan 1920 de bir cuma günü Kur'an-ı Kerim tilaveti ile ve dualarla açılmıştır. Devletin ve meclisin kuruluşunda İslam ön plandadır. İlk anayasada devletin resmi dini islam olarak kayıt altına alınmıştır. istiklal Savaşı komuta kademesinin tamamı Osmanlı subaylarından oluşmuş olup saltanata ve hilafete bağlı ordu ve milis kuvvetleri oluşturmuşlar ve İslam dünyasından Hilafetin tehlikede olduğu gerekçesi ile gelen her türlü maddi ve ayni yardımlar Hilafet adına Anadoludaki hareketçe alınmış ve direnişte değerlendirilmiştir. Yani olay şudur ki direniş bitene kadar saltanat ve hilafet ile Kuvayı Milliyenin ve Atatürk'ün bağları asla kopmamıştır.

3-T.B.M.M ilk oluştuğunda milletin gerçek temsilcilerinden oluşmakta idi. Ancak daha sonra Lozan anlaşmasının meclisçe kabul edilmeyeceğini gören Atatürk meclisi feshetmiş ve kendisinin bizzat atadığı milletvekili adaylarının seçilmesinden oluşan 2.meclis Lozan Anlaşmasını onaylamıştır.

4-Bu arada cumhuriyetin ilanı ile başlayan bazı devrim ve değişimler 1950 lere kadar sürmüştür. Ancak dikkat edildiğinde görülecektir ki milli mücadele zaferle sonlanmasa, Anadolu toptan işgal edilse ve sömürge haline getirilse idi işgal kuvvetleri ne yapacaksa o devrimler yapılmış, hatta ve hatta işgal kuvvetlerinin başaramayacağı ve cesaret edemeyeceği değişimler dayatılmıştır. Devamındaki başlıca devrimleri sıralarsak;

A-Madde numaralarına kadar aktarılmak suretiyle Medeni Kanun ve Ceza Kanunu İsviçre ve İtalya'dan tercüme edilmiş kabul edilmiştir.

B-Alfabe değiştirilmiş, Osmanlı alfabesi Arap alfabesidir diye bir kenara atılmış ve Latin alfabesi Türk alfabesi niyetine kabul edilmiş, toplumun tamamı cahil hale getirilmiştir. Millet külliyen okuma yazmaktan yoksun cahil haline getirildi. Kütüphanelerin kapısına kilit vuruldu. Arşivlerimiz satıldı, tahrip ve talan edildi. Tarihi binalarımızın girişlerindeki tuğralar, kitabeler dahi özel bir kanunla söküldü kaldırıldı, kaldırılamayanlar yontuldu ve tahrip edildi.

C-Hicri takvimden miladi takvime geçilmiş, Hz. Muhammed (a.s) in hicreti yerine Hz. İsa'nın doğumunu esas alan takvim kabul edilmiş, Hafta tatili kanunu çıkarılmış, resmi tatil cuma günü yerine hıristiyan ve Musevilerin hafta tatili olan cumartesi pazara alınmıştır.

D-Kılık kıyafet devrimi yapılmış, batının kılık kıyafeti kabul edilmiş, Kılık kıyafet ve şapka kanunu çıkarıldı. Osmanlıdan kalan her türlü kılık kıyafet yasaklanmıştır. Sadece şapka kanununa muhalefet nedeniyle İskilipli Atıf Hoca başta olmak üzere pek çok kişi asılmış, muhalefet eden Rize vilayeti hamidiye zırhlısı tarafından bombalanmış, “vergi de vereceğiz, askere de gideceğiz, şapka da giyeceğiz” sözü o bombalamadan kalmıştır.

E-Türk Müziği yasaklanmış yıllarca batı müziği devletçe desteklenmiş, opera ve bale ve senfoni orkestraları kurulmuştur. Devlet türk müziği ve kültürünü yasakladığı gibi kendi eli ile opera bale ve cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası ile batı müziğini kutsadı ve destekledi.

F-Dini hayat tamamen yasaklanmış, ve kontrol altına alınmış, hilafet kaldırılarak sadece Anadolu değil bütün Türk-İslam dünyası ve Osmanlı coğrafyası başsız ve sahipsiz bırakılmıştır. Hilafet te İslam dünyasında manevi bir merkez ve otorite olarak muhafaza edilmeli idi. Bu devrimlerin ne kadar saçma olduğu bu güne kadar sorgulanmamıştır bile. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethettiğinde ne Fener Ortadoks Patrikhanesini ne de diğer dini müesseseleri kaldırmamış sadece kendisine bağlamıştır. Fatih İtalya'yı fethetse idi, batı Roma'nın da fatihi olsa idi Vatikan'daki papalığı kaldıracak değildi, sadece Fener gibi Osmanlı'ya bağlayacak, hıristiyan dünyasını da Papalık makamı yolu ile idare ediyor olacaktı. Fakat biz ne yaptık, saltanatın ardından hilafeti de lağvettik ve islam dünyasını başsız, Türkiye'yi ise böyle bir siyasi ve dini güçten mahrum bıraktık. Yakınlarda demiştim ki bir yerde cumhuriyet bayramında: "Türkiye müttefikleri ile birlikte Avrupa'ya savaş açtı ve Avrupayı yendi, en son İngiltere adasını da işgal etti, İrlandalıları İngilizler üzerine sürdü, İrlandalılar ingilterenin bir yarısını işgal etti. Londra işgal altında iken İngiltere hükümeti ile bir anlaşma yaptı. İngiltere'nin krallıktan tamamen cumhuriyete geçmesi, Büyük Britanya İmparatorluk adını ve tarihini reddedip eğitim sisteminde kraliçe ve Britanya düşmanı bir nesil yetiştirmesi, İngiliz alfabesi yerine Arap Alfabesini kabul etmesi, hafta tatilini pazardan cumaya alması, miladi takvim yerine hicri takvime geçmesi, şapka yerine Osmanlı sarığı giyilmesi için kanun çıkarması, ağırlık ölçü birimlerinde kilodan okkaya, metreden arşına geçilmesi gibi bilcümle devrimleri yapması karşılığında İngiltere Kraliçesi ve ailesini gemiye bindirerek ve yedeğine alarak işgale son verip işgal ettiği Londra'dan da çekilmiştir, İrlandalılar arkasındaki desteğini de çekince İrlandalılar geri çekilerek İrlanda adasına geri dönmek zorunda kalmıştır. işte o tarihten sonra kurulan İngiliz Cumhuriyetinin kuruluşunu İngilizler her cumhuriyet Bayramında büyük bir gurur ve heyecanla kutlamaktadır."Desem ne düşünürsünüz acaba?

G-Tekkeler ve Zaviyeler ve milli mücadelede büyük rol oynamış olan Türk Ocakları kapatılmış ve yerlerine o günden bugüne anarşi ve terör merkezi olan Halk Evleri açılmış, devletçe himaye edilmiştir.

H-Osmanlıdan kalan pek çok cami, han ve imaretler kaderine terk edilmiş, devletçe el konulmuş, satılmış ve tahrip edilmiştir.

İ-Tarihi eserlerimizin girişlerindeki ve içlerindeki Latin alfabesi ile olmayan kitabeler dahi özel kanunla kaldırılmış ve tahrip edilmiştir. Osmanlı arşivleri ve kütüphaneleri yağma edilmiş, satılmış ve büyük oranda yok edilmiştir.

K- Başkent Ankara yapıldı ve bu madde anayasanın değiştirilemez maddesi haline getirildi. Ve Başkent batı tarzında bir mabetsiz şehir halinde yapılaştırılmıştır. T.C Devleti batılı danışman ve batı kafalı devşirme kadrolara teslim edilmiş, milli ve dini değerlerden tamamen uzaklaşılmıştır.

L-Türk dünyasına ve İslam dünyasına sırt çevrilmiş yalnızca batı ülkeleri ile sıcak ilişkiler kurulmuştur. Dünkü vilayetlerimiz ile aramıza tel örgüler ve mayınlı sahalar inşa edilmiş, Anadolu coğrafyasına hapsolan Türk Milletinin dört bir yanındaki komşuları ile düşmanlık üzerine politikalar üretilmiş ve büyük Türk Milleti Anadolu yarımadasına hapsolunmuştur.

M-Bütün bunlar yapılırken Atatürk ve ölümünden sonra İsmet İnönü, sırası ile Ebedi Şef ve Milli Şef olarak kutsanmış ve Osmanlı padişahlarına dahi gösterilmeyen yüceltme Atatürk ve İsmet İnönü'ye yapılmıştır. Tüm Osmanlı padişahları “mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” sözünden rahatsızlık duymazken salonlarda adeta yeni bir din inşa ediliyormuşçasına nutuklar atılmış, şiirler okunmuş, heykellere servetler harcanmış ve onlarca yıl harcanmaya devam edilmiştir.

           Atatürk'ün sağlığında ve ölümünden sonra osmanlı'dan kalan ne varsa kim varsa tahrip edildi, dışlandı, tecrit edildi, yok edildi. O yetmezmiş gibi islamcı ve saltanat ve hılafet etkisindeki kişi ve kurumlar rencide edilmiş, tecrit edilmiş, yok edilmek istenmiş ve edilmiş, milliyetçi çizgide oluşan Türkçü Turancı hareket te 1944 milliyetçilik olayları sırasında boğulmuş, tabutluklarda her türlü zulüm onlara reva görülmüştür. Bu sistemden nasibini almayan kalmamıştır. Menemen olaylarından Şeyh Sait isyanlarına, Konya ve Düzce isyanlarına kadar değişik tezgah ve provakasyonlar ile alevisi, sünnisi, kürdü, Türk'ü Çerkezi, saltanatçısı, islamcısı, milliyetçisi her bir kesim nasibini almıştır. Cumhuriyetin kuruluşu sırasında kurtuluş savaşı nedeniyle dünya müslümanlarının gönderdiği yardım paralarının büyük bir kısmı ile Atatürk'ün malvarlığı oluşturulmuş, İş bankası kurulmuş ve kurulan Cumhuriyet Halk Partisi'ne bu banka hisselerinin önemli bir kısmı peşkeş çekilmiştir. Eylülde Halk fırkası kurulmuş ekimde cumhuriyet ilan edilmiştir. Işte kısa tarihçe:

Cumhuriyet Halk Partisi (kısaca CHP), 9 Eylül 1923'te Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan ve Atatürkçü, sosyal liberal ve sosyal demokrat görüşleri benimsemiş olan Türk siyasî partisi. Cumhuriyet döneminin ilk siyasi partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi, 1923'ten 1950'ye kadar aralıksız iktidarda kalmış ve 1946'ya değin kısa aralıklar dışında genellikle tek parti yönetimini uygulamıştır. Türkiye'de en uzun süre iktidarda bulunmuş siyasi parti olan Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olarak da anılır.

"Halk Fırkası" adıyla kurulan partinin adının başına 1924'te "Cumhuriyet" sözcüğü eklenmiş, 1935'teki 4. Kurultay'da da bugünkü "Cumhuriyet Halk Partisi" adı benimsenmiştir.

12 Eylül Darbesi'nin ardından, o dönem Bülent Ecevit'in genel başkanlık yaptığı Cumhuriyet Halk Partisi kapatılmış; daha sonra 3821 sayılı yasaya dayanarak, kuruluşunun 69. yıldönümü olan 9 Eylül 1992 günü tekrar açılmıştır.

CHP, kurucusu ve ilk genel başkanı Atatürk'ün vasiyeti ile tasarruf haklarını CHP'ye terk ettiği Türkiye İş Bankası'nın bir bölüm hissesinin de sahibidir. CHP'nin tasarruf hakkına sahip olduğu %28,1'lik orandaki bu banka hisselerinin kazancı, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu'na da aktarılmaktadır

Kapatılan hiç bir parti ya da derneğin ya da vakfın malvarlığı yeniden açıldığında iade olunmadığı halde CHP nin İş bankası hisselerine nasıl yeniden sahip olabildiği gerçekten merak konusudur.


CHP nin altı oku adeta imanın altı şartı gibi topluma dikte edilmiştir. Atatürk 1937 de son meclisi açış konuşmasında aynen “Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” demiştir. Ancak görüleceği üzere amblemindeki altı oku imanın altı şartı gibi müslüman millete dayatmak isteyen Atatürk'ün  CHP si 1946 da ilk çok partili seçimde, seçimi kaybetmiş olmasına rağmen, kapalı oy açık sayım gibi trajikomik bir skandal ile dört yıl daha iktidarda kalmış ise de 1950 de kaybettiği iktidara, ihtilal ve koalisyonları saymaz isek millet çoğunluğuna dayanarak asla gelememiştir. Yeniden iktidar olması da asla mümkün değildir. Çünkü CHP nin elinde muhteşem Osmanlı'nın ve kutsal hilafetin kanı vardır. Her iki sistemin de, milletin ve ümmetin geleceğinin de katilidir CHP. Millet bu gerçeği asla unutmamıştır. Bu gün ise CHP cumhuriyetin kurucusu Atatürk ile birlikte içinde yaşadığımız toplumun inkar edilemez bir gerçeğidir. Kin, nefret ve düşmanlıkla bir yere varmak mümkün değildir. Zaten millet demokratik tercihini sandıkta göstermektedir. Demokrasi varsa sorun yoktur. Atatürk konusunda ise yine diyeceğimiz odur ki; Atatürk tarihimizin özellikle yakın tarihimizin bir gerçeğidir. Ancak ne Atatürkçülük ne de Atatürk düşmanlığı bize hiç bir fayda sağlamaz. Her ikisi de yanlıştır. Fakat hiç bir tarihi gerçeğin üstünü de örtmemek ve tarihi doğru okumak icap eder. Şimdi ise CHP ile bağlantılı olarak o dönemi hülasa eden Atatürk gerçeğine gelmek istiyorum. İki şiirle başlayalım ve devam edelim:
I

Atatürk’e Utanmadan dil uzattan izansız

Atatürk olmasaydı, millet ne olunacaktı?

Dini siyasete alet eden imansız

İngilizler saraydan, nasıl kovulacaktı?

Bin dokuz yüz on dörtte Dünya kan gölü oldu

Her savaş, her cephede, ordu yeniliyordu

Çanakkale de Atam hala direniyordu

Çanakkale geçilse, İstanbul n(e) olacaktı

İnönü de düşmanlar geri atılmasaydı

Sakarya da akan su kanla yoğrulmasaydı

30 Ağustos günü zafer parlamasaydı

Sürülecek lekeler. ananda kalacaktı

9 Eylül de düşman dökülmese denize

Atatürk hürriyeti bahşetmeseydi bize

Düşmanın çizmeleri girseydi evinize

Nereden bileceksin baban kim olacaktı

II

Ne ararsın Tanrı ile aramda?

Sen kimsin ki orucumu sorarsın?

Hakikaten gözün yoksa haramda,

Başı açığa niye türban sorarsın!

Rakı, şarap içiyorsam sana ne.

Yoksa sana bir zararım içerim.

İkimiz de gelsek kıldan köprüye

Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim.

Esir iken mümkün müdür ibadet?

Yatıp kalkıp Atatürk'e dua et.

Senin gibi dürzülerin yüzünden,

Dininden de soğuyacak bu millet.

İşgaldeki hali sakın unutma,

Atatürk'e dil uzatma sebepsiz.

Sen anandan yine çıkardın amma,

Baban kimdi bilemezdin şerefsiz...

Şiir: (Neyzen Tevfik)

Yukarıdaki I. şiirdeki mısraları kendini şair olarak takdim eden adamın biri yazmış. Bire bir aldığım bu şiirde yazım ve imla hataları aynen sırıtıyor. Birinci mısrada "utanmadan" kelimesi yanlış olarak büyük. Devamında "uzattan" demiş, o da yanlış. İkinci mısrada "olunacaktı" diye bitirmiş mısrayı. Güya kafiyeyi dördüncü mısradaki "kovulacaktı" sözcüğüne uydurmak için. Anlam olarak ele alır isek Atatürk'e dil uzatmak için utanmaz ve izansız olmak lazım bu satırların yazarına göre. "Dini siyasete alet eden imansız" derken de aynı kitleye hitap ediyor aklınca. Atatürk'e dil uzatan: 1-Utanmaz, 2-İzansız, 3-Dini siyasete alet eden, 4-İmansızdır. İkinci kıtada ordunun her savaşta ve her cephede yenildiği de kocaman bir yalan. Esasında şanlı bir direnişin ardından Çanakkale savaşsız geçildi ve İstanbul işgal edildi ve sonrasında her nasılsa bir kurşun dahi atılmadan İstanbul Türkiye'ye teslim edildi. "İstanbul ne olacaktı" diye sormanın alemi yok. İstanbul işgal edildi ve sonra kendiliğinden tahliye eden İngilizler kibarca anlaşıp bırakıp gittiler, zavallı Yunan gibi vuruşarak ve İzmir gibi yakıp yıkarak bile değil. Sonra bu ana muhabbetinden bıktık artık. Anan şöyle olurdu baban böyle olurdu gibi ifadelerden de bıktık. Bunlar ne kadar çiğ, anlamsız ve gereksiz söylemler. Aynı zamanda kaba nezaket dışı ifadeler.

Gelelim ikinci şiirdeki sanata ve düşünceye:

Sanki birileri bu mısraları yazanın tanrı ile arasına girmiş gibi "ne ararsın tanrı ile aramda" diye başlamış. Tam bir kışkırtıcı bektaşi kafası. Günümüzde kimse kimsenin Tanrı ile arasına girmemiştir ve giremez de ayrıca ve şimdiye kadar kimse kimsenin orucunu sormadığı gibi hiç bir başı açığa "türbanın nerede" diye de sormamıştır. Tamamen iftira ve safsata ile başlayan sözler. İkinci kıtada aynı zat içindekileri dökmeye başlıyor. "rakı şarap içiyorsam sana ne" diyor. Doğru bana ne. Sadece alkollü araç kullanana alkol aldığı için değil alkollü iken araç kullandığı için sorgu sual ediliyor. Ve bu zat sırat köprüsünü kast ederek "ben dürüstsem sarhoşken de geçerim" diyerek böyle bir iddiada bulunarak islam inancında Allahın affı olmadan bir insanın subjektif değerlerine göre dürüstlüğünün tek başına sırattan geçmesinin şartı ve yeterli gereği olarak görüyor ve gösteriyor. Bizler biliyor ve inanıyoruz ki o kıl köprüden yani sırattan sadece Allah'a inanan ve teslim olanlar, Allah'ın dediği gibi müslüman gibi ve elbette dürüst yaşayanlar ve sarhoş olmayanlar sadece ayık olanlar geçer. Çünkü sarhoşluk dinen başlıbaşına bir günah ve pisliktir. Ve alkol alanlar dürüst olsa da olmasa da içinde yaşadıkları topluma bir türlü zarar verirler. Uzun uzun anlatmaya gerek yok sarhoşlar, kavga ederler, dövüş ederler, kırarlar dökerler, kaza yaparlar, hata yaparlar, bilerek bilmeyerek her kötülüğü yapabilirler hatta adam bile öldürürler. Üçüncü kıtada "ibadet esir iken mümkün değildir diyor, elbet sözümüz yok. Atatürk'e dua ya da beddua ne demek anlamak mümkün değil. Zaten bütün devlet erkanı ve milyonlarla öğrenci her sabah yemin etmekte, ve her önemli günde gidip Anıtkabirde saygı duruşunda bulunmaktadır. Neden insanlar bir daha duaya davet edilir anlamam. Madem öyle neden her sabah milyonlarca çocuk ellerini açıp birer Fatiha okuyup duaya alıştırılmaz da o anlamsız and okutulur ve neden yine Anıtkabirde eller semaya açılıp dua edilmez de adeta putperest bir çerçevede dini ama duasız bir anma yapılır. Hele hele son kıtada anladığım kadarı ile "Atatürk'e sebepsiz dil uzatma, sen yine anandan çıkardın ama baban kimdi bilemezdin şerefsiz" diyerek Atatürk'e kim dil uzatıyorsa ona güya kibarca "O...pu çocuğu" deniyor ve son kullanılan kelime ile şerefsizlikle itham ediliyor.

Bu şiir yüzünden aşağıdaki mısraları yazmak zorunda kalmıştım, aynen alıyorum:

Bir işim yok Tanrı ile aranda,

Ne orucun ne namazın sorarım.
Ancak Tanrım sorar öte dünyada,
Ben bunları bile hayra yorarım.

Rakı şarap içen, içer kendine,
İbadet edense, eder kendine,
Başın örten örter, o da kendine,
Ben örtüme karışana şaşarım.

Hem karışır, hem karışma bana der,
Kaymak benim, posa kalsın sana der,
Ne laiklik, ne eşitlik birader,
Böyle işin anasını satarım.

Osmanlının mirasında otlarsın,
Dışa susar, sen hep içte patlarsın,
Her hayırda hasedinden çatlarsın,
Yeter gayrı kuyruğundan tutarım….

Acep dürzü kimdir, olsa babandır,
Atatürk’ü alet eden, nasıl adamdır?
Hakka teslim olan, gerçek insandır,
Ben insanım, insan gibi yaşarım.

Atatürk’le yok ilgisi sizlerin,
Dinimle de yok ilgisi sizlerin,
Dünyadan da yok bilgisi sizlerin,
İnanmayan aptallara şaşarım.

Alparslanım Malazgirtten girmese
Osman Gazi Söğütümde esmese,
Sultan Mehmet Bizansı fethetmese,
Atan da yarımdı, anan da yarım.

Uydur uydur, küfürler et dinime,
Karış bana, karışma de içkime,
Sarhoş ol da boynuz taktır kendine
Merak etme elbet hesap sorarım.

Unutma sayınız, az gelir bize,
Bu vatan, bu ülke dar gelir size,
Allah’tan korkmasak ar gelir bize,
Gök kubbeyi başınıza yıkarım.

Nereden başlanmalı, nasıl söylenmeli bilemiyorum ama bu Atatürk konusu yıllardır bir yara gibi bir kenarda durmakta ve zaman zaman kaşınmakta, ortaya atılmakta istismar edilmekte milletin ve ülkenin birliği ve kardeşliği Atatürk ve Atatürkçülük kullanılarak zedelenmekte, ayrışma ve zıtlaşma körüklenmektedir. Atatürkçülük adına söylenen sözlerin muhatapları bu kere Atatürk'ü ve Atatürkçü söylemleri ortaya atanları hedef alarak aynı sertlik ve şiddette sözleri sarf etmekte ve ortalık seviyesiz söz ve söylemlerden geçilmemekte, olan milletin birliğine ve dirliğine olmaktadır.

Yıl 1928, Ankara'da Osmanlıca yazıyla 60 sayfalık bir kitap yayınlanır. İsmi: "Türkün Yeni Amentüsü". Yazarı: Safi adında biri. CHP'nin Hakimiyet-i Milliye Matbaasında basılmış. Bu kitabın kapağında şu satırlar yer almaktadır:

"Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklalini yoktan var eden Mustafa Kemal'e, onun cengaver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim, Eyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkiyi kazanacağına, hamaset dasitanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi'nin Allah'ın en sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulusi ile şehadet ederim..."

Bu da Behçet kemal Çağlar'ın Atatürk için yazdığı ezandır:

Atatürk ekber!

Atatürk ekber

ancak o var Atatürk

evliya odur,

peygamber odur,

sanatkâr Atatürk.

talihe hâkim,

zekâya önder,

doğma serdar Atatürk.

bunları geçti insan büyüğü:

kendi kadar Atatürk

Atatürk ekber

Atatürk ekber.

bizde o var. atatürk

ne evliya, ne de peygamber..

halkına yar Atatürk

Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul'da 1931 yılında, Devlet Matbaası'nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi'nde İslâmiyet ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet'in yeri yoktur. Çünkü "İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!", "Hz. Muhammed (s.a.s.) nihayet bir çöl bedevîsidir", "İslâmiyet'in yerine yeni bir din koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir." Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut'a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti: Yani "Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı." İmanın altı şartı yerine CHP nin altı oku kemalizm dinine iman etmenin şartı gibi ortaya atılmıştır. Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi'nin meşhur Mevlid'ini Atatürk'e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi'ni okutmakta hiçbir sakınca görmedi:

Ger dilersiz bulasız oddan necât

Mustafâ-yı bâ Kemâl'e essalât.

Ol Zübeyde, Mustafâ'nın ânesi

Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!

Gün gelip oldu Rızâ'dan hâmile

Vakt erişti hafta ve eyyâm ile.

Geçti böyle, nice ay nice sene

Vakt erişti bin sekiz yüz seksene.

Merhaba ey baş halâskâr merhaba

Merhaba ey ulu serdâr merhaba!

Behçet kemal Çağlar yukarıdaki mevlidden sonra bir başka şiirinde:

Kaç yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın dili

İnsana ne ilâh, ne de sevgili

Ne de ana-baba aratıyordu

Her an yaratıyor, yaratıyordu.

derken Halil Bedii Yönetken ise;

Tanrı gibi görünüyor her yerde

Topraklarda, denizlerde, göklerde

Gönül tapar, kendisinden geçer de

Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.

diye devam ediyordu kutsamaya.

ve ardından Edip Ayel aynı frekansta;

Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe

Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.

Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun

Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.

Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi

Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî

Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses

İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!

diye sürdürüyordu kutsamayı.

Tabii Kemalettin Kamu geride kalmamalı idi. Kemalettin Kamu Çankaya şiirinde;

Burada erdi Mûsâ

Burada uçtu İsa

Bülbül burada varsa

Hürriyet için öter.

Ne örümcek, ne yosun

Ne mûcize, ne füsun...

Kâbe Arab'ın olsun

Çankaya bize yeter.

diye noktayı koyuyordu ama bu açılan kutsama yolunda artık frenler tutmazdı. Faruk Nafiz Çamlıbel devam ediyordu bu yolda;

Bir şiirinde;

On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden

O'nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.

Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden

Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı. derken;

Bir başka şiirinde;

Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil

Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun

Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil

Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!

diyordu.

Yusuf Ziya Ortaç ise;

Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği

Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.

derken, Nurettin Artam isimli bir zat;

Koca bir güneşin akşam olmadan

Dağların ardında sönüşü gibi

Millete can veren, vatan yaratan

Tanrının göklere dönüşü gibi.

Her zaman ırkıma büyük Baş Atam

Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!

diyordu. Bu açılan yoldaki kutsama kafilesine kimler katılmadı ki........

Bir yanda Ömer Bedrrettin Uşaklı;

Bir güneş gibi yalnız

Sensin ülkü tanrımız

Ey Türklüğün bütünü.

diye sürdürürken bu kutsama serisini, Vasfi Mahir Kocatürk;

Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti

Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine. diyerek katıldı kervana ve;

İlhami Bekir;

İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa

Toprağın haritasını çizdi bayrağa

Allah değil, o yazdı alın yazımızı.

diyerek bir başka küfür örneğini önümüze koyuyordu.

Aka Gündüz’ün şu yazdıklarına ne demeli:

Atatürk’ün tapkınıyız!

Her şeyde Atatürk,

Yerde O! Gökte O!

Denizde O! var da O! yok da O!

Her şeyde O! Atatürk!

Yerdedir, göktedir, sudadır,

Alandadır, diktedir, pusudadır.

Görünmezi görür!

Bilinmezi bilir!

Duyulmazı duyar!

Sezilmezi sezer,

Ezilmezi ezer!

Her şeyde Atatürk!

Elimizi yüzümüze,

Gönlümüzü özümüze kapıyoruz.

Biz sana tapıyoruz!

Biz sana tapıyoruz!

Varsın, Teksin,

Yaratansın!

Sana bağlanmayanlar utansın!”

hülasa eder isek bir dünya söz sıralanmış söylenmiş ve

ve mısralar da Ali Hadi isimli zata aittir:

Çok görme rüku etse de karşında bu millet,

Her yaptığın iş harikadır, her sözün ayet,

Kavmin olalım sen gel bize din eyle inayet,

Din istemeyiz öyle Arap felsefesinden,

Gazi! Bize bir din de yarat Türk nefesinden.

Yukarıda aktardıklarımız Atatürk'ü kayıtsız şartsız kutsayanların kalemlerinden dökülenler. Ve bu kalem sahipleri daima iltifat görmüş ve asla “sen ne yapıyorsun, neler saçmalıyorsun”denmemiş. Usulü dairesinde de olsa muhalefet edenler olmuş elbet, onların başına neler gelmiş?.... Neler gelmemiş ki!.. Saymakla bitmez. Ali Şükrü Bey'in başına gelenler. Halen Trabzon'da Boztepe'de yatan Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey Topal Osman tarafından katledildi. Sadece Ali Şükrü Bey mi? Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı komünist oldukları için değil aslında, kanaatimce Lenin'in de bilgisi ve izni dahilinde, Lenin yanlısı değil de Sultan Galiyev yanlısı oldukları için katledildiler. Ve o olaydan sonra komünist hareket Türkiye'de asla milli bir kimliğe bürünemedi. Kazım Karabekir, Mehmet Akif Ersoy, türlü oyunlarla aşağılandı, ya mahkemelerde ya vicdanlarda yargılandı ve mahkum edildi. Bir kısım alim ulema ise İstiklal Mahkemelerince infaz edildi.

Devam edelim efendim; Sadri Maksudi Arsal.. Atatürk'ün sofrasının müdavimlerinden, Ordinaryüs Profösör, devrim profesörü. DenizBank yeni kurulacak o zamanlar, isim meselesine itiraz ediyor. “DenizBank” Türkçe’ye uygun değil diyor. Bunun yerine Denizcilik Bankası ya da Deniz Bankası olmalı diyor. Bankaya “DenizBank” ismini veren ise Atatürk..

Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Büyük bir öfkeye kapılan M.Kemal, aynı günün akşamı sofra misafirlerinden birkaçını seçerek radyoevine gönderir. Radyoda normal program iptal edilerek gece 2′ye kadar Arsal aleyhine sert konuşmalar yapılır. 28 Aralık’ta galiz bir uslupla yazılmış bir makale, bütün gazetelerde yayınlanır. Arsal “nankör”dür, “sahte diploma sahibidir”, “Türkçe bilmemektedir”, “Türk değildir”, “Türk gençlerini zehirlemektedir”. Arsal bir daha ne mecliste ne de sofrada görülür (Sadri Maksudi Arsal, Adile Ayda, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları Türk Büyükleri Serisi, 1991, s. 76 )

Bu, bilinçli olarak başlatılmış bir akım.. Neye yaradığı gayet açık. Neye yaradığını Kazım Karabekir de gayet net açıklıyor:

İstiklâl Harbi nasıl başladı? Nasıl bir seyir takip etti? Bugünkü durum nedir? istikbal için planımız ne olmalıdır? Artık kimseyi ilgilendirmiyordu. Biricik düşünce Gazinin teveccühünü kazanmak ve mebus olmak ve memleketin nimetlerinden istifade edebilmekte idi…İstiklâl Harbinin fedakar ve feragatli arkadaşlarıyla Gazinin arasına her gün yeni simalar giriyor ve yerleşiyordu. Ve artık İstiklal Harbi’ndeki gibi fikir sahipleri ile iş birliğinden ziyade mutavaat ve alkışa hazır bir zümreye roller verilmeye hazırlık görünüyordu.”

Kazım Karabekir Anlatıyor, (yayına hazırlayan Uğur Mumcu), istanbul: Tekin Yayınevi. 1990. s.83.

Bir de Yakup Kadri’den dinleyelim:

Atatürk’ün sefahetlerinde, Atatürk’ün kötü iptilâlarında bile Homerik bir destan rüzgârı vardı. İçki sofrasında elini her kadehine uzatışı. Tanrılar Tanrısı Zeus’un altın kupalar içinde kevser şarabı dağıtışını andırırdı ve riyaset ettiği cümbüşler, gerek Çankaya köşkünün samimî havası, gerek Dolmabahçe sarayının ihtişamlı dekoru içinde ve gerekse herhangi bir dost evinin mütevazı çatısı altında olsun: daima Olempus tepesindeki “bezm’ler gibi zaman ve mekân mikyasının dışına taşardı. Bilmiyoruz. Mevlânâ’yı kendinden geçiren şarkılar ve rakslar ne cinstendi? Fakat. Atatürk’ün her biri bir mistik tarikatın “âyin’inden farksız muhabbet meclislerinden ruhlarımız “cuşiş” denilen halin en yüksek mertebesine ermiş olarak çıkardık.”

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk İstanbul: Birikim Yayınları. 1981. s 121-122

Şimdi ise son sözlerimizi söyleyelim. Atatürk cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte kendisine hiç bir lidere nasip olmayan çok farklı bir statü verilmiştir. O günden bugüne bu statü farklı kombinezonlarda yaşatılmıştır. Ne Marks, ne Lenin, ne Mao, ne de başka bir lider onun büyüklüğüne erişememiştir. Adeta bir beyin yıkama operasyonu ile beyinler şartlandırılmış ve “kemalizm” diye bir ideoloji oluşturulmaya çalışılmıştır. Literatüre bakınız. Demokrasinin beşiği İngiltere'dir. “Magna Carta” yani büyük ferman ile demokratik 1215 te sözüm ona demokratik hakları ferman altına alan ilk hukuki bildiridir. Fakat görüyoruz ki İngiltere hala kraliyet ailesini ve feodaliteyi aynen muhafaza etmektedir. Çünkü Büyük Britanya İmparatorluğunu sembolik olarak kraliyet ailesi temsil etmektedir. Avrupanın pek çok yerinde hatta Japonya'da bile saltanat bütün haşmetiyle devam ederken olan Osmanoğullarına olmuş, 600 yıl dünyanın kaderine hükmetmenin bedelini Osmanoğulları ailesi hala ödemeye devam etmektedir. Batılılaşma ve batılı değerleri kabullenme adı altında saltanat ve hilafet tarih olmuş, başşehrimiz İstanbul'dan Ankara'ya taşınmış olmakla Anadolu coğrafyası bile bize çok görülmektedir. Türkiye son dönemde edilgen değil de etken bir güç olma ididiasıyla ortaya çıkmış ise de dışarıda türlü oyunlarla önümüz kesilmek istenirken içeride ise devlet bugün geldiği noktadan yeniden 1923 mantığı ile resetlenmek ve yeniden kemalizm ile formatlanmak istenmektedir. Bütün kavga ve gürültü buradan kopmaktadır. Cumhuriyet tarihi bütünü ile tarihe mal olacaktır. Tıpkı geçmişte Osmanlının yaşadığı 1.Fetrette olduğu gibi. 1923 le 2.Fetret başladı ve şu tarihte de bitti diyeceğiz. Sultan Yıldırım Beyazıt'ın Timur karşısındaki yenilgisi ile başlayan 1.Fetret nasıl bitmiş ve Osmanlı tarihinde gelişme ve büyüme devam etmiş ise 1.Dünya harbinde alınan yenilgiler ile başlayan 2.Fetret dönemi de belki engeç 10 yıl sonra 2023 te bitecektir. Hem devletin adı, hem başlangıcı ve devamlılığı, 2.fetret döneminde batıya verilmek zorunda kalınmış ipotekler konuşulacak tartışılacak, Atatürk te tarihte alması gereken yeri alacaktır. Atatürk olmasaydı diye bir mantık kurmak mümkün değildir. Türk tarihi ne Atatürk ile başlamış ne de sonlanmış ya da yeniden başlamıştır. Hakaret ve aşağılamanın da lüzumu yoktur. Bu kapanması gereken bir devirdir, yaşanacak ve kapanacaktır. Ve görüldüğü gibi yaşanmakta ve yavaş yavaş kapanmaktadır da. Devlet daha doğrusu Türk Devleti Sultan Alparslan'dan ve Malazgirt'ten itibaren gelişme ve büyüme sırasında zaman zaman zafiyetler yaşamış ise de asla devlet olarak kesintiye uğramamıştır. Büyük Selçuklu Devleti'nin devamı Anadolu Selçuklu Devletidir ve onun devamı Osmanlı Beyliği ve devamında imparatorluktur. Osmanlı İmparatorluğu Bizansı fethetmekle Osmanlı sultanı Doğu Roma İmparatoru ünvanını da almış, Hilafeti İstanbul'a taşımakla dünya müslümanlarının başı olmuş, Ermeni ve Rum ortadokslarının da padişahı ve sultanı olan Osmanlı Sultanları, İspanya'dan kaçan yahudileri de himayesine almış ve hahambaşılığı da istanbul'da himayesine almıştır. Fatih Sultan Mehmet Bizansı yıkarak Doğu Roma İmparatoru ünvanını aldıktan sonra Batı Roma İmparatorluğunu da fethetme ve Vatikanı ve Papalığı da sınırları içine alma hesaplarında iken bir yahudi dönmesi doktor Yakup Paşa tarafından zehirlenerek şehid edilmiştir. Türk Devleti Osmanlı'dan kalan misyon ve miras ile çok uluslu ve çok dinli bir devlettir. Ancak devletin idaresi elbette Türk Milletindedir ve İslamdır, ancak Türk ve İslam olmayan tebasına ikinci sınıf insan muamelesi göstermemiştir. Osmanlı dini ve etnik kökeni ne olursa olsun tebasına Osmanlılık gibi bir mensubiyet ruhu vermiştir. Dolayısı ile bir Amerikan milleti mevcut olmadığı halde Amerika, Osmanlı'dan aldığı vatandaşlık hukukunu ve idare hukukunu kendi sınırları içinde uygulayarak bir “amerikalılık” gibi mensubiyet ve vatandaşlık bağı oluşturmayı başarabilmiştir. Bu çerçevede Türkiye Devleti bu anlatılanlar ışığında devletimizin ismi ve vatandaşlık kavramı, dil ve din konularında kendini revize etmek ve yeni bir yapı ve bakış oluşturmak zorundadır. Yoksa kupkuru bir “atatürk cumhuriyeti” kavramı içine cihanşumul bir devletin hedef ve idealleri asla ve asla sığamaz. Geçmişimiz geleceğimizin köküdür, geleceğimiz ise şanlı geçmişimizin devamıdır. Dolayısı ile Selçuklu'dan Osmanlı'ya ve cumhuriyete hepsi bizimdir, Oğuz Han'dan, Kürşattan, Alparslan'dan Osman Gazi'ye, Sultan Murat'tan, Fatih'e, Yavuz'a Süleyman'a, ve Sultan Vahdettin'e ve son halife Abdülmecit Efendi'ye, Atatürk'ten Özal'a, Menderes'ten en son Başbakan ve şimdi de cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a kadar hepsi bizdendir, bizimdir hatasıyla sevabıyla. Ama hiç birisi tanrısal bir güce ve himayeye sahip değildir ve olamaz da. Bütün bunları bir tarafa bırakıp “Atatürk olmasaydı, dinin de olmazdı, donun da olmazdı” demek ne Türklük edebine, ne islam inancına sığmaz. Bütün gelmişimiz, geçmişimiz ve geleceğimiz bir isme bağlanamaz. Allah isterse herşey olur, dilemezse hiç bir şey olmaz. Bunun aksine “atatürk olmasaydı” diye başlayan bir söz ve söylem bir müslümanı adeta küfre götürebilecek bir sözdür. Gerçek bir müslüman ise ne her bir şeyi yaradılmış bir kuldan bilir, ne de onların hiç birine galiz küfürlerle saldırmaz.

Cumhuriyetin kuruluş yılları ile ilgili önerebileceğim en kısa kaynaklar; destansı bir roman akıcılığında Tarık Buğra'dan Küçük Ağa ve Firavun İmanı, Mehmet Doğan'dan Batılılaşma İhaneti ile Dil Kültür ve Yabancılaşma, Necip Fazıl'dan Sultan Vahdettin Han, Ahmet Kabaklı'dan Temellerin Duruşması, Atilla İlhan'dan Hangi Batı, Kadir Mısıroğlu'ndan Lozan Zafer mi Hezimet mi (üç cilt)

Burada son sözlerimi söylemeden evvel diyeceğim şudur ki her ne pahasına olur ise olsun hangi sıfat ve kisve altında olursa olsun özellikle CHP ile bir paralelde olabilen hiç bir siyasi ya da dini ya da toplumsal hareket ile bir paralelde olmamak icap eder. CHP ile bir paralelde olmak hem kişiler hem de kurumlar için en büyük felakettir. CHP ve CHP nin yazdığı yakın tarihimiz bu aziz milletin kara talihidir. Eşref Edip bu dönemi “kara kitap” adı ile küçük bir kitapta hikaye etmiş, rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti ise yine bu dönemi “bir nesli nasıl mahvettiler” isimli küçük kitapçıkta hülasa etmeye çalışmıştı.

Son sözümüz ve cümlemiz olsun; Devletimizin sınırları Edirne'de başlayıp Kars'ta bitmez, bizim sınırlarımız Adriyatik'ten Çin seddine, Sibirya'da güney Afrika'ya insanoğlunun ayak bastığı her coğrafyaya kadar uzanır ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tüm vatandaşları dini, milliyeti, etnik kökeni ya da mezhebi ne olursa olsun devletimizin Orta Asya'dan bugüne gelen misyonunu ve vizyonunu bilmek ve ona sahip çıkmak zorundadır. Türk Devleti dün, evvelki gün ya da yarın veya öbür gün adı ne olursa olsun gölgesi altında, yaradanın bütün yarattıklarına yer veren, adı, kendisi ve gölgesi en büyük bir devlettir ve bu büyüklüğünü ilelebet sürdürecektir. O gölgenin altında olanlar o gölge içinde kendilerine de bir yer bulabildikleri için onur ve gurur duymalıdır.