Selamünaleyküm,
Yüce
Allahın selamı rahmeti bereketi üzerimize olsun.
Sizlere
hitabımdaki söz ve söylemlerimin mutlak doğru olduğunu asla
iddia etmiyorum. Sadece kişisel fikir ve düşüncelerimden
ibarettir. Pekçoğumuzun hoşuna da gitmeyebilir. O bakımdan
şimdiden affınıza sığınarak sözlerime başlamak istiyorum.
Bunu ne için söyledim, toplumda bir hastalık derecesinde önyargı
ve yaklaşım var. Düşüncelerimiz ve sözlerimiz mutlak doğrudur,
karşımızdakilerin ise külliyen yanlıştır gibi bir önyargılı
yaklaşımı asla doğru bulmuyorum. Ve muhataba yukarıdan tepeden
bakışı da doğru bulmam. Her birimizde çok değerli fikirler çok
özel çözümler ve çözümlemeler elbette vardır, olmalıdır da.
Yapmamız gereken usuletle ve suhuletle dinlemek ve aynı iyiniyetle
değerlendirmek ve faydalı bulduklarımızı almaktır. Efendimiz
şöyle buyurmuştur ki: müslüman birbirini yıkayan iki el
gibidir. Aklıma geldi şimdi. Bir siyasi kişi şöyle diyordu
muhalif olmak adına. “biz muhalefetiz, siz en doğru şeyi yapmış
olsanız bile bize düşen takdir etmek değil eleştirmektir.”
doğru mudur bu yaklaşım? Değildir elbette, külliyen yanlıştır.
Bu
kısa girişten sonra asıl konumuza girelim işallah.
Milliyetçilik
ve bu bağlamda Türkçülük nedir, ne idi, nasıl olmalıdır,
nasıl oldu sorularına cevap arayacağız.
Türkçülüğü
Türk milletini sevmek, yüceltmek istemek, ve öncelikle Türkleri
birleştirme ve cihana hakim kılma ideali olarak anlayabiliriz. Bu
elbette her Türkün istemesi gereken bir idealdir, hedeftir. Ancak
Türkçülüğü dejenere eden ve çizgi dışına çıkaran ve
Türkçüleri ayrıştıran noktalar vardır. Bunları sırası ile
ifade dersek;
Türkçülüğü
şamanlık ile bir değerlendirmek,
Türkçülüğü
Atatürkçülük ile bir değerlendirmek,
Türkçülüğü
islamdan ayrı ve karşı değerlendirmek,
Türkçüleri
ayrıştırmış ve bölmüştür. Bu söylemler Türkçülüğü
dejenere etmiştir. Bir kere; şamanlık eski bir Türk dini
inanışıdır. Türkçülük için günümüzde bir değer ve anlam
ifade etmemelidir.
Atatürkçülük
ve Türkçülük içiçe geçmez geçmemelidir. Türkçü ne Atatürk
ne de oğuz atadan Mete Handan, Selçukludan Osmanlıdan bu yana
tarihe mal olmuş hiç bir atasına nankörlük ve saygısızlık
etmez, ancak onları evliya veya peygamber yerine de koymaz. Yegane
rehber ve önder olarak kabul etmez.
İslam
ise dünya Türklüğünün mutlak çoğunluğunun iman ettiği en
son dindir. İslamsız bir Türklük asla düşünemeyiz. Bu elbette
islam olmayan Türkleri dışlamamız anlamına gelmez.
Siyasi
manada ise Türkçü ya da İslamcı olmak siyaseten devlete fayda
yerine zarar da verebilir. Belki bu yönü ile bakılmamıştır
şimdiye kadar fakat şahsi kanaatim odur ki tanzimat sonrası
Osmanlı imparatorluğunun tasfiyesini hızlandıran ve
gerçekleştiren iki zararlı hareketin biri Pantürkizm diğeri ise
panislamizmdir. Çok uluslu ve çok dinli bir siyasi yapı olan
Osmanlı devletinde Türkçülük yapmak ta İslamcılık yapmak ta
imparatorluğun sonunu getirecek iki zararlı cereyan olmuştur. Bu
süreci tarihsel gelişmenin zorladığı da söylenebilir. Günümüzde
ise örneğin Amerikada ingiliz veya Fransız milliyetçiliği
yapmak, veya İngiliz uluslar topluluğunda İngiliz milliyetçiliği
veya islam düşmanlığı yapmak ne kadar bu devletlerin zararına
ise geçmişte de Osmanlının zararına olmuştur. Ve Osmanlıdaki
bu Türkçü ve İslamcı akımlar özellikle ingiliz ve Siyonist
merkezli güçler tarafından beslenmiş ve teşvik edilmiştir.
Cumhuriyetin
kuruluşu ile Türkçülük ve İslamcılık özellikle birbirinden
ayrıştırılarak iki ayrı akım halinde günümüze kadar
taşınmıştır. Oysa ki Türkiye Türkçülük ve İslamcılığın
birleşmesi ve kaynaşması ile olması gereken gücüne ulaşacak ve
devamında da tarihimizde olduğu gibi Türk ve İslam olmayan
unsurları da hakimiyet alanı içine katarak yeniden cihan devleti
haline gelecektir. Bunlar hayal gibi gelebilir ancak asla hayal
değildir, ben buna bütün kalbimle inanıyorum. 500 yıl evvel “bu
cihan bir sultana çok iki sultana az gelir” diyen yavuz sultan
selim hanın idrakine ihtiyacımız vardır. Biz her ne kadar
ecdadımız Osmanlının saltanatını tarihe gömmekle iftihar
ediyoruz ya geçtiğimiz günlerde bir siyasinin “demokrasinin
beşiği” dediği İngiltere kraliyet ailesinin gölgesinde İngiliz
uluslar topluluğu veya Büyük Britanya İmparatorluğu adı altında
saltanatını sürdürmektedir. Amerikanın ise dünya coğrafyasında
burnunu sokmadığı yer kalmadığını da biliyoruz ve görüyoruz.
Hadi bunlar neyse ne diyelim ancak en çok on milyon nüfusu ile
küçücük bir devlet olan İsrail arz'ı mevuda göre “yahudilerin
efendi yahudi olmayanların ise kul ve köle olduğu bir dünya
devleti ideali ile her geçen gün sınırlarını genişletmekte ve
güçlenmekte, çocuklarını bu ideal ile yetiştirmektedir. Yine on
milyon nüfuslu Yunanistan İzmirden Egeden İstanbula, hatta
Trabzona kadar geniş bir coğrafyanın sahibi olma ideali ile
yetiştirmektedir Yunan çocuklarını. Biz ise Türkçülüğü de
islamcılığı da dışlamış, yurtta sulh cihanda sulh söylemini
adeta yurtta sus cihanda susa dönüştürmüş bir halde pejmürde,
avare, hedefsiz ve idealsiz nesiller yetiştirmekteyiz. Halen
Atatürkçü, laik, kemalist, komünist, Türkçü, İslamcı
ayrışması ve kavgası ile enerjimizi tüketmekteyiz. Devletimizin
bir insan modeli, devlet olarak hedefi ve ideali varsa da görünmediği
gibi zihinlerimizde korkular, kompleksler, aykırı fikir ve
düşüncelerle birbirini yiyen bir topluluğa dönüştük.
Siyaseten bölünmeler ve ayrışmalar, dini cemaat ve toplulukların
arasındaki kin haset ve düşmanlık, partiler arasındaki çekişme
sürtüşme ve inatlaşma, devletimizi ve milletimizi büyük bir
zafiyet içine düşürmektedir. Şunu asla unutmamalıyız ki Türk
Milleti elbette büyük bir millettir. Tarihi ile yaşadığı ve
yaşattıkları ile dünyanın en şerefli bir milletidir. Ve Türk,
İslamla da şereflenmekle adeta çeliğe çifte su verilmiş ve
dünya devletini kuracak dünyaya hakim olabilecek yegane güç
haline gelmiştir. Fakat artık kısırlaşmış fikirlerle bu büyük
hedefe ulaşmak mümkün değildir. Ziya Gökalp Turancılığı
şöyle ifade diyordu. Türkiyecilik, Oğuzculuk, Türkmencilik ve
Turancılık. Yani önce Milliyetçi Türkiye, sonra tüm Türk
topluluklarının bağımsız birer devlet kurması ve sonrası ise
bunların birleşmesi ile üçüncü ve son aşamada Büyük Turan
Devletinin kurulması son hedef oluyordu. Bunu ifade eden bir dostuma
70 li yıllarda sordum: Peki sonra? Ne sonrası diye cevap verdi. Ben
yine israrla sonra? Diye devam edince. Ne olacak ki biz de Amerika
veya Sovyetler gibi emperyalist emperyal bir güç olacağız. Diye
cevap verdi. Ben hala sonrasının cevabını arıyorum. Sonra?.....
aslında o cevabı bir başka zatın bir eserinde gördüm. Davayı
üçe ayırıyordu. Allah davası, millet davası ve ekmek davası
diye. Millet davası milliyetçilik, ekmek davası komünizm
oluyordu. Sistemleri de üçe ayırıyordu. Kızıl enternasyonal,
mavi enternasyonal ve yeşil enternasyonal diye. Komünist dünya,
kapitalist siyonist dünya ve İslam dünyası. Ve mücadeleyi de üç
aşamaya ayırmıştı. Önce “bütün Türkler bir ordu”, sonra
“bütün müslümanlar bir ordu” ve son aşama bütün insanlık
bir ordu. Yani tek dünya devleti. Bu tek dünya devleti Müslüman
Türklerin idaresinde kurulacak ve bütün islam ve Türk olmayan
topluluklar da bu devlete bağlı sadık vatandaşlar olarak, adalet içinde, mutlu
müreffeh ve özgür yaşayacaktı. Bu hedef müslümanlar için
konulmuş bir hedefti. Ve diyordu ki “ben Türküm ve Türk
milletinin bu hedefe ulaşacağına inanıyorum, daha başarılı
başka bir müslüman topluluk bu hedefe ulaşabilecekse o devletin
tebası olmaya da razıyım” mealinde devam ediyordu. Bunu koca bir
hayal olarak görmek isteyenlere de Kuranı Kerimde Saff suresi 8.
ayeti zikrediyordu: İnkarcılar
ne kadar istemeseler de, Allah nurunu, dinini tamamlayacaktır.
Bu
hülasadan sonra derim ki;
Dünyamız,
Osmanlı döneminden bu yana daha da büyümediği belki daha da
küçüldüğü halde Müslüman Türkün yeniden şahlanışını ve
hakimiyetini beklemektedir. Bu çerçevede öncelikle her türlü
siyonist ve hıristiyan misyonerlerin sponsorluğundaki işbirlikçi ve provakatör liderleri etkisiz kılıp Türkçülüğü ve İslamcılığı rahmetli S.Ahmet
Arvasinin dillendirdiği “Türk İSLAM ÜLKÜSÜ” çerçevesinde
birleştirip siyasi, ekonomik ve ideolojik bir güç haline getirip
Türkiye Cumhuriyeti devletinde iktidar ve muktedir kılmak, büyük
Türk birliğini oluşturmak ve paralel şekilde halen batının ajan
ve taşaronları elindeki islam coğrafyasını da özgürleştirip
aynı çatı altında toplamak ve en doğru ve en mukaddes kızıl
elmamız olmalıdır. Yukarıda zikrettim, S.Ahmet Arvasi rahmetliyi
“arap uşağı” diye dışlayan ve aşağılayan zavallılar var. Aynı zatlar öte yandan Peygamber efendimiz için de “Türk”
soyundan geldiği yolunda iddialarda bulunuyorlar. Onlara göre
Peygamber efendimiz gerçekten Türk soyundan gelmiş ise S. Ahmet
Arvasi de Seyittir ve Türktür.
Bir
de şu hususları açıklığa kavuşturmak istiyorum ki cumhuriyetin
kuruluşundan bugüne Türkçüler ve islamcı kesim muhalif
kesimdir, gizliden ve açıktan işbirliği yapmıştır. Statüko
tarafından her ikisi de dışlanmış ve devlet kadrolarından uzak
tutulmuştur. Çok partili dönemde 1950 den itibaren Türkçü ve
islamcı ayrışması olmamış, her iki kesim muhafazakar cephede
birlikte yer almıştır. Demokrat parti sonrası Adalet Parti
döneminde de Türkçü ve İslamcı kadrolar, yanında olmasalar da
asla iktidar karşısında olmamıştır. 1980 öncesi ise bazı
siyasi ayrılıkçı kürtlerin islamcılar içine sızması ve
ülkücü akıncı kutuplaşmasını körüklemesi ile o dönemde
Metin Yüksel'in öldürülmesi ve devamında bu ayrışma
körüklenmiştir. O yıllarda Selamet Partisi-Milliyetçi Hareket
Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi seçim ittifakı yaparak
mecliste daha güçlü temsil edilmiştir. Sonraki yıllarda ise MHP
nin DSP ile koalisyon yapması ile ilk kırılma yaşanmıştır.
Geçtiğimiz yıllarda İYİ parti ve altılı masa ittifakı ve
başkaca bazı milliyetçi ve muhafazakar partilerin devşirilmesi
ile kırılmalar devam etmiş ise de MHP nin yeniden devlet yanında
yer alması ile bu şer ittifakları bertaraf edilebilmiştir.
Yeniden
bir derleyip toplamamız gerekirse yaklaşık elli yıldır Türkiye
bir ateş çemberi içindedir. Muhalefet cephesi bütünü ile şer
güçlerce ele geçirilmiş ve kontrol altına alınmış
görünmektedir. İktidar ise hatası ve sevapları ile Türkiye'yi
bugünlere taşımış ancak büyük bir metal yorgunluğu
yaşamaktadır. İslamcı hareketler küçük partilere ayrılmış
ve devşirilmiş, keza milliyetçi-ülkücü kesim sanırım yedi
parti halinde muhalefet cephesinde yer almaktadır. İmamlar
satılmış, cemaatin ise kafası fevkalade karışıktır. Bu
durumda öncelikle;
Bir
akil adamlar heyeti oluşturulmalıdır.
Yapılacak
istişareler sonunda ülkücü yedi parti birleşmelidir.
İslami
parti hüviyetindeki partiler de birleşmelidir.
Son
olarak bu ülkücü-Türkçü ve islamcı partiler birleşmeli ve
iktidarı teslim almalıdır.
Bu
aşamaları gerçekleşebilmesi için Türkçü-ülkücü ve İslamcı
taban bilgilendirilmeli, uyandırılmalı ve mankurtluktan
kurtarılmalıdır. Aksi halde mahalli idare seçimlerinde Ankara
İstanbul İzmir ve başkaca büyük şehirlerde alınan sonuçlar
genel seçimlere de yansır ise ki yüzde bir veya ikilik bir
seçmenin tercihinin değişmesi bunu gerçekleştirebilir. Böyle
bir durumda elli yıldır ateşe düşmemek için direnen Türkiye'nin
akıbeti Allah korusun Irak'tan, Suriye'den, Lübnan'dan, Gazze'den
beter olacaktır. Zaten emperyal güçlerin elli yıldır asıl amacı
Türkiyeyi bu ateşin içine atmak ve gerçekleştiremedikleri Sevr'i
yeniden gündeme getirmek ve Türkiye'yi lime lime etmektir.
Uyanalım, titreyelim ve aklımızı başımıza alalım. Kendimize
dönelim işallah. Ne diyordu şair:
Şu
kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.
Senin
uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi.
Tâ
ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,
Galib
et,
çünkü bu son
ordusudur
İslâm'ın.