Çocukluğumda
beş yaşlarında bataryalı radyodan idam edilen Adnan Menderes ve
iki bakanın idam haberlerini hayal meyal hatırlıyorum. Sakallı ve
bir Osmanlı olan dedemin köyde kasket şehre giderken başıne
fotör şapka giydiği günleri de çok iyi hatırlıyorum. Eski
evraklar arasında dedemin CHP üyelik kartını da görmüştüm.
Demek ki bu milleti zorla CHP üyesi yapmışlar, zorla şapka
giydirdikleri gibi. Zorla diyorum. Üniversitede İstanbul Hukuk
Fakültesi Dekanı İlhan Akın'ın devrim tarihi kitabında yazmakta
idi. Şapka Kanunu nedeni ile tartışmaların uzaması üzerine M.
K.Paşa söz alır ve sözülerini aynen şöyle bitirir: "EFENDİLER
İHTİMAL BAZI KELLELER GİDECEKTİR, ANCAK ŞAPKA GİYİLECEKTİR".
Bu sözler üzerine muhalifler ikna olarak susarlar ve şapka kanunu
çıkar. İlk okulun ilk yıllarında yıl 1967 lerde fısıltılar
halinde konuşuluyor ve duyuyorum. Jandarma nurcu olan falan
filanları almış bağ arasında bağ damında falakaya yatırmış
onlar "allah, allah" diye feryat ederken yerlerde sürünecek
hale gelinceye kadar dövmüş. Ben ilkokul öğretmenlerimin hiç
birinin ne cuma ne de bayram namazlarında camiye geldiklerini hiç
görmedim. Öğretmenlerin camiye gelmeleri sözkonusu bile değildi.
Ve hatta memurların. Anlatırlar büyüklerimiz özellikle 1950
öncesinde köylü basması ayrı memur basması da ayrı satılırmış.
Ben o dönemde muhtarlık yapan köylümün yıllar sonra ikinci
evliliğinin iptali için açtığım evliliğin iptali davasında
aklı başında olmadığından vasi tayin ettirmiştim. Ve sonradan
doktor olan müvekkilim oğlunun anlatmasıdır. Son günlerinde
tuvaletini altına yapan bu CHP muhtarı sonra kendi kakasını eline
alıp evin muhtelif yerlerine sıvar ve elinde kalanlarını de
kendisi yalar yutarmış. Oğlu bu yüzden arkadan düğümlediğim
uçkurlu bir don giydiriyorum ve arkadan sımsıkı bağladığım
uçkuru kördüğüm yapıyorum açıp ta pisliğini elleyip
yiyemesin diye demişti. Yani Allah hiç bir cürmü cezasız
bırakmıyor. Ilkokul 3.sınıfta 9 yaşında 1965 1966 larda
akşamları camiye kuran öğrenmeye gidiyorum, genç bir hoca var.
Yatsıdan sonra kuran öğretiyor, sure ezberletiyor ve fırsat
buldukça vakit namazlarına da gitmeye çalışıyorum. Camiden
elinde baston ile kovalayan ise Ali Molla lakaplı sarık bağlayan
bir yaşlı. Namaz sırasında saftan geriye kovalar, camide
çocukların ne işi var der. Sonradan öğreniyorum. Köyün bir
numaralı CHP li mollasıdır kendisi. Yani bu CHP liler allahın
evinde mabedinde bile rahat huzur vermezler bu millete. Bir gün
hocamız yoktu, camiye gidemedik. Kooperatif müdürü şikayet
etmiş, sabah namazlarında çok bağırıyormuş, o zamanlar
hoparlör de yok ama cami ve kooperatif ve lojmanı yanyana ya. Bir
de güya kuran hocamız henüz 20 yaş altındaki o delikanlı "namaz
kılmayan kafir olmaz ama kafirler de namaz kılmaz" demiş. Bir
şikayetle hocamız gitti ve bir daha gelemedi. Ne olduğunu da asla
öğrenemedik. Arada bir, bugün gazetesi yazarı Mehmet Şevket
Eygi'nin sabah namazları moda idi, onları duyuyoruz ve bir de Necip
Fazıl'ın konferanslarını duyuyoruz. Gidenler de oluyor. Yaşar
Tunagür Hocanın vaaz kasetleri çok meşhur ve orta ikinci sınıfta
idim sanırım bir gün komşu köye gittik bir köhne minibüs ile.
Köy meydanında kahve önünde Fethullah Gülen oturuyordu, ellerini
bağlamış vaziyette. Kısaca millette dine bir ilgi ve büyük bir
açlık sözkonusu idi. O açlıktır ki bugün bir kısım cemaati
devlet karşısında paralel bir güç haline getirdi.
Milletimizin
diğer milletlere göre farklı bir kaderi var. Göçebe olan
milletimiz ortaasyadan batıya doğru çıktıkları göçte Mısır'a
kadar inmişler, malumunuz Memlük ve Kölemen devletini kurmuşlar,
bir kol, Anadolu'ya gelmiş, Büyük Selçuklu ve Anadolu
Selçukluları, bir kol Karadenizin kuzeyinden Avrupa'ya doğru
uzanmış, Finler, Macarlar, Bulgarlar, halen Romanya'da yaşayan
gagavuz, ya da Gökoğuzlar, ve Atilla Roma'ya kadar inmiş
bildiğiniz gibi. Şu anda vatan yaptığımız yerler Sibirya Tuva
Türk Cumhuriyetine kadar geniş bir coğrafyada yaşayan milletimiz
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Afrika hatta Amerika da dahil
olmak üzere bütün dünyaya yayılmıştır. Şu anda ise Güney
Amerika ülkeleri ve Avustralya da dahil olmak üzere milletimize
mensup insanlarımızın adım atmadığı coğrafya yok gibidir.
Ancak bu süreçte bir kısım insanımız dilini, bir kısmı
dinini, bir kısmı soyunu unutarak asimile olmuş kaybolup
gitmiştir. Bu büyük bir milletin cihanşumul bir dava uğruna
hareket ederken verdiği firelerdir diye düşünüyorum.
Burada
tarih dersine girmeyeceğiz elbette ama bir genel hülasa yapmak
gerekmiştir.
Evet
Sultan Alparslan'ın bin yıl evvel Anadolunun kapısını açması
ve anadoluyu vatan yapmaya başlaması ile başlayan süreç sonunda
1300 de kurulan Osmanlı İmparatorluğu Türk İslam medeniyet ve
kültürünün birleşmesi ile dünyanın en uzun ömürlü, en
muhteşem imparatorluğu olmuş, hıristiyan batının karşısında
şerefle ve onurla islam dininin temsili yanında hıristiyan ve
musevilik ve diğer dinlerle birlikte üç kıtada geniş bir
coğrafyada her türlü etnik kimliğin huzur ve refah içinde
yaşadığı bir sistem örneği vermiştir.
Ancak İstanbul'dan Kudüs'e
kadar aç ve serseri hıristiyan şövalyelerce yapılan talanların
ve yağmaların hikayesi olan haçlı seferlerinin rövanşı gibi
Osmanlı'nın Viyana ve Otranto kapılarını zorlaması hıristiyan
batıyı birleştirmiştir. Endülüs Devletini yıkan ve Endülüs'ü
talan eden hıristiyan batı, Endülüs'ten aldığı bilim ve teknik
ve altyapı ile rönesansı yaşamış, Osmanlının aksine sömürgeci
ve emperyalist yapısı ve zihniyeti ile yahudi girişimcisi ve
Afrikadan talan edilmiş sermaye yerli ve yabancı ucuz emek ile
birleşince, Avrupa üretimde ve sanayide Osmanlının önüne
geçmiş, yahudinin zekası ile birleşen batının siyasal gücü ve
altyapısı kendini yenileyemeyen ve yorulan yaşlanan Osmanlı'nın
sonunu hazırlamıştır. İbni Haldun'un da ortaya koyduğu ilke
gibi devletler de insanlar gibi doğar, büyür, gelişir ve yaşlanır
ölür söylemine uygun olarak Osmanlı'nın sonu gelmiştir. Ancak
Türk Devletlerinden devamlılık esastır, nasıl ki Büyük
Selçuklu'dan Anadolu Selçuklularına geçiş olmuş ve oradan
Osmanlı'ya geçiş olmuş ise Osmanlı İmparatorluğundan da
cumhuriyete geçiş olmuştur. İşte burada bu geçiş sürecinde
sorun şudur ki bu geçiş sancılı bir geçiş olmuştur. Osmanlı
İmparatorluğunun 1.Dünya harbinde yenilip tasfiyesinden
tasfiyesinden sonraki dönem bizi çok ilgilendirmektedir. O bakımdan
cumhuriyetin kuruluşu ve CHP zihniyeti ve misyonu üzerine
yoğunlaşmamız gerekmekte. Çünkü CHP sömürgeci emperyalist
batının dayattığı batıcı laik ulusalcı ve cüce sistemin
partisidir. CHP emperyalist batının dayattığı değerlerin yılmaz
savunucusu, milli ve manevi değerlerin düşmanı ve katilidir. CHP
ve CHP zihniyeti ne batı ne doğu demokrasisi, her türlü
demokratik değerlerden uzak otokratik, elitist ve ulusalcı marjinal
bir dayatmacı hareketin adıdır. Dolayısı ile CHP kuruluşundan
bu yana asla ve asla millet çoğunluğunun teveccühünü ve
desteğine mazhar olamamıştır. Olması da mümkün değildir. CHP
kuruluşundan bu yana ordudan, yabancı güçlerden, gayrımilli
sermayeden ve satılmış basından destek bulmuştur sadece. CHP yi
yaşatan ve bugünlere getiren ise milletten gasp edilen iş bankası
hisseleridir. O hisseleri gerçek sahibine veriniz CHP diye bir parti
kalmayacaktır.
Yakın
tarihimizin iki yüzü var. Birisi öğretilmiş tarih, birisi
saklanmış tarih. Aynen cumhuriyetin kuruluşunda olduğu gibi. Bir
cumhuriyeti kurmak isteyen irade var, bir de dayatmak isteyen irade.
Cumhuriyeti kurmak isteyen irade birinci dünya harbini kaybetmiş
olan Osmanlı Sultanıdır. Ve onun iradesi etrafında toplanmış
Osmanlı münevverleri. Ancak bir yerden sonra kontrol o iradenin
elinden çıkmış ve cumhuriyeti Osmanlı Sultanının iradesi
hilafına Osmanlı İmparatorluğunu mağlup devlet muamelesi ile
tasfiye etmek isteyen bu mantıkla cumhuriyeti dayatan iradenin
kontrolüne geçmiştir. Mustafa Kemal Atatürk te başta padişah
adına hareket etmekte iken saf değiştirmiş ve bu batılı
emperyalist güçlerle uzlaşarak onların dikte ettirdiği
doğrultuda bir cumhuriyet kurmuştur. Fazla ayrıntıya girmeye
gerek yoktur. Bu tarihçilerin işi olsun. Ama bu anlaşma
nedeniyledir ki daha dünkü şımarık çocuğumuz Yunanistan'ın
batı Anadoluyu işgal eden ordusunu, batı desteğinden mahrum
kaldığı için tokatlaya tokatlaya izmir'e kadar sürmüşüz ve
denize döktüğümüz söylenir ama onlar İzmir'e getiren İngiliz
gemilerine binerek geldikleri gibi giderler. Veya denize dökülürler
diyelim. De asıl sorum şudur geçilemeyen Çanakkale geçilmiş ve
İstanbul işgal edilmiş iken İstanbul'u işgal eden İngilizler ve
müttefikleri nasıl olmuş ta bir kurşun dahi atılmadan
İstanbul'u, caaanım İstanbul'u kendi rızaları ile işgale son
vererek bize teslim etmişlerdir? Keza Yunan ile bu kadar yoğun bir
savaş yaşanmış ta Fransız ya da İtalyanlar ile veya İngilizler
ile kurtuluş savaşı sırasında yaşadığımız varsa büyük
savaşların tarihi neden yoktur? Lutfen farklı bir cevabı olan
cevap versin. Evet Yunan işgalinin sona ermesi, varılmış bir
gizli mutabakatın sonucudur. Osmanlı 1.Dünya Harbinde yenildiğinde
değil işte bu mutabakat sağlandığında yenilmiştir aslında.
Yani cumhuriyetin kuruluşu ile yenilmiştir. Yoksa devlet
anlayışımızda devamlılık esastır. Osmanlı'nın bitişi ile
aynı misyon ile Türkiye Cumhuriyeti kaybettiği topraklara rağmen
kaldığı yerden devam etmeli idi. Türkiye Cumhuriyetini kuran
kadro ise Osmanlı İmparatorluğunun misyonunu katletmiş, ingiliz
merkezli batının dayatmalarını kabul etmiş, 1923 te bir sömürge
devleti kurmuştur. Evet kurulan devlet bir sömürge devletidir.
Lozan Anlaşması tamamlanır taraflar imzalar, fakat İngiltere ne
zamanki Halifelik kalkar ve anlaşmayı 15 Nisan 1924 tarihinde
onaylar.Ve İtalya’da münteşir “Apokar” isimli yayın organı
olayı şu ifadelerle dünya kamu oyuna ilan eder:
“Mustafa
Kemal Paşa’nın hareketi, hilafeti Britanya İmparatorluğu’na
hediye etmekten başka bir şey değildir”
18 Mart'ta İstanbul'da toplanan
mebuslar, yasama dokunulmazlığının ortadan kalktığı
gerekçesiyle meclisi süresiz tatil etme ve Ankara'da toplanma
kararı verdi.
İstanbul meclisinin tüm üyeleri
otomatik olarak Ankara'daki meclise katılma hakkına sahipti.
Bunlardan Ankara'ya gelmek istemeyen birkaçı istifa etmiş sayıldı.
Sonuçta (gecikenlerle birlikte) Mebusan Meclisi
üyelerinden 92'si yeni meclise katıldı.
Meclisin açılış
aşamasında Osmanlı Devleti hala İstanbul'da hüküm
sürmekteydi. Meclis, açılış gününde sultan ve halife VI.
Mehmet'e (Sultan Vahdettin) bağlılık yemini etmiş, ancak
uygulamada İstanbul'daki iktidardan tamamen bağımsız olmuştur.
Ve 1 Kasım 1922'de aldığı kararla Osmanlı Devleti'ne son
vermiştir. Ancak ne zaman ki hilafet te kaldırılmış işte
o zaman yenilgimiz tamamen tescillenmiştir.
Heyet-i Temsiliye Başkanı, 19
Mart’ta, İstanbul’dan gelecek mebuslarla çalışacak yeni
vekillerin belirlenmesi için bütün valiliklere seçim talimatı
gönderdi. Her parti, dernek, topluluk aday gösterebilecek, herkes
istediği yerden bağımsız aday olabilecekti. Seçim gizli oyla
çoğunluk usulüne göre; oyların sayımı ise seçim meclisi
önünde açık yapılacaktı. Her seçim bölgesi Millî Mücadele’ye
katılanlar arasından beş temsilci seçecekti.
Meclis 22 Nisan’da açılacakken
bir gün erteleniyor; çünkü ertesi gün mübarek cuma. Mustafa
Kemal’in talebiyle önce topluca namaz kılınıyor.” Sakal-ı
Şerif ve Sancak-ı Şerif eşliğinde salâvatlarla ulaşılan
Meclis, duayla açılıyor. Ankara’da farklı siyasi görüş
ve düşüncelerden yüzlerce insan bir araya geldi. Bu sistem
sayesinde Türkiye’nin ilk meclis döneminde dünyanın en ileri
parlamenter demokrasisine sahip olduğunu belirtiliyor. Konuşmalar
bugünkü gibi iç tüzükle sınırlanmadığı için gece gündüz
toplantı hâlindeki Meclis’te herkes istediği konuda dilediği
kadar konuşabiliyordu.
1.dönem milletvekillerinin 288'i
yüksek öğrenim görmüş, 94'ü orta öğrenim mezunu kişilerden
oluşmakta, meslek dağılımı şu şekildedir: 162 serbest meslek,
133 devlet memuru, 54 asker, 32 din adamı, 30 aşiret reisi, 7
teknik eleman, 16 sağlık görevlisi, 2 Reji görevlisi. Toplam 378
milletvekilinin 162'si birden fazla dil bilgisine sahipti.
Meclis,
hilafet ve saltanatı işgalden kurtarmak maksadıyla toplandığını
her fırsatta tekrarlıyor. Mustafa Kemal, 28 Nisan’da Meclis
Başkanlık Divanı’nın padişaha çektiği telgrafı mebuslara
okuyor: “Millî savunmamızı padişahlık makamına bir ayaklanma
gibi göstermek isteyen ve halkı kandırmak için durmadan çalışan
hainler var. Milleti birbirine kırdırmak istiyorlar. Oysaki vuran
da vurulan da hepsi sizindir… Kalbimiz size bağlılık ve kulluk
duygularıyla dolu olduğu hâlde tahtınızın etrafında her
zamandan daha sıkı bir bağla toplanmış bulunuyoruz.” Diyen
Mustafa Kemal kısa bir müddet sonra milli mücadelenin bitmesi ve
cumhuriyetin ilanından sonra hızlı değişim süreci başlıyor.
Birinci
Meclis’in İzmir mebusu Mahmut Esat Bozkurt anılarında değişimi
şöyle anlatıyor: “Meclis’te müezzin beş vakit ezan okur,
imam cemaatle namaz kıldırırdı. Dikkate değer ki, Kurtuluş
Savaşları zaferle taçlandıktan sonra Atatürk Ankara’ya döndü.
Meclis kapısı önünde resmî üniformasıyla bekleyen imam efendi
Atatürk’ü durdurdu, ellerini kaldırdı. Fakat duaya başlar
başlamaz Atatürk hiddetle, ‘Burada böyle şeylere lüzum yoktur,
bunları camide yapabilirsiniz. Biz savaşı dua ile değil,
Mehmetçiğin kanı ile kazandık!’ dedi ve imamı kovdu.”
Birinci
meclisin feshi ile Seçim kararı 1 Nisan 1923'te alındı. Meclisin
feshedilmesi ve yeni bir meclis oluşturulması düşüncesinin temel
nedeni Lozan Barış görüşmeleri idi. Muhalafetin Lozan
Görüşmelerinde büyük bir taviz verildiğini söyleyeceği
ve Lozan Anlaşmasını kabul etmeyeceği düşünülüyordu. Bu
yüzden Mustafa Kemal Batı Anadolu gezisinde kamuoyunu hazırlamaya
çalıştı ve gezi dönüşü 20 Şubat'ta Vekiller Heyeti
Başkanı Rauf Bey'in çalışma yerinde vekiller heyeti ile bir
gece toplantısı yapıldı. Toplantıya Meclis ikinci başkanı Ali
Fuat Paşa da katıldı. Bu toplantıda meclisin feshedilmesi ve
seçimin yenilenmesi kararlaştırıldı. 1923 Türkiye genel
seçimleri ülkenin ilk genel seçimleridir. 28 Haziran 1923
tarihinde gerçekleşen seçimde mebusların büyük kısmını
Birinci Grup olarak adlandırılan Müdafaa-i Hukuk Grubu elde
etti. 1919'dan beri mecliste önemli bir ağırlığı
oluşturan İkinci Grup ise meclisin o dönemin anayasası
sayılan Kanun-i Esasi'ye uygun olarak feshedilmediği
gerekçesiyle seçimleri protesto etti. Bağımsız olarak
seçilen birkaç milletvekilinin dışında tüm milletvekilleri
Birinci Grup'tandı. Muhalif olarak seçilmeyi başaran tek aday
Gümüşhane mebusu Zeki (Kadirbeyoğlu) oldu.
1924
yılında Mustafa Kemal Cumhuriyet Halk Partisi'ni kurdu.
Hemen ardından da yine 1924 yılında Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası kuruldu. TCP, şubat 1925'te patlayan Şeyh Sait
ayaklanması gerekçe gösterilerek kapatıldı. Böylece 1927
seçimlerine tek parti ile gidildi.
Seçimden
önce, 16 Haziran 1927'de bir yasa değişikliği ile ordu
mensuplarının aday olabilmek için ordudan istifa etmeleri ya da
emekliliklerini istemeleri şart koşuldu. Mustafa Kemal, İsmet
İnönü ve Kazım Karabekir emekliliklerini
istediler. Mustafa Kemal, zaferden 5 yıl sonra ilk olarak
İstanbul'a gelerek seçim çalışmalarını yürüttü. Gazi, oyunu
Beşiktaş'ta, İsmet İnönü ise Heybeliada'da kullandı.
Halkın seçime katılmasını teşvik etmek için davul zurnayla,
bazı yerlerde bando ile davetler yapılmasına karşın, katılım
sadece % 20 civarında oldu. Bu katılma oranı da sisteme karşı
milletin sessiz protestosunu ve tepkisini göstermektedir.
1930
yılında kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF), aynı
yıl içinde meydana gelen Menemen Olayı'nda kısa süre önce
kendi kendini kapattı. SCF'nin kapanmasından sonra
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, geniş bir yurt gezisine
çıktı. Bu gezi sonrasında Çankaya Köşkü'nde Mustafa
Kemal Paşa başkanlığında TBMM Başkanı Kazım
Özalp ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın da
katıldığı bir toplantı neticesinde seçimlerin yenilenmesine
karar verdi. Ancak SCF'nin kapanması üzerine farklı bir taktik
geliştirilerek, mecliste parti yerine bağımsız milletvekillerinin
bulunması yöntemine geçildi.
Mustafa
Kemal Paşa bu seçimlerde Cumhuriyet Halk Fırkası'nı (CHF)
denetime tabi tutmak için CHF'nin 22 ilde 30 milletvekilliği için
aday göstermeyerek, buralarda bağımsızların seçilmesi için
onlara bir fırsat tanımıştı. Ancak bu adayların laik,
cumhuriyetçi ve milliyetçi olmaları istenmişti.
CHF
63 olan seçim çevresinde 287 aday gösterip, 22 seçim çevresinde
(Adana, Afyonkarahisar, Aksaray, Antalya, Aydın, Balıkesir, Bolu,
Burdur, Bursa, Isparta, Kastamonu, Konya, Manisa, Niğde, Sinop,
Tekirdağ illerinde birer, İzmir, Kayseri, Kocaeli, Kütahya,
Samsun'da ikişer, İstanbul’da ise 4 olmak üzere) toplam 30
adaylığı bağımsızlara bıraktı.
25
Nisan 1931 tarihinde yapılan seçimlerde, 63 seçim çevresinden
toplam 317 milletvekili seçildi. CHF'nin ilan ettiği 287 aday
seçilirken, 30 bağımsız milletvekilliği için 194 adayın
mücadele ettiği seçimlerde İstanbul'da 3, Samsun ve Tekirdağ'da
da birer bağımsız aday seçilemedi. Seçilen 3 bağımsız aday
da, iki yerden birden seçildiği için 10 bağımsız adaya ayrılan
milletvekilliği boş kaldı.
5
Aralık 1934'te yapılan ve kadınlara milletvekili seçilme
hakkı veren anayasa değişikliği sonrasında yapılan ilk
milletvekili seçimleri olup 383 erkek, 18 kadın milletvekili
seçilmiştir. Bu, %4,8 lik oran, cumhuriyet tarihinde
kadınların meclise en yüksek orandaki katılımı olma
özelliğini 2007 genel seçimleri'ne dek korudu. Ayrıca seçim
öncesinde seçmen yaşı 18'den 22'ye çıkarılmış, seçimde bu
şekilde uygulanmıştır. Seçim, tek parti dönemindeki diğer
seçimler gibi iki dereceli yapılmış ve seçime sadece CHF listesi
katılmıştır. CHF'nin 1927 tüzüğü uyarınca aday listeleri
partinin "değişmez genel başkanı" sıfatıyla
Cumhurbaşkanı Atatürk tarafından belirlenmiş ve ilan
edilmiştir. Ayrıca Cumhuriyet Halk Fırkası'nın bu
isimle katıldığı son seçimlerdir, 1935 yılı Mayıs ayında 384
milletvekili ve 160 il delegesi ile toplanan Dördüncü Kurultay'da
partinin adı, Dil Devrimi'nin getirdiği yeni anlayış
uyarınca Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirilmiştir. V.
Dönem TBMM üyelerinin seçiminden hemen sonra yasa gereği yapılan
seçimlere 399 milletvekilinin 386'sı katıldı. Mevcut
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk 1. turda oy
birliğiyle tekrar Cumhurbaşkanı seçildi.
26
Mart 1939 tarihinde yapılmış milletvekili genel seçimleri iki
dereceli yapılmış ve seçime sadece CHP listesi
katılmıştır. CHF'nin 1927 Tüzüğü uyarınca aday listeleri
"Milli Şef" İsmet İnönü tarafından belirlenmiş
ve ilan edilmiştir. Ayrıca Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu
isimle katıldığı ilk milletvekili seçimleridir, 1935 yılı
Mayıs ayında 384 milletvekili ve 160 il delegesi ile toplanan
Dördüncü Kurultay'da partinin adı, Dil Devrimi'nin getirdiği
yeni anlayış uyarınca Cumhuriyet Halk Partisi olarak
değiştirilmiştir. Seçim sonrasında 3 Nisan 1939'daTBMM
açılmış ve İsmet İnönü oybirliğiyle yeniden cumhurbaşkanı
seçilmiştir. Bundan sonra Dr. Refik Saydamistifa etmiş, kabineyi
kurmakla tekrar görevlendirilmiş ve TBMM’den güvenoyu almıştır.
1943
Türkiye genel seçimler, 28 Şubat 1943 tarihinde yapılmış
milletvekili genel seçimleridir.
Seçim,
son kez tek parti dönemindeki diğer seçimler gibi iki dereceli
yapılmış ve seçime sadeceCumhuriyet Halk Partisi listesi
katılmıştır. CHF'nin 1927 Tüzüğü uyarınca aday listeleri
"Milli Şef" İsmet İnönü tarafından belirlenmiş ve
ilan edilmiştir. Seçim sonrasında 8 Mart 1943'da TBMMaçılmış
ve İsmet İnönü tekrar cumhurbaşkanı seçilmiş, İnönü de
kabineyi kurmakla Şükrü Saraçoğlu’nu görevlendirmiştir.
1946
Türkiye genel seçimleri, 21 Temmuz 1946 tarihinde yapılan
milletvekili genel seçimleri. 5 Haziran'da Milletvekili Seçim
Yasası değiştirilmiş ve Cumhuriyet tarihinde ilk defa tek
dereceli seçim esasında gerçekleştirildi.
Cumhuriyet
Halk Partisi 395, Demokrat Parti 66 ve bağımsızlar 4
milletvekilliği kazanmıştır.
Türkiye
Cumhuriyetinin ilk çok partili genel seçimi olan bu seçim adli
denetim dışında, açık oy, gizli sayım ve çoğunluk sistemi
esasına göre yapıldı. (açık oy - gizli tasnif) Bu
usulsüzlüklerinden dolayı "şaibeli seçim" şeklinde de
anılmıştır. Bu genel seçim ileTBMM 8. dönem milletvekilleri
seçilmiştir.
1950
Türkiye genel seçimleri,TürkiyeCumhuriyeti tarihinin ilk
demokratik seçimi olarak kabul edilir. Bu genel seçim ileTBMM 9.
dönem milletvekilleri seçilmiştir. "Gizli oy , açık tasnif"
sistemi ilk kez bu seçimde uygulanmıştır.
Yukarıdaki
kısa tarihçeden de görüleceği üzere belki 1876 birinci
meşrutiyetten ikinci meşrutiyete padişahın belirlemediği
milletvekili aday listeleri ve milletvekilleri cumhuriyetin
kuruluşundan sonra Atatürk ve İnönü tarafından belirlenmiştir.
Yani saltanat bitmemiş, sadece Osmanlı saltanatı bitmiş, Atatürk
ve İnönü saltanatı dönemi başlamıştır. Ve onların ölümü
ile saltanat ordu ve bürokrasi, yüksek yargı ve üniversiteler,
basın ve dış lobiler desteği ile CHP saltanatı olarak devam
etmiştir.
Biz
bu kronolojik seçim takviminden sonra yeniden cumhuriyetin
kuruluşuna dönelim:
T.B.M.M
bir cuma günü kur'anı-ı kerim tilavetleri ile açılmış ise de
cumhuriyetin ilanından sonra gizli anlaşmalara konu devrimler ard
arda gelmeye başlamıştır. Şimdi olabildiğince kısa ve özlü
olmak kaydı ile Milli Mücadelenin ilk günlerinden bugüne
satırbaşları ile hızlı bir hülasa edelim olayları ve
gelişmeleri fazla ayrıntılara girmeden. Çünkü her bir
satırbaşının ayrı bir araştırma ve inceleme konusu olduğu
hususu izahtan varestedir:
1-En
son Bülent Ecevit'in de başbakanlığı sırasında itiraf ettiği
gibi son padişah Vahdettin hain değildir ve Atatürk Sultan
Vahdettin tarafından Anadoluda bir direniş örgütlemesi için
görevlendirilmiştir. Bu tarihi gerçek değişik kaynaklardan ve
arşiv belgelerinden araştırılıp doğrulanabilir ki bu pek çok
eserle yapılmıştır da. Bu gerçeği dillendirmek Atatürk
düşmanlığı olarak algılanamaz. Sadece şunu görmekteyiz ki
yakın tarihimiz layıkı ile yazılmamış ve gerçekler çıplaklığı
ile ortaya konmadığı gibi pek çok gerçeğin üstü de
örtülmüştür. Saltanat kaldırılmaması gerekir iken
kaldırılmıştır. Evet saltanat kaldırılmamalı idi, tıpkı
Büyük Britanya İmparatorluğu'nun kraliyet ailesi nasıl ki
yaşamaya devam etmektedir. Ancak manevi ve temsili etkisi dışında
hiç bir etki ve yetkisi yoktur. Aynen onun gibi muhafaza
edilebilirdi. Dünyanın en az bir yarısı Japonya'dan ispanya'ya,
Holanda'dan Belçika'ya İngiltere'ye, İsveç'ten Monako'ya, Fas'tan
Arabistan'a hala saltanat ile birlikte yaşamaktadır.
2-Bunu
bütün tarih kitapları böyle yazar ve böyle bilinir ki T.B.M.M 23
nisan 1920 de bir cuma günü Kur'an-ı Kerim tilaveti ile ve
dualarla açılmıştır. Devletin ve meclisin kuruluşunda İslam ön
plandadır. İlk anayasada devletin resmi dini islam olarak kayıt
altına alınmıştır. istiklal Savaşı komuta kademesinin tamamı
Osmanlı subaylarından oluşmuş olup saltanata ve hilafete bağlı
ordu ve milis kuvvetleri oluşturmuşlar ve İslam dünyasından
Hilafetin tehlikede olduğu gerekçesi ile gelen her türlü maddi ve
ayni yardımlar Hilafet adına Anadoludaki hareketçe alınmış ve
direnişte değerlendirilmiştir. Yani olay şudur ki direniş bitene
kadar saltanat ve hilafet ile Kuvayı Milliyenin ve Atatürk'ün
bağları asla kopmamıştır.
3-T.B.M.M
ilk oluştuğunda milletin gerçek temsilcilerinden oluşmakta idi.
Ancak daha sonra Lozan anlaşmasının meclisçe kabul edilmeyeceğini
gören Atatürk meclisi feshetmiş ve kendisinin bizzat atadığı
milletvekili adaylarının seçilmesinden oluşan 2.meclis Lozan
Anlaşmasını onaylamıştır.
4-Bu
arada cumhuriyetin ilanı ile başlayan bazı devrim ve değişimler
1950 lere kadar sürmüştür. Ancak dikkat edildiğinde görülecektir
ki milli mücadele zaferle sonlanmasa, Anadolu toptan işgal edilse
ve sömürge haline getirilse idi işgal kuvvetleri ne yapacaksa o
devrimler yapılmış, hatta ve hatta işgal kuvvetlerinin
başaramayacağı ve cesaret edemeyeceği değişimler dayatılmıştır.
Devamındaki başlıca devrimleri sıralarsak;
A-Madde
numaralarına kadar aktarılmak suretiyle Medeni Kanun ve Ceza Kanunu
İsviçre ve İtalya'dan tercüme edilmiş kabul edilmiştir.
B-Alfabe
değiştirilmiş, Osmanlı alfabesi Arap alfabesidir diye bir kenara
atılmış ve Latin alfabesi Türk alfabesi niyetine kabul edilmiş,
toplumun tamamı cahil hale getirilmiştir. Millet külliyen okuma
yazmaktan yoksun cahil haline getirildi. Kütüphanelerin kapısına
kilit vuruldu. Arşivlerimiz satıldı, tahrip ve talan edildi.
Tarihi binalarımızın girişlerindeki tuğralar, kitabeler dahi
özel bir kanunla söküldü kaldırıldı, kaldırılamayanlar
yontuldu ve tahrip edildi.
C-Hicri
takvimden miladi takvime geçilmiş, Hz. Muhammed (a.s) in hicreti
yerine Hz. İsa'nın doğumunu esas alan takvim kabul edilmiş, Hafta
tatili kanunu çıkarılmış, resmi tatil cuma günü yerine
hıristiyan ve Musevilerin hafta tatili olan cumartesi pazara
alınmıştır.
D-Kılık
kıyafet devrimi yapılmış, batının kılık kıyafeti kabul
edilmiş, Kılık kıyafet ve şapka kanunu çıkarıldı. Osmanlıdan
kalan her türlü kılık kıyafet yasaklanmıştır. Sadece şapka
kanununa muhalefet nedeniyle İskilipli Atıf Hoca başta olmak üzere
pek çok kişi asılmış, muhalefet eden Rize vilayeti hamidiye
zırhlısı tarafından bombalanmış, “vergi de vereceğiz, askere
de gideceğiz, şapka da giyeceğiz” sözü o bombalamadan
kalmıştır.
E-Türk
Müziği yasaklanmış yıllarca batı müziği devletçe
desteklenmiş, opera ve bale ve senfoni orkestraları kurulmuştur.
Devlet türk müziği ve kültürünü yasakladığı gibi kendi eli
ile opera bale ve cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası ile batı
müziğini kutsadı ve destekledi.
F-Dini
hayat tamamen yasaklanmış, ve kontrol altına alınmış, hilafet
kaldırılarak sadece Anadolu değil bütün Türk-İslam dünyası
ve Osmanlı coğrafyası başsız ve sahipsiz bırakılmıştır.
Hilafet te İslam dünyasında manevi bir merkez ve otorite olarak
muhafaza edilmeli idi. Bu devrimlerin ne kadar saçma olduğu bu güne
kadar sorgulanmamıştır bile. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u
fethettiğinde ne Fener Ortadoks Patrikhanesini ne de diğer dini
müesseseleri kaldırmamış sadece kendisine bağlamıştır. Fatih
İtalya'yı fethetse idi, batı Roma'nın da fatihi olsa idi
Vatikan'daki papalığı kaldıracak değildi, sadece Fener gibi
Osmanlı'ya bağlayacak, hıristiyan dünyasını da Papalık makamı
yolu ile idare ediyor olacaktı. Fakat biz ne yaptık, saltanatın
ardından hilafeti de lağvettik ve islam dünyasını başsız,
Türkiye'yi ise böyle bir siyasi ve dini güçten mahrum bıraktık.
Yakınlarda demiştim ki bir yerde cumhuriyet bayramında: "Türkiye
müttefikleri ile birlikte Avrupa'ya savaş açtı ve Avrupayı
yendi, en son İngiltere adasını da işgal etti, İrlandalıları
İngilizler üzerine sürdü, İrlandalılar ingilterenin bir
yarısını işgal etti. Londra işgal altında iken İngiltere
hükümeti ile bir anlaşma yaptı. İngiltere'nin krallıktan
tamamen cumhuriyete geçmesi, Büyük Britanya İmparatorluk adını
ve tarihini reddedip eğitim sisteminde kraliçe ve Britanya düşmanı
bir nesil yetiştirmesi, İngiliz alfabesi yerine Arap Alfabesini
kabul etmesi, hafta tatilini pazardan cumaya alması, miladi takvim
yerine hicri takvime geçmesi, şapka yerine Osmanlı sarığı
giyilmesi için kanun çıkarması, ağırlık ölçü birimlerinde
kilodan okkaya, metreden arşına geçilmesi gibi bilcümle
devrimleri yapması karşılığında İngiltere Kraliçesi ve
ailesini gemiye bindirerek ve yedeğine alarak işgale son verip
işgal ettiği Londra'dan da çekilmiştir, İrlandalılar
arkasındaki desteğini de çekince İrlandalılar geri çekilerek
İrlanda adasına geri dönmek zorunda kalmıştır. işte o tarihten
sonra kurulan İngiliz Cumhuriyetinin kuruluşunu İngilizler her
cumhuriyet Bayramında büyük bir gurur ve heyecanla
kutlamaktadır."Desem ne düşünürsünüz acaba?
G-Tekkeler
ve Zaviyeler ve milli mücadelede büyük rol oynamış olan Türk
Ocakları kapatılmış ve yerlerine o günden bugüne anarşi ve
terör merkezi olan Halk Evleri açılmış, devletçe himaye
edilmiştir.
H-Osmanlıdan
kalan pek çok cami, han ve imaretler kaderine terk edilmiş,
devletçe el konulmuş, satılmış ve tahrip edilmiştir.
İ-Tarihi
eserlerimizin girişlerindeki ve içlerindeki Latin alfabesi ile
olmayan kitabeler dahi özel kanunla kaldırılmış ve tahrip
edilmiştir. Osmanlı arşivleri ve kütüphaneleri yağma edilmiş,
satılmış ve büyük oranda yok edilmiştir.
K-
Başkent Ankara yapıldı ve bu madde anayasanın değiştirilemez
maddesi haline getirildi. Ve Başkent batı tarzında bir mabetsiz
şehir halinde yapılaştırılmıştır. T.C Devleti batılı
danışman ve batı kafalı devşirme kadrolara teslim edilmiş,
milli ve dini değerlerden tamamen uzaklaşılmıştır.
L-Türk
dünyasına ve İslam dünyasına sırt çevrilmiş yalnızca batı
ülkeleri ile sıcak ilişkiler kurulmuştur. Dünkü vilayetlerimiz
ile aramıza tel örgüler ve mayınlı sahalar inşa edilmiş,
Anadolu coğrafyasına hapsolan Türk Milletinin dört bir yanındaki
komşuları ile düşmanlık üzerine politikalar üretilmiş ve
büyük Türk Milleti Anadolu yarımadasına hapsolunmuştur.
M-Bütün
bunlar yapılırken Atatürk ve ölümünden sonra İsmet İnönü,
sırası ile Ebedi Şef ve Milli Şef olarak kutsanmış ve Osmanlı
padişahlarına dahi gösterilmeyen yüceltme Atatürk ve İsmet
İnönü'ye yapılmıştır. Tüm Osmanlı padişahları “mağrur
olma padişahım, senden büyük Allah var” sözünden rahatsızlık
duymazken salonlarda adeta yeni bir din inşa ediliyormuşçasına
nutuklar atılmış, şiirler okunmuş, heykellere servetler
harcanmış ve onlarca yıl harcanmaya devam edilmiştir.
Atatürk'ün sağlığında ve
ölümünden sonra osmanlı'dan kalan ne varsa kim varsa tahrip
edildi, dışlandı, tecrit edildi, yok edildi. O yetmezmiş gibi
islamcı ve saltanat ve hılafet etkisindeki kişi ve kurumlar
rencide edilmiş, tecrit edilmiş, yok edilmek istenmiş ve edilmiş,
milliyetçi çizgide oluşan Türkçü Turancı hareket te 1944
milliyetçilik olayları sırasında boğulmuş, tabutluklarda her
türlü zulüm onlara reva görülmüştür. Bu sistemden nasibini
almayan kalmamıştır. Menemen olaylarından Şeyh Sait isyanlarına,
Konya ve Düzce isyanlarına kadar değişik tezgah ve provakasyonlar
ile alevisi, sünnisi, kürdü, Türk'ü Çerkezi, saltanatçısı,
islamcısı, milliyetçisi her bir kesim nasibini almıştır.
Cumhuriyetin kuruluşu sırasında kurtuluş savaşı nedeniyle dünya
müslümanlarının gönderdiği yardım paralarının büyük bir
kısmı ile Atatürk'ün malvarlığı oluşturulmuş, İş bankası
kurulmuş ve kurulan Cumhuriyet Halk Partisi'ne bu banka hisselerinin
önemli bir kısmı peşkeş çekilmiştir. Eylülde Halk fırkası
kurulmuş ekimde cumhuriyet ilan edilmiştir. Işte kısa tarihçe:
Cumhuriyet
Halk Partisi (kısaca CHP), 9 Eylül 1923'te Mustafa Kemal Atatürk
tarafından kurulan ve Atatürkçü, sosyal liberal ve sosyal
demokrat görüşleri benimsemiş olan Türk siyasî partisi.
Cumhuriyet döneminin ilk siyasi partisi olan Cumhuriyet Halk
Partisi, 1923'ten 1950'ye kadar aralıksız iktidarda kalmış ve
1946'ya değin kısa aralıklar dışında genellikle tek parti
yönetimini uygulamıştır. Türkiye'de en uzun süre iktidarda
bulunmuş siyasi parti olan Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye
Cumhuriyeti'nin kurucusu olarak da anılır.
"Halk
Fırkası" adıyla kurulan partinin adının başına 1924'te
"Cumhuriyet" sözcüğü eklenmiş, 1935'teki 4.
Kurultay'da da bugünkü "Cumhuriyet Halk Partisi" adı
benimsenmiştir.
12
Eylül Darbesi'nin ardından, o dönem Bülent Ecevit'in genel
başkanlık yaptığı Cumhuriyet Halk Partisi kapatılmış; daha
sonra 3821 sayılı yasaya dayanarak, kuruluşunun 69. yıldönümü
olan 9 Eylül 1992 günü tekrar açılmıştır.
CHP,
kurucusu ve ilk genel başkanı Atatürk'ün vasiyeti ile tasarruf
haklarını CHP'ye terk ettiği Türkiye İş Bankası'nın bir bölüm
hissesinin de sahibidir. CHP'nin tasarruf hakkına sahip
olduğu %28,1'lik orandaki bu banka hisselerinin kazancı, Türk
Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu'na da aktarılmaktadır
Kapatılan
hiç bir parti ya da derneğin ya da vakfın malvarlığı yeniden
açıldığında iade olunmadığı halde CHP nin İş bankası
hisselerine nasıl yeniden sahip olabildiği gerçekten merak
konusudur.
CHP
nin altı oku adeta imanın altı şartı gibi topluma dikte
edilmiştir. Atatürk 1937 de son meclisi açış konuşmasında
aynen “Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana
programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı
prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana
çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan
kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz,
ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya
yaşamdan almış bulunuyoruz” demiştir. Ancak görüleceği
üzere amblemindeki altı oku imanın altı şartı gibi müslüman
millete dayatmak isteyen Atatürk'ün CHP si 1946 da ilk çok partili seçimde,
seçimi kaybetmiş olmasına rağmen, kapalı oy açık sayım gibi
trajikomik
bir skandal ile dört yıl daha iktidarda kalmış ise de 1950 de
kaybettiği iktidara, ihtilal ve koalisyonları saymaz isek millet çoğunluğuna dayanarak asla gelememiştir. Yeniden iktidar olması
da asla mümkün değildir. Çünkü CHP nin elinde muhteşem
Osmanlı'nın ve kutsal hilafetin kanı vardır. Her iki sistemin de,
milletin ve ümmetin geleceğinin de katilidir CHP. Millet bu gerçeği
asla unutmamıştır. Bu gün ise CHP cumhuriyetin kurucusu Atatürk
ile birlikte içinde yaşadığımız toplumun inkar edilemez bir
gerçeğidir. Kin, nefret ve düşmanlıkla bir yere varmak mümkün
değildir. Zaten millet demokratik tercihini sandıkta
göstermektedir. Demokrasi varsa sorun yoktur. Atatürk konusunda ise
yine diyeceğimiz odur ki; Atatürk tarihimizin özellikle yakın
tarihimizin bir gerçeğidir. Ancak ne Atatürkçülük ne de Atatürk
düşmanlığı bize hiç bir fayda sağlamaz. Her ikisi de
yanlıştır. Fakat hiç bir tarihi gerçeğin üstünü de örtmemek
ve tarihi doğru okumak icap eder. Şimdi ise CHP ile bağlantılı
olarak o dönemi hülasa eden Atatürk gerçeğine gelmek istiyorum.
İki şiirle başlayalım ve devam edelim:
I
Atatürk’e
Utanmadan dil uzattan izansız
Atatürk
olmasaydı, millet ne olunacaktı?
Dini
siyasete alet eden imansız
İngilizler
saraydan, nasıl kovulacaktı?
Bin
dokuz yüz on dörtte Dünya kan gölü oldu
Her
savaş, her cephede, ordu yeniliyordu
Çanakkale
de Atam hala direniyordu
Çanakkale
geçilse, İstanbul n(e) olacaktı
İnönü
de düşmanlar geri atılmasaydı
Sakarya
da akan su kanla yoğrulmasaydı
30
Ağustos günü zafer parlamasaydı
Sürülecek
lekeler. ananda kalacaktı
9
Eylül de düşman dökülmese denize
Atatürk
hürriyeti bahşetmeseydi bize
Düşmanın
çizmeleri girseydi evinize
Nereden
bileceksin baban kim olacaktı
II
Ne
ararsın Tanrı ile aramda?
Sen
kimsin ki orucumu sorarsın?
Hakikaten
gözün yoksa haramda,
Başı
açığa niye türban sorarsın!
Rakı,
şarap içiyorsam sana ne.
Yoksa
sana bir zararım içerim.
İkimiz
de gelsek kıldan köprüye
Ben
dürüstsem sarhoşken de geçerim.
Esir
iken mümkün müdür ibadet?
Yatıp
kalkıp Atatürk'e dua et.
Senin
gibi dürzülerin yüzünden,
Dininden
de soğuyacak bu millet.
İşgaldeki
hali sakın unutma,
Atatürk'e
dil uzatma sebepsiz.
Sen
anandan yine çıkardın amma,
Baban
kimdi bilemezdin şerefsiz...
Şiir:
(Neyzen Tevfik)
Yukarıdaki
I. şiirdeki mısraları kendini şair olarak takdim eden adamın
biri yazmış. Bire bir aldığım bu şiirde yazım ve imla hataları
aynen sırıtıyor. Birinci mısrada "utanmadan" kelimesi
yanlış olarak büyük. Devamında "uzattan" demiş, o da
yanlış. İkinci mısrada "olunacaktı" diye bitirmiş
mısrayı. Güya kafiyeyi dördüncü mısradaki "kovulacaktı"
sözcüğüne uydurmak için. Anlam olarak ele alır isek Atatürk'e
dil uzatmak için utanmaz ve izansız olmak lazım bu satırların
yazarına göre. "Dini siyasete alet eden imansız" derken
de aynı kitleye hitap ediyor aklınca. Atatürk'e dil uzatan:
1-Utanmaz, 2-İzansız, 3-Dini siyasete alet eden, 4-İmansızdır.
İkinci kıtada ordunun her savaşta ve her cephede yenildiği de
kocaman bir yalan. Esasında şanlı bir direnişin ardından
Çanakkale savaşsız geçildi ve İstanbul işgal edildi ve
sonrasında her nasılsa bir kurşun dahi atılmadan İstanbul
Türkiye'ye teslim edildi. "İstanbul ne olacaktı" diye
sormanın alemi yok. İstanbul işgal edildi ve sonra kendiliğinden
tahliye eden İngilizler kibarca anlaşıp bırakıp gittiler,
zavallı Yunan gibi vuruşarak ve İzmir gibi yakıp yıkarak bile
değil. Sonra bu ana muhabbetinden bıktık artık. Anan şöyle
olurdu baban böyle olurdu gibi ifadelerden de bıktık. Bunlar ne
kadar çiğ, anlamsız ve gereksiz söylemler. Aynı zamanda kaba
nezaket dışı ifadeler.
Gelelim
ikinci şiirdeki sanata ve düşünceye:
Sanki
birileri bu mısraları yazanın tanrı ile arasına girmiş gibi "ne
ararsın tanrı ile aramda" diye başlamış. Tam bir kışkırtıcı
bektaşi kafası. Günümüzde kimse kimsenin Tanrı ile arasına
girmemiştir ve giremez de ayrıca ve şimdiye kadar kimse kimsenin
orucunu sormadığı gibi hiç bir başı açığa "türbanın
nerede" diye de sormamıştır. Tamamen iftira ve safsata ile
başlayan sözler. İkinci kıtada aynı zat içindekileri dökmeye
başlıyor. "rakı şarap içiyorsam sana ne" diyor. Doğru
bana ne. Sadece alkollü araç kullanana alkol aldığı için değil
alkollü iken araç kullandığı için sorgu sual ediliyor. Ve bu
zat sırat köprüsünü kast ederek "ben dürüstsem sarhoşken
de geçerim" diyerek böyle bir iddiada bulunarak islam
inancında Allahın affı olmadan bir insanın subjektif değerlerine
göre dürüstlüğünün tek başına sırattan geçmesinin şartı
ve yeterli gereği olarak görüyor ve gösteriyor. Bizler biliyor ve
inanıyoruz ki o kıl köprüden yani sırattan sadece Allah'a inanan
ve teslim olanlar, Allah'ın dediği gibi müslüman gibi ve elbette
dürüst yaşayanlar ve sarhoş olmayanlar sadece ayık olanlar
geçer. Çünkü sarhoşluk dinen başlıbaşına bir günah ve
pisliktir. Ve alkol alanlar dürüst olsa da olmasa da içinde
yaşadıkları topluma bir türlü zarar verirler. Uzun uzun
anlatmaya gerek yok sarhoşlar, kavga ederler, dövüş ederler,
kırarlar dökerler, kaza yaparlar, hata yaparlar, bilerek bilmeyerek
her kötülüğü yapabilirler hatta adam bile öldürürler. Üçüncü
kıtada "ibadet esir iken mümkün değildir diyor, elbet
sözümüz yok. Atatürk'e dua ya da beddua ne demek anlamak mümkün
değil. Zaten bütün devlet erkanı ve milyonlarla öğrenci her
sabah yemin etmekte, ve her önemli günde gidip Anıtkabirde saygı
duruşunda bulunmaktadır. Neden insanlar bir daha duaya davet edilir
anlamam. Madem öyle neden her sabah milyonlarca çocuk ellerini açıp
birer Fatiha okuyup duaya alıştırılmaz da o anlamsız and
okutulur ve neden yine Anıtkabirde eller semaya açılıp dua
edilmez de adeta putperest bir çerçevede dini ama duasız bir anma
yapılır. Hele hele son kıtada anladığım kadarı ile "Atatürk'e
sebepsiz dil uzatma, sen yine anandan çıkardın ama baban kimdi
bilemezdin şerefsiz" diyerek Atatürk'e kim dil uzatıyorsa ona
güya kibarca "O...pu çocuğu" deniyor ve son kullanılan
kelime ile şerefsizlikle itham ediliyor.
Bu
şiir yüzünden aşağıdaki mısraları yazmak zorunda kalmıştım,
aynen alıyorum:
Bir
işim yok Tanrı ile aranda,
Ne
orucun ne namazın sorarım.
Ancak Tanrım sorar öte dünyada,
Ben bunları bile hayra yorarım.
Rakı şarap içen, içer kendine,
İbadet edense, eder kendine,
Başın örten örter, o da kendine,
Ben örtüme karışana şaşarım.
Hem karışır, hem karışma bana der,
Kaymak benim, posa kalsın sana der,
Ne laiklik, ne eşitlik birader,
Böyle işin anasını satarım.
Osmanlının mirasında otlarsın,
Dışa susar, sen hep içte patlarsın,
Her hayırda hasedinden çatlarsın,
Yeter gayrı kuyruğundan tutarım….
Acep dürzü kimdir, olsa babandır,
Atatürk’ü alet eden, nasıl adamdır?
Hakka teslim olan, gerçek insandır,
Ben insanım, insan gibi yaşarım.
Atatürk’le yok ilgisi sizlerin,
Dinimle de yok ilgisi sizlerin,
Dünyadan da yok bilgisi sizlerin,
İnanmayan aptallara şaşarım.
Alparslanım Malazgirtten girmese
Osman Gazi Söğütümde esmese,
Sultan Mehmet Bizansı fethetmese,
Atan da yarımdı, anan da yarım.
Uydur uydur, küfürler et dinime,
Karış bana, karışma de içkime,
Sarhoş ol da boynuz taktır kendine
Merak etme elbet hesap sorarım.
Unutma sayınız, az gelir bize,
Bu vatan, bu ülke dar gelir size,
Allah’tan korkmasak ar gelir bize,
Gök kubbeyi başınıza yıkarım.
Ancak Tanrım sorar öte dünyada,
Ben bunları bile hayra yorarım.
Rakı şarap içen, içer kendine,
İbadet edense, eder kendine,
Başın örten örter, o da kendine,
Ben örtüme karışana şaşarım.
Hem karışır, hem karışma bana der,
Kaymak benim, posa kalsın sana der,
Ne laiklik, ne eşitlik birader,
Böyle işin anasını satarım.
Osmanlının mirasında otlarsın,
Dışa susar, sen hep içte patlarsın,
Her hayırda hasedinden çatlarsın,
Yeter gayrı kuyruğundan tutarım….
Acep dürzü kimdir, olsa babandır,
Atatürk’ü alet eden, nasıl adamdır?
Hakka teslim olan, gerçek insandır,
Ben insanım, insan gibi yaşarım.
Atatürk’le yok ilgisi sizlerin,
Dinimle de yok ilgisi sizlerin,
Dünyadan da yok bilgisi sizlerin,
İnanmayan aptallara şaşarım.
Alparslanım Malazgirtten girmese
Osman Gazi Söğütümde esmese,
Sultan Mehmet Bizansı fethetmese,
Atan da yarımdı, anan da yarım.
Uydur uydur, küfürler et dinime,
Karış bana, karışma de içkime,
Sarhoş ol da boynuz taktır kendine
Merak etme elbet hesap sorarım.
Unutma sayınız, az gelir bize,
Bu vatan, bu ülke dar gelir size,
Allah’tan korkmasak ar gelir bize,
Gök kubbeyi başınıza yıkarım.
Nereden
başlanmalı, nasıl söylenmeli bilemiyorum ama bu Atatürk konusu
yıllardır bir yara gibi bir kenarda durmakta ve zaman zaman
kaşınmakta, ortaya atılmakta istismar edilmekte milletin ve
ülkenin birliği ve kardeşliği Atatürk ve Atatürkçülük
kullanılarak zedelenmekte, ayrışma ve zıtlaşma körüklenmektedir.
Atatürkçülük adına söylenen sözlerin muhatapları bu kere
Atatürk'ü ve Atatürkçü söylemleri ortaya atanları hedef alarak
aynı sertlik ve şiddette sözleri sarf etmekte ve ortalık
seviyesiz söz ve söylemlerden geçilmemekte, olan milletin
birliğine ve dirliğine olmaktadır.
Yıl
1928, Ankara'da Osmanlıca yazıyla 60 sayfalık bir kitap
yayınlanır. İsmi: "Türkün Yeni Amentüsü". Yazarı:
Safi adında biri. CHP'nin Hakimiyet-i Milliye Matbaasında basılmış.
Bu kitabın kapağında şu satırlar yer almaktadır:
"Kahramanlığın
örneği olan ve vatanın istiklalini yoktan var eden Mustafa
Kemal'e, onun cengaver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid
analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim,
Eyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin
medeni cihanda en büyük mevkiyi kazanacağına, hamaset
dasitanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine
ve Gazi'nin Allah'ın en sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün
hulusi ile şehadet ederim..."
Bu
da Behçet kemal Çağlar'ın Atatürk için yazdığı ezandır:
Atatürk
ekber!
Atatürk
ekber
ancak
o var Atatürk
evliya
odur,
peygamber
odur,
sanatkâr
Atatürk.
talihe
hâkim,
zekâya
önder,
doğma
serdar Atatürk.
bunları
geçti insan büyüğü:
kendi
kadar Atatürk
Atatürk
ekber
Atatürk
ekber.
bizde
o var. atatürk
ne
evliya, ne de peygamber..
halkına
yar Atatürk
Cumhuriyetin
ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek
için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına,
sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul'da 1931 yılında,
Devlet Matbaası'nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi'nde İslâmiyet
ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri
bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında,
devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet'in yeri yoktur. Çünkü
"İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!", "Hz.
Muhammed (s.a.s.) nihayet bir çöl bedevîsidir", "İslâmiyet'in
yerine yeni bir din koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir."
Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut'a göre Kemalizm dininin
altı esası, altı oktan ibaretti: Yani "Kemalizm dini,
cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik,
laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı." İmanın
altı şartı yerine CHP nin altı oku kemalizm dinine iman etmenin
şartı gibi ortaya atılmıştır. Kemalizmin, yeni bir din
olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu
dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal
Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman
Çelebi'nin meşhur Mevlid'ini Atatürk'e uydurmakta ve çıktığı
Anadolu il ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara
Atatürk Mevlidi'ni okutmakta hiçbir sakınca görmedi:
Ger
dilersiz bulasız oddan necât
Mustafâ-yı
bâ Kemâl'e essalât.
Ol
Zübeyde, Mustafâ'nın ânesi
Ol
sedeften doğdu ol dürdânesi!
Gün
gelip oldu Rızâ'dan hâmile
Vakt
erişti hafta ve eyyâm ile.
Geçti
böyle, nice ay nice sene
Vakt
erişti bin sekiz yüz seksene.
Merhaba
ey baş halâskâr merhaba
Merhaba
ey ulu serdâr merhaba!
Behçet
kemal Çağlar yukarıdaki mevlidden sonra bir başka şiirinde:
Kaç
yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın dili
İnsana
ne ilâh, ne de sevgili
Ne
de ana-baba aratıyordu
Her
an yaratıyor, yaratıyordu.
derken
Halil Bedii Yönetken ise;
Tanrı
gibi görünüyor her yerde
Topraklarda,
denizlerde, göklerde
Gönül
tapar, kendisinden geçer de
Hangi
yana göz bakarsa: Atatürk.
diye
devam ediyordu kutsamaya.
ve
ardından Edip Ayel aynı frekansta;
Cennetse
bu yurt, sen onu buldundu harâbe
Bir
gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan
kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk
ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak
seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi
Toprak
olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez
bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar
ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
diye
sürdürüyordu kutsamayı.
Tabii
Kemalettin Kamu geride kalmamalı idi. Kemalettin Kamu Çankaya
şiirinde;
Burada
erdi Mûsâ
Burada
uçtu İsa
Bülbül
burada varsa
Hürriyet
için öter.
Ne
örümcek, ne yosun
Ne
mûcize, ne füsun...
Kâbe
Arab'ın olsun
Çankaya
bize yeter.
diye
noktayı koyuyordu ama bu açılan kutsama yolunda artık frenler
tutmazdı. Faruk Nafiz Çamlıbel devam ediyordu bu yolda;
Bir
şiirinde;
On
milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O'nda
on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı,
peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız
ne varsa, hepsi ondan şekil aldı. derken;
Bir
başka şiirinde;
Yürüyor,
kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı
bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey
ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil
Göreceksin
duruyor kalbimizin üstünde putun!
diyordu.
Yusuf
Ziya Ortaç ise;
Topladı
avucunda yıldırımı, şimşeği
Yoktan
var ediyordu tanrı gibi her şeyi.
derken,
Nurettin Artam isimli bir zat;
Koca
bir güneşin akşam olmadan
Dağların
ardında sönüşü gibi
Millete
can veren, vatan yaratan
Tanrının
göklere dönüşü gibi.
Her
zaman ırkıma büyük Baş Atam
Tanrılaş
gönlümde, tanrılaş Atam!
diyordu.
Bu açılan yoldaki kutsama kafilesine kimler katılmadı ki........
Bir
yanda Ömer Bedrrettin Uşaklı;
Bir
güneş gibi yalnız
Sensin
ülkü tanrımız
Ey
Türklüğün bütünü.
diye
sürdürürken bu kutsama serisini, Vasfi Mahir Kocatürk;
Peygamber,
tanrısına duymadı bu hasreti
Vermedi
bu kudreti tanrı, peygamberine. diyerek katıldı kervana ve;
İlhami
Bekir;
İlk
adam, mavi gözlerle baktı toprağa
Toprağın
haritasını çizdi bayrağa
Allah
değil, o yazdı alın yazımızı.
diyerek
bir başka küfür örneğini önümüze koyuyordu.
Aka
Gündüz’ün şu yazdıklarına ne demeli:
“Atatürk’ün
tapkınıyız!
Her
şeyde Atatürk,
Yerde
O! Gökte O!
Denizde
O! var da O! yok da O!
Her
şeyde O! Atatürk!
Yerdedir,
göktedir, sudadır,
Alandadır,
diktedir, pusudadır.
Görünmezi
görür!
Bilinmezi
bilir!
Duyulmazı
duyar!
Sezilmezi
sezer,
Ezilmezi
ezer!
Her
şeyde Atatürk!
Elimizi
yüzümüze,
Gönlümüzü
özümüze kapıyoruz.
Biz
sana tapıyoruz!
Biz
sana tapıyoruz!
Varsın,
Teksin,
Yaratansın!
Sana
bağlanmayanlar utansın!”
hülasa
eder isek bir dünya söz sıralanmış söylenmiş ve
ve
mısralar da Ali Hadi isimli zata aittir:
Çok
görme rüku etse de karşında bu millet,
Her
yaptığın iş harikadır, her sözün ayet,
Kavmin
olalım sen gel bize din eyle inayet,
Din
istemeyiz öyle Arap felsefesinden,
Gazi!
Bize bir din de yarat Türk nefesinden.
Yukarıda
aktardıklarımız Atatürk'ü kayıtsız şartsız kutsayanların
kalemlerinden dökülenler. Ve bu kalem sahipleri daima iltifat
görmüş ve asla “sen ne yapıyorsun, neler
saçmalıyorsun”denmemiş. Usulü dairesinde de olsa muhalefet
edenler olmuş elbet, onların başına neler gelmiş?.... Neler
gelmemiş ki!.. Saymakla bitmez. Ali Şükrü Bey'in başına
gelenler. Halen Trabzon'da Boztepe'de yatan Trabzon Mebusu Ali Şükrü
Bey Topal Osman tarafından katledildi. Sadece Ali Şükrü Bey mi?
Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı komünist oldukları için değil
aslında, kanaatimce Lenin'in de bilgisi ve izni dahilinde, Lenin
yanlısı değil de Sultan Galiyev yanlısı oldukları için
katledildiler. Ve o olaydan sonra komünist hareket Türkiye'de asla
milli bir kimliğe bürünemedi. Kazım Karabekir, Mehmet Akif Ersoy,
türlü oyunlarla aşağılandı, ya mahkemelerde ya vicdanlarda
yargılandı ve mahkum edildi. Bir kısım alim ulema ise İstiklal
Mahkemelerince infaz edildi.
Devam
edelim efendim; Sadri Maksudi Arsal.. Atatürk'ün sofrasının
müdavimlerinden, Ordinaryüs Profösör, devrim profesörü.
DenizBank yeni kurulacak o zamanlar, isim meselesine itiraz ediyor.
“DenizBank” Türkçe’ye uygun değil diyor. Bunun yerine
Denizcilik Bankası ya da Deniz Bankası olmalı diyor. Bankaya
“DenizBank” ismini veren ise Atatürk..
Sonra
ne oluyor biliyor musunuz? Büyük bir öfkeye kapılan M.Kemal, aynı
günün akşamı sofra misafirlerinden birkaçını seçerek
radyoevine gönderir. Radyoda normal program iptal edilerek gece 2′ye
kadar Arsal aleyhine sert konuşmalar yapılır. 28 Aralık’ta
galiz bir uslupla yazılmış bir makale, bütün gazetelerde
yayınlanır. Arsal “nankör”dür, “sahte diploma sahibidir”,
“Türkçe bilmemektedir”, “Türk değildir”, “Türk
gençlerini zehirlemektedir”. Arsal bir daha ne mecliste ne de
sofrada görülür (Sadri Maksudi Arsal, Adile Ayda, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları Türk Büyükleri Serisi, 1991, s. 76 )
Bu,
bilinçli olarak başlatılmış bir akım.. Neye yaradığı gayet
açık. Neye yaradığını Kazım Karabekir de gayet net açıklıyor:
“İstiklâl
Harbi nasıl başladı? Nasıl bir seyir takip etti? Bugünkü durum
nedir? istikbal için planımız ne olmalıdır? Artık kimseyi
ilgilendirmiyordu. Biricik düşünce Gazinin teveccühünü kazanmak
ve mebus olmak ve memleketin nimetlerinden istifade edebilmekte
idi…İstiklâl Harbinin fedakar ve feragatli arkadaşlarıyla
Gazinin arasına her gün yeni simalar giriyor ve yerleşiyordu. Ve
artık İstiklal Harbi’ndeki gibi fikir sahipleri ile iş
birliğinden ziyade mutavaat ve alkışa hazır bir zümreye roller
verilmeye hazırlık görünüyordu.”
Kazım
Karabekir Anlatıyor, (yayına hazırlayan Uğur Mumcu), istanbul:
Tekin Yayınevi. 1990. s.83.
Bir
de Yakup Kadri’den dinleyelim:
“Atatürk’ün
sefahetlerinde, Atatürk’ün kötü iptilâlarında bile Homerik
bir destan rüzgârı vardı. İçki sofrasında elini her kadehine
uzatışı. Tanrılar Tanrısı Zeus’un altın kupalar içinde
kevser şarabı dağıtışını andırırdı ve riyaset ettiği
cümbüşler, gerek Çankaya köşkünün samimî havası, gerek
Dolmabahçe sarayının ihtişamlı dekoru içinde ve gerekse
herhangi bir dost evinin mütevazı çatısı altında olsun: daima
Olempus tepesindeki “bezm’ler gibi zaman ve mekân mikyasının
dışına taşardı. Bilmiyoruz. Mevlânâ’yı kendinden geçiren
şarkılar ve rakslar ne cinstendi? Fakat. Atatürk’ün her biri
bir mistik tarikatın “âyin’inden farksız muhabbet
meclislerinden ruhlarımız “cuşiş” denilen halin en yüksek
mertebesine ermiş olarak çıkardık.”
Yakup
Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk İstanbul: Birikim Yayınları. 1981.
s 121-122
Şimdi
ise son sözlerimizi söyleyelim. Atatürk cumhuriyetin kuruluşu ile
birlikte kendisine hiç bir lidere nasip olmayan çok farklı bir
statü verilmiştir. O günden bugüne bu statü farklı
kombinezonlarda yaşatılmıştır. Ne Marks, ne Lenin, ne Mao, ne de
başka bir lider onun büyüklüğüne erişememiştir. Adeta bir
beyin yıkama operasyonu ile beyinler şartlandırılmış ve
“kemalizm” diye bir ideoloji oluşturulmaya çalışılmıştır.
Literatüre bakınız. Demokrasinin beşiği İngiltere'dir. “Magna
Carta” yani büyük ferman ile demokratik 1215 te sözüm ona
demokratik hakları ferman altına alan ilk hukuki bildiridir. Fakat
görüyoruz ki İngiltere hala kraliyet ailesini ve feodaliteyi aynen
muhafaza etmektedir. Çünkü Büyük Britanya İmparatorluğunu
sembolik olarak kraliyet ailesi temsil etmektedir. Avrupanın pek çok
yerinde hatta Japonya'da bile saltanat bütün haşmetiyle devam
ederken olan Osmanoğullarına olmuş, 600 yıl dünyanın kaderine
hükmetmenin bedelini Osmanoğulları ailesi hala ödemeye devam
etmektedir. Batılılaşma ve batılı değerleri kabullenme adı
altında saltanat ve hilafet tarih olmuş, başşehrimiz İstanbul'dan
Ankara'ya taşınmış olmakla Anadolu coğrafyası bile bize çok
görülmektedir. Türkiye son dönemde edilgen değil de etken bir
güç olma ididiasıyla ortaya çıkmış ise de dışarıda türlü
oyunlarla önümüz kesilmek istenirken içeride ise devlet bugün
geldiği noktadan yeniden 1923 mantığı ile resetlenmek ve yeniden
kemalizm ile formatlanmak istenmektedir. Bütün kavga ve gürültü
buradan kopmaktadır. Cumhuriyet tarihi bütünü ile tarihe mal
olacaktır. Tıpkı geçmişte Osmanlının yaşadığı 1.Fetrette
olduğu gibi. 1923 le 2.Fetret başladı ve şu tarihte de bitti
diyeceğiz. Sultan Yıldırım Beyazıt'ın Timur karşısındaki
yenilgisi ile başlayan 1.Fetret nasıl bitmiş ve Osmanlı tarihinde
gelişme ve büyüme devam etmiş ise 1.Dünya harbinde alınan
yenilgiler ile başlayan 2.Fetret dönemi de belki engeç 10 yıl
sonra 2023 te bitecektir. Hem devletin adı, hem başlangıcı ve
devamlılığı, 2.fetret döneminde batıya verilmek zorunda
kalınmış ipotekler konuşulacak tartışılacak, Atatürk te
tarihte alması gereken yeri alacaktır. Atatürk olmasaydı diye bir
mantık kurmak mümkün değildir. Türk tarihi ne Atatürk ile
başlamış ne de sonlanmış ya da yeniden başlamıştır.
Hakaret ve aşağılamanın da lüzumu yoktur. Bu kapanması gereken
bir devirdir, yaşanacak ve kapanacaktır. Ve görüldüğü gibi
yaşanmakta ve yavaş yavaş kapanmaktadır da. Devlet daha doğrusu
Türk Devleti Sultan Alparslan'dan ve Malazgirt'ten itibaren
gelişme ve büyüme sırasında zaman zaman zafiyetler yaşamış
ise de asla devlet olarak kesintiye uğramamıştır. Büyük
Selçuklu Devleti'nin devamı Anadolu Selçuklu Devletidir ve onun
devamı Osmanlı Beyliği ve devamında imparatorluktur. Osmanlı
İmparatorluğu Bizansı fethetmekle Osmanlı sultanı Doğu Roma
İmparatoru ünvanını da almış, Hilafeti İstanbul'a taşımakla
dünya müslümanlarının başı olmuş, Ermeni ve Rum
ortadokslarının da padişahı ve sultanı olan Osmanlı Sultanları,
İspanya'dan kaçan yahudileri de himayesine almış ve hahambaşılığı
da istanbul'da himayesine almıştır. Fatih Sultan Mehmet Bizansı
yıkarak Doğu Roma İmparatoru ünvanını aldıktan sonra Batı
Roma İmparatorluğunu da fethetme ve Vatikanı ve Papalığı da
sınırları içine alma hesaplarında iken bir yahudi dönmesi
doktor Yakup Paşa tarafından zehirlenerek şehid edilmiştir. Türk
Devleti Osmanlı'dan kalan misyon ve miras ile çok uluslu ve çok
dinli bir devlettir. Ancak devletin idaresi elbette Türk
Milletindedir ve İslamdır, ancak Türk ve İslam olmayan tebasına
ikinci sınıf insan muamelesi göstermemiştir. Osmanlı dini ve
etnik kökeni ne olursa olsun tebasına Osmanlılık gibi bir
mensubiyet ruhu vermiştir. Dolayısı ile bir Amerikan milleti
mevcut olmadığı halde Amerika, Osmanlı'dan aldığı vatandaşlık
hukukunu ve idare hukukunu kendi sınırları içinde uygulayarak bir
“amerikalılık” gibi mensubiyet ve vatandaşlık bağı
oluşturmayı başarabilmiştir. Bu çerçevede Türkiye Devleti bu
anlatılanlar ışığında devletimizin ismi ve vatandaşlık
kavramı, dil ve din konularında kendini revize etmek ve yeni bir
yapı ve bakış oluşturmak zorundadır. Yoksa kupkuru bir “atatürk
cumhuriyeti” kavramı içine cihanşumul bir devletin hedef ve
idealleri asla ve asla sığamaz. Geçmişimiz geleceğimizin
köküdür, geleceğimiz ise şanlı geçmişimizin devamıdır.
Dolayısı ile Selçuklu'dan Osmanlı'ya ve cumhuriyete hepsi
bizimdir, Oğuz Han'dan, Kürşattan, Alparslan'dan Osman Gazi'ye,
Sultan Murat'tan, Fatih'e, Yavuz'a Süleyman'a, ve Sultan Vahdettin'e
ve son halife Abdülmecit Efendi'ye, Atatürk'ten Özal'a,
Menderes'ten en son Başbakan ve şimdi de cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan'a kadar hepsi bizdendir, bizimdir hatasıyla
sevabıyla. Ama hiç birisi tanrısal bir güce ve himayeye sahip
değildir ve olamaz da. Bütün bunları bir tarafa bırakıp
“Atatürk olmasaydı, dinin de olmazdı, donun da olmazdı” demek
ne Türklük edebine, ne islam inancına sığmaz. Bütün
gelmişimiz, geçmişimiz ve geleceğimiz bir isme bağlanamaz. Allah
isterse herşey olur, dilemezse hiç bir şey olmaz. Bunun aksine
“atatürk olmasaydı” diye başlayan bir söz ve söylem bir
müslümanı adeta küfre götürebilecek bir sözdür. Gerçek bir
müslüman ise ne her bir şeyi yaradılmış bir kuldan bilir, ne de
onların hiç birine galiz küfürlerle saldırmaz.
Cumhuriyetin
kuruluş yılları ile ilgili önerebileceğim en kısa kaynaklar;
destansı bir roman akıcılığında Tarık Buğra'dan Küçük Ağa
ve Firavun İmanı, Mehmet Doğan'dan Batılılaşma İhaneti ile Dil
Kültür ve Yabancılaşma, Necip Fazıl'dan Sultan Vahdettin Han,
Ahmet Kabaklı'dan Temellerin Duruşması, Atilla İlhan'dan Hangi
Batı, Kadir Mısıroğlu'ndan Lozan Zafer mi Hezimet mi (üç cilt)
Burada
son sözlerimi söylemeden evvel diyeceğim şudur ki her ne pahasına
olur ise olsun hangi sıfat ve kisve altında olursa olsun özellikle
CHP ile bir paralelde olabilen hiç bir siyasi ya da dini ya da
toplumsal hareket ile bir paralelde olmamak icap eder. CHP ile bir
paralelde olmak hem kişiler hem de kurumlar için en büyük
felakettir. CHP ve CHP nin yazdığı yakın tarihimiz bu aziz
milletin kara talihidir. Eşref Edip bu dönemi “kara kitap” adı
ile küçük bir kitapta hikaye etmiş, rahmetli Osman Yüksel
Serdengeçti ise yine bu dönemi “bir nesli nasıl mahvettiler”
isimli küçük kitapçıkta hülasa etmeye çalışmıştı.
Son
sözümüz ve cümlemiz olsun; Devletimizin sınırları Edirne'de
başlayıp Kars'ta bitmez, bizim sınırlarımız Adriyatik'ten Çin
seddine, Sibirya'da güney Afrika'ya insanoğlunun ayak bastığı
her coğrafyaya kadar uzanır ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tüm
vatandaşları dini, milliyeti, etnik kökeni ya da mezhebi ne olursa
olsun devletimizin Orta Asya'dan bugüne gelen misyonunu ve vizyonunu
bilmek ve ona sahip çıkmak zorundadır. Türk Devleti dün, evvelki
gün ya da yarın veya öbür gün adı ne olursa olsun gölgesi
altında, yaradanın bütün yarattıklarına yer veren, adı,
kendisi ve gölgesi en büyük bir devlettir ve bu büyüklüğünü
ilelebet sürdürecektir. O gölgenin altında olanlar o gölge
içinde kendilerine de bir yer bulabildikleri için onur ve gurur
duymalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder