31 Mayıs 2025 Cumartesi

KURBAN BAYRAMI VE KURBAN KESMEK

 

                Kurban Bayramı ve Ramazan Bayramı Müslümanların  iki dini bayramıdır. Fakat her nedense ülkemizdeki bazı kesimler bu iki bayramı değişik şekillerde sulandırmak istemektedir. Ramazan ayı boyunca oruç tutan Müslümanların bir aylık oruç sonunda yaptıkları bayram olan Ramazan Bayramı israrla ve inatla “şeker” bayramına dönüştürülmek istenmiştir. Kurban Bayramında ise Müslümanlardan maddi gücü yerinde olanlar küçük veya büyükbaş kurban keserler ve kestikleri kurbanların etlerini, komşularına ve yoksullara kurban kesemeyenlere dağıtırlar. Genel olarak kurbanın üçte biri kesene ayrılır, kalan üçte bir ise komşulara ve diğer üçte bir de  kurban kesememiş olanlara dağıtılır.

                Olay kısaca bu iken laik devletimiz bir dini vecibe ve ibadet olan kurbanların deri bağırsaklarını yıllarca el koyarak zorla THK na toplatmıştır. Polis ve jandarma senelerce cami avlularından ve evlerden deri bağırsaklara tek tek veya toplu olarak el koymuş ve THK na teslim etmiştir. Bu uzun bir hikayedir ve artık kurban kesenler kurban deri ve bağırsaklarını diledikleri yere verebilmektedir. Olması gereken de buydu. Son 30-40 yıl  içinde ise senede bir kere kesilen kurbanlarla ilgili olarak aklı eren ermeyen, dini bilgisi olan olmayan ağzı olan konuşur misali fetvalar vermeye, asıp kesip biçmeye başlamışlardır.

                Bunlardan bir kısmı; kesilen boğazlanan hayvanlara yazık değil mi?.. onların canı yok mu? Bu bir vahşet değil mi? Gibi güya makul mantıklı gerekçelerle kurban bayramında kurban kesilmesine karşı çıkmaktadır. Bu kesime demek lazımdır ki; senenin 360 günü mezbahalarda domuz dahil türlü hayvanlar kesiliyor, siz adı farklı kebaplar halinde bunları afiyetle yiyorsunuz, dünyanın değişik yerlerinde denizlerde türlü balıklar kitleler halinde toplanıyor, bazı deniz hayvanları canlı canlı haşlanıyor, bunları da zevkle yiyorsunuz. Dünyanın değişik yerlerinde özellikle İspanya’da boğa güreşi adı altında o zavallı hayvanlara işkence ediliyor, bunları görmezden geliyorsunuz da iş dini bir vecibe olan kurban kesmeye gelince sizin insan onların ise masum hayvanlar olduğu aklınıza geliveriyor. Buradaki samimiyete kimseleri inandıramazsınız.

                Kurban kesimine itiraz eden diğer bir kesim ise diyor ki; kurbanı her yerde ve her ortamda kesmek kestirmek çok zor ve zahmetli, madem ki bu bir hayırdır, kurban kesmek yerine öğrencilere burs veya fakirlere para yardımı yapılsa daha iyi olmaz mı? İşte şeytanın işi yok, böyle makul gerekçelerle kurban ibadetinden Müslümanlar uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Ve bu kişiler güya islam adına konuşuyorlar. Belki bazı kişileri de kandırıyorlar. Onlara şunu desek; bu bayram günlerinde büyüklerin elini öpmek, eşle dostla bayramlaşmak yerine alıp başınızı tatil beldelerine gidiyorsunuz, buralara gidip bir dünya para harcamak yerine bu tatil ve eğlence için ayırdığınız parayı da öğrencilere burs ve fakirlere sadaka ve yardım olarak verseniz daha iyi olmaz mı? Verecekleri cevap şudur ki “senede bir bayramımız veya tatilimiz var, gidip birkaç gün tatil yapacak kafa dinleyeceğiz, siz de buna mı göz diktiniz” diyeceklerdir. Fakat Müslümanın senede bir keseceği kurban ise gözlerine batmaktadır. Kurban yerine öğrenciye burs veya fakire yardım. Ne kadar ulvi bir düşünce diyeceğiz akıllarınca. Hayır efendim, kurban bir ibadettir. Bizzat kesip kestiremiyorsanız gidersiniz bir fakir aile veya kurban organizasyonu yapan kurum veya kişi bulursunuz, vekalet verirsiniz, sizin adınıza kurban keser, o ibadet yerine getirilmiş olur. Kurban yerine burs veya yardım olmaz, burs vermek isteyen, yardım etmek isteyen yardım eder de bu kurban işini neden buna karıştırırsınız. Müslümanların ibadeti sizleri rahatsız etmesin. Sizlerin Yunan adalarına gidip domuz döneri veya kebabı yemenize hiç itiraz eden oldu mu? Sizin inanç ve itikadınız size, bizimkisi bizedir.

                Son olarak deriz ki; Müslümanın Ramazan ayında tuttuğu orucun sonundaki bayramı şeker bayramı değil Ramazan Bayramıdır, ve Kurban kesmesi vacip olan Müslümanların kurban kestikleri ve kesmeye devam edecekleri bayramın adı da kurban bayramıdır. Allah tüm kainatı insanlar için meşru bir yaşam alanı, canlı-cansız herşeyi de yine insanların hizmetine ve faydasına sunmuştur. Allah'ın adıne kesilen hayvanların eti helaldir. Kan, kendiliğinden ölmüş hayvan ve Allah'tan gayrısı adına kesilmiş hayvanlar ile domuz eti haramdır. Bu çerçevede müslümanın senede bir kestiği kurbanın parası da, eti de, derisi, de gerisi de kurbanı kesen Müslümanın tasarrufundadır vesselam.

29 Mayıs 2025 Perşembe

EVLENME-BOŞANMA-ZİNA

 

    Günümüzde ve toplumumuzda evlenmeler askı süresi dahi kaldırılarak kayden kolaylaşmış ise de boşanmalar adeta işkenceye dönüşmüş bir felaket halinde devam etmektedir. Burada birden çok anlaşılmaz çelişkiler vardır:

-Zina ve nikahsız yaşam meşru ve kolay iken yasal evlilik fevkalade zor çekilir bir kurum haline dönüştürülmüştür.

-Evlilikte hak ve borçlar ile ilgili yasal düzenlemeler karı-koca hak ve hukukunu içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Otoritenin olmadığı yerde anarşi vardır. Ailenin reisi kocadır maddesi ve karı kocanın çocuklar üzerindeki tedip hakkı yasadan çıkarılmış, aile başı ve sorumlusu olmayan bir ucubeye dönüştürülmüştür. Anne-baba ve çocuklarla ilgili velayet hakkına dair maddeler de anlaşılmaz hale getirilmiştir. Velayet hakkı babadan alınmış, baba ailenin reisi olmaktan çıkarılmış, aile başıbozuk bir anarşinin içine atılmıştır. Yeniden ailenin reisi kocadır maddesi geri getirilmeli, velayet babada olmalıdır. Adeta eş başkanlık gibi bir sistemle aileyi var etmek mümkün değildir.

Yapılan her yeni yasal değişiklik ve düzenleme vaziyeti daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Özellikle İstanbul sözleşmesinden sonra çıkarılan 6284 sayılı kanun yürürlükten kaldırılmalıdır. Kocası hakkında uzaklaştırma kararı aldıran eş, polis koruması altında müşterek hanede zina dahi yapabilmektedir.

Boşanma davalarının beş-on yıl gibi bir zamana yayılması, davaların onca yargılamadan sonra  reddedilmesi, yeni dava açma şartları ve süresi gibi sorunlar yüzünden geçimsiz olan eşler aktif cinsel yaşamlarının çok büyük bir kısmını boşanma davasıyla uğraşmakla ve  serbest cinsel hayat yaşayarak geçirmektedir. Bu nedenlerle aile içinde uyum ve istikrar olmayınca, anne baba olmak, çocuk dünyaya getirmek te göze alınmaktan korkulan bir risk ve sorumluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenlerle özellikle boşanma ile ilgili boşanmayı kolaylaştırıcı,  evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı  teşvik edici yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Mevcut kanunlarımızdaki boşanma halinde ömür boyu nafaka gibi maddeler de kaldırılmalıdır. Şimdi evlenme ve boşanmayla ilgili tekliflerimizi ve gerekçelerini açıklayalım.

EVLENME:

1-Evlenmek isteyen taraflar için, bakanlığın açmış olduğu evlilik ve aile danışma merkezlerindeki uzmanların elinden haftanın altı günü toplam 12 saat evlenmede yasal, vicdani ve töresel hak ve sorumluluklara ilişkin eğitim şart koşulmalıdır. Ayrıca evlenmek isteyen tarafların yasal mal rejimi seçimleri mecbur tutulmalı, mehir veya başkaca tazminat gibi şartları da sözleşmeye dahil edilmeli,  noterde yaptıkları sözleşme evlendirme memuruna ibraz edilmeli, tarih ve sayısı evlenme kütüğüne şerh edilmelidir.

2-Evlenmek isteyen her ikisi 30 yaş altı taraflara beş yıldan evvel boşanmaları halinde günün değeri üzerinden geri alınmak şartı ile yarısı hibe, yarısı iki yıl sonra faizsiz geri ödemeli beşer yüz bin liralık yardım yapılmalıdır.

3-Evlenen çiftlerin ilk çocuklarında beşyüz bin, ikinci çocukta bir milyon, üçüncü çocukta birbuçuk milyon, dördüncü çocukta iki milyon gibi teşvik ve yardımlar yapılmalıdır. Geçmişte aile planlaması ve doğum kontrolünün sponsorluğunu yapan KOÇ holding gibi kurumlar elbette bu konularda sponsor olacaklardır. Aksi halde fabrikalarında çalışacak personeli bulmakta zorluk çekecekleri günler çok yakındır.

BOŞANMA:

Geçinmek istemeyen, boşanmak isteyen bir karı veya kocayı, hiçbir kanun gücü veya otorite zorla sırf nikahı var diye o kişiye karı veya koca olmaya zorlayamaz. Yürürlükteki kanun ve sistem serbest cinsel hayata, genelevlere, gizli ve açık fuhşa müdahale etmediği gibi adeta kolaylaştırmaya yönelik düzenlemeler yaparken evlilik ve boşanma konusundaki hassasiyetinin insanları özellikle nikahsız yaşamaya teşvik ettiğini görmemek için kör olmak lazımdır. Evli kadın ve erkeğin zinasının da suç sayılmaması bu hususu doğrulamaktadır. Taraflar boşanmak istiyor, ayrı yaşamaya başlıyor, ancak açılan dava yıllar sürüyor, boşanmanın mal, nafaka ve tazminata yönelik ayrıntıları davaları yıllarca uzatıyor, istinaf ve temyiz aşamalarını da nazara alırsak on yıla yaklaşan bir zaman boşanma davası ile geçiyor. Bir de reddedildiğini düşünün. Yeniden evlenmek te mümkün değil, ancak nikahsız yaşama hatta birden çok eşle nikahsız yaşama hiçbir yasal engel yok. Bu sonuç devlet eliyle taraflara yapılan bir zulüm ve işkencedir. Evlilik kurumunu yok etmeye yöneliktir. Evliliğin olamadığı yerde çocuk ta olmamaktadır. Olsa bile gayrimeşru çocuk aile yuvası ve  terbiyesinden mahrum büyümektedir. Açıklanan sebeplerle boşanma mevzuatı kökten değişmelidir. Kanun teklifimiz aşağıdadır:

Her ne sebeple olursa olsun boşanmak isteyen karı kocadan her biri dilediği zaman boşanma iradesini tek taraflı beyan ederek boşanma hakkına sahiptir.

Boşanmak isteyen erkek;

    Aile hekiminden aldığı rapor ile bir notere giderek beyan edeceği boşanma iradesini karısının adresine tebliğ eder.

    Boşanmak isteyen kadın aynı şekilde öncelikle hamile olmadığına ilişkin tıbbi rapor ve aile hekiminin vereceği rapor ile birlikte notere giderek boşanma iradesini kocasının adresine tebliğ eder.

        Tebliğ adreslerinde adres kayıt sistemindeki adresler esastır.

    Noter ihtarı ile boşanma kararını tebliğ eden taraf tebliğ şerhli boşanma iradesini yetkili aile mahkemesine bir dilekçe ekinde bildirir ve nüfusa bildirilmesini talep ve dava eder. Aile mahkemesi kadının davalı olduğu halde hamile olup olmadığını engeç onbeş gün içinde gerekir ise zabıta marifeti ile  rapor aldırdıktan sonra hamilelik sözkonusu değilse derhal tarafların boşanmalarının nüfusa tescilini bildirir. Hamilelik sözkonusuysa hamileliğin sonlanmasına kadar boşanmayı bekletir, boşanma iradesini tebliğ eden taraf fikrini değiştirmemiş ise doğum sonrası engeç 15 gün içinde boşanmanın tescilini nüfustan talep eder. Varsa müşterek çocukların velayetini yargılama sonunda değiştirebilmek şartıyla uygun olan tarafa verir. Eğer kadın aldığı hamile olmadığına dair rapor ile birlikte işlemi başlatmış ise Aile Mahkemesi bu durumda derhal boşanma kararını taraflara ve nüfusa tebliğ eder. Bu ön boşanma kararı itiraz ve istinafa kapalı kesin karardır. Ve yapılacak yargılama sonunda tarafların iddia ve savunmaları, taraflar arasındaki mal rejimi sözleşmesi, tarafların iddia ve savunmaları da nazara alınarak müşterek hayatın nafaka, tazminat ve mal rejimi yönünden tasfiyesine dair verilecek karar ile evlilik tasfiye edilmiş olur. Ancak eşlerden biri lehine verilecek tedbir ve yoksulluk nafakası, lehine nafaka hükmedilen eşin evlendiğinde kesilmesi şartı ile üç yılı geçemez. Müşterek çocukların velayeti ve diğer tarafla şahsi münasebet tesisi ile iştirak nafakası tarafların müracaatı ile mahkemenin yapacağı yargılama ile değiştirilebilir.

Böylece boşanma eğer hamilelik sözkonusu değilse engeç birbuçuk aylık bir süreçtir. Karı koca arasındaki mal, nafaka ve tazminat konuları ise ne kadar uzun sürerse sürsün boşanan tarafların kendilerine yeni bir hayat ve düzen kurmalarına engel olmayacaktır.

ZİNA

Zina ile ilgili T.C K. nda yeniden düzenleme yapılmalı, eşlerden her biri için zina suç haline getirilmelidir. En azından şikayete bağlı suç haline getirilmelidir. Evlilikte sadakat esastır. Zina aile hayatını dejenere etmekte, aile ve toplumdaki huzuru yok etmektedir. Ailede ve toplumun her kesiminde ve alanında zirai ve  sınai üretimde ahlak esas olmalı, keza siyasette, ticarette, kısaca her alanda ahlaksızlığa karşı pek ağır müeyyideler getirilmeli, eğitim müfredatında ahlak ve maneviyat konusunda ders saatleri olmalıdır.

Sağlıklı ailenin olmadığı bir toplumda huzur ve istikrar aramak beyhude bir çabadır. Anayasamızın 41. maddesinde de belirlendiği gibi "aile Türk toplumunun temelidir." Ancak kanunlarımız başta Anayasamız olmak üzere AB uyum yasaları sürecinde toplumun gerçekleri ve değerlerinden uzaklaşmış ve yabancılaşmıştır. Tamamen yerli ve milli bir anayasa ve devamında diğer yasal mevzuat huzur ve refahımız ve geleceğimiz için şarttır.

27 Mayıs 2025 Salı

KÜRESEL DÜŞÜN-EME-MEK

 

    Çok uzun bir zamandır değişik ortamlarda Türkiye’nin sınırları dışında var olma mücadelesini gereksiz ve anlamsız bulan özellikle Türkçülük ve Milliyetçilik adına hareket ettiğini zanneden dirayetsiz ve kifayetsiz birileri ortaya çıkmaktadır. Hem Türkçü hem milliyetçi bir kimliğe sahip olacaksınız, devletçi olacaksınız, hem de Türkiye’nin sınırları dışında var olma mücadelesine karşı çıkacaksınız. Bu fevkalade trajik ve psikosomatik bir durumdur. Böyle bir gaflet ve takıntı içinde olanlara acımamak mümkün değildir. Bu düşüncede olanlar şu soruları soruyorlar:

                -Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?

                -Türkiye’nin Irak’ta, Filistin’de ne işi var?

                -Türkiye’nin Libya’da, Somali’de, Afrika’da ne işi var?

                -Kısaca “Türkiye’nin Türkiye dışında ne işi var” sorusunu sorarken, Türkiye’nin özellikle Doğu Türkistan ve Kırım Türkleriyle yeterince ilgilenmediğini de iddia ediyorlar. Öncelikle bu sorularıyla bu iddiaları birbiriyle çelişmektedir. Çünkü Türkiye’nin gerçek sınırları haritada görünen kırmızı çizgilerle çizilmiş sınırlar değildir. Bir başka ifade ile Türkler tarihin hiçbir döneminde kendilerine çizilen sınırlar içine asla hapsolmamışlardır. Bugün de Türk milletini yüz yıl evvel çizilmiş sınırlar içine hapsetmeye kimsenin hakkı ve haddi olamaz. Yakın tarihimizden bir misal vermek istiyorum:

                Yunanistan 400 yıl Osmanlı hakimiyetinde kaldıktan sonra 1830 da küçük bir devlet olarak kurulmuştur. İstanbul 1453 te Trabzon 1461 de fethedilmiştir. Yunanistan ile aynı yıllarda fethedilmiştir. Fakat Yunanistan 1453 te fethedilmiş İstanbul’dan ve 1461 de fethedilmiş Trabzon’dan ve Pontus hayalinden asla vazgeçmemiştir. Yine İzmir Emir Çakabey tarafından 1081 de Türk toprağı haline getirildiğinde ortada bir Yunanistan bile yoktur. Fakat Yunanistan dünden bugüne burnumuzun dibindeki adalar ve Türk nüfusunun var olduğu Batı Trakya yetmemiş gibi İzmir, İstanbul, Kıbrıs ve Trabzon’un hayali ile yetiştirmektedir nesillerini. Yunanistan 10.8 milyon olan İstanbul’dan az ve azalmaya devam eden nüfusu ile bu hayali yaşatmaya devam etmektedir. Her 19 mayısı Pontus soykırım günü olarak kutladığı gibi Trabzon’un fethi olan her 15 ağustosta Fener Rum Patriğini Sümela’da ayin yapmaktadır. Türkiye’nin sınırları ötesinde ne işi var diyenler Yunanistan’ın bu hayallerinden haberdar mıdır?

                Özellikle son yüz yıldır dünya haritasının yeniden çizilmesinde, savaşların ve geçici barışın inşasında baş rolde olan Amerika ve İngiltere liderliğindeki haçlı cephesi uzak doğudan Afrika’ya ve orta doğuya kadar dünyanın her yerinde adeta dünyanın yegane hakimi gibi hareket etmektedir. Amerika’nın Suriye’de, Irak’ta, Yunanistan’da, Balkanlarda ve Avrupa’da ve hatta dünyanın her bir noktasında ne işi var sorusunu hiç sormayı aklımıza getirebiliyor muyuz?

                Aynı şekilde Rusya’nın ve Çin’in sınırlarının ötesinde ne işi olabileceğini hiç sorguluyor muyuz?

                Türkiye’nin Türkiye sınırları dışındaki varlığından rahatsız olanların, Türkiye’nin kimsenin bir karış toprağında gözü yoktur diyenlerin ve buna inananların referans aldıkları söylem  “yurtta sulh, cihanda sulh” söylemidir. Ancak unutmayalım ki Atatürk bu sözü söylemeden öncesinde ve sonrasında ne yurtta ne de cihanda sulh asla gerçekleşmemiştir. Bu söylem ise “yurtta sus, cihanda sus” şeklinde hayata geçmiştir. Dolayısı ile Türk’ün geçmişte ayak bastığı, kanıyla suladığı her toprak parçası Adriyatikten Çin seddine Türkün ebedi vatanıdır ve her Türkün hayalinde bu toprakları yeniden vatan yapmak düşüncesi yaşamaktadır ve yaşamalıdır. Gözümüz ve gönlümüz ufuklarda ve uzaklarda olmaz ise hapsedildiğimiz sınırlar içinde bölme ve bölünme planlarının bir parçası ve ögesi olmaktan asla kurtulamayız. Öyle ise yurtta ve cihanda sulhun yaşatılması susmakla değil savaşmakla gerçekleşecektir. Türk’ün ulaştığı her kızıl elma gelecek kızıl elmaların müjdecisidir. Türk; Türk Birliğini, devamında İslam birliğini ve devamında tüm dünya insanlığını Barış ve huzur içinde yaşatacağı tek dünya devletini inşa edene kadar asla durmayacaktır, durmamalıdır. Türk Dünyası, İslam dünyası ve mazlum tüm insanlık bu bekleyiş ve umutla yaşamaktadır. Her Türk’ün hayali ve ideali Türk’ün hakimiyetindeki dünya devleti olmalıdır.

4 Mayıs 2025 Pazar

TEK DÜNYA DEVLETİ-TÜRK İSLAM DEVLETİDİR

 

Selamünaleyküm,

Yüce Allahın selamı rahmeti bereketi üzerimize olsun.

Sizlere hitabımdaki söz ve söylemlerimin mutlak doğru olduğunu asla iddia etmiyorum. Sadece kişisel fikir ve düşüncelerimden ibarettir. Pekçoğumuzun hoşuna da gitmeyebilir. O bakımdan şimdiden affınıza sığınarak sözlerime başlamak istiyorum. Bunu ne için söyledim, toplumda bir hastalık derecesinde önyargı ve yaklaşım var. Düşüncelerimiz ve sözlerimiz mutlak doğrudur, karşımızdakilerin ise külliyen yanlıştır gibi bir önyargılı yaklaşımı asla doğru bulmuyorum. Ve muhataba yukarıdan tepeden bakışı da doğru bulmam. Her birimizde çok değerli fikirler çok özel çözümler ve çözümlemeler elbette vardır, olmalıdır da. Yapmamız gereken usuletle ve suhuletle dinlemek ve aynı iyiniyetle değerlendirmek ve faydalı bulduklarımızı almaktır. Efendimiz şöyle buyurmuştur ki: müslüman birbirini yıkayan iki el gibidir. Aklıma geldi şimdi. Bir siyasi kişi şöyle diyordu muhalif olmak adına. “biz muhalefetiz, siz en doğru şeyi yapmış olsanız bile bize düşen takdir etmek değil eleştirmektir.” doğru mudur bu yaklaşım? Değildir elbette, külliyen yanlıştır.

Bu kısa girişten sonra asıl konumuza girelim işallah.

Milliyetçilik ve bu bağlamda Türkçülük nedir, ne idi, nasıl olmalıdır, nasıl oldu sorularına cevap arayacağız.

Türkçülüğü Türk milletini sevmek, yüceltmek istemek, ve öncelikle Türkleri birleştirme ve cihana hakim kılma ideali olarak anlayabiliriz. Bu elbette her Türkün istemesi gereken bir idealdir, hedeftir. Ancak Türkçülüğü dejenere eden ve çizgi dışına çıkaran ve Türkçüleri ayrıştıran noktalar vardır. Bunları sırası ile ifade dersek;

Türkçülüğü şamanlık ile bir değerlendirmek,

Türkçülüğü Atatürkçülük ile bir değerlendirmek,

Türkçülüğü islamdan ayrı ve karşı değerlendirmek,

Türkçüleri ayrıştırmış ve bölmüştür. Bu söylemler Türkçülüğü dejenere etmiştir. Bir kere; şamanlık eski bir Türk dini inanışıdır. Türkçülük için günümüzde bir değer ve anlam ifade etmemelidir.

Atatürkçülük ve Türkçülük içiçe geçmez geçmemelidir. Türkçü ne Atatürk ne de oğuz atadan Mete Handan, Selçukludan Osmanlıdan bu yana tarihe mal olmuş hiç bir atasına nankörlük ve saygısızlık etmez, ancak onları evliya veya peygamber yerine de koymaz. Yegane rehber ve önder olarak kabul etmez.

İslam ise dünya Türklüğünün mutlak çoğunluğunun iman ettiği en son dindir. İslamsız bir Türklük asla düşünemeyiz. Bu elbette islam olmayan Türkleri dışlamamız anlamına gelmez.

Siyasi manada ise Türkçü ya da İslamcı olmak siyaseten devlete fayda yerine zarar da verebilir. Belki bu yönü ile bakılmamıştır şimdiye kadar fakat şahsi kanaatim odur ki tanzimat sonrası Osmanlı imparatorluğunun tasfiyesini hızlandıran ve gerçekleştiren iki zararlı hareketin biri Pantürkizm diğeri ise panislamizmdir. Çok uluslu ve çok dinli bir siyasi yapı olan Osmanlı devletinde Türkçülük yapmak ta İslamcılık yapmak ta imparatorluğun sonunu getirecek iki zararlı cereyan olmuştur. Bu süreci tarihsel gelişmenin zorladığı da söylenebilir. Günümüzde ise örneğin Amerikada ingiliz veya Fransız milliyetçiliği yapmak, veya İngiliz uluslar topluluğunda İngiliz milliyetçiliği veya islam düşmanlığı yapmak ne kadar bu devletlerin zararına ise geçmişte de Osmanlının zararına olmuştur. Ve Osmanlıdaki bu Türkçü ve İslamcı akımlar özellikle ingiliz ve Siyonist merkezli güçler tarafından beslenmiş ve teşvik edilmiştir.

Cumhuriyetin kuruluşu ile Türkçülük ve İslamcılık özellikle birbirinden ayrıştırılarak iki ayrı akım halinde günümüze kadar taşınmıştır. Oysa ki Türkiye Türkçülük ve İslamcılığın birleşmesi ve kaynaşması ile olması gereken gücüne ulaşacak ve devamında da tarihimizde olduğu gibi Türk ve İslam olmayan unsurları da hakimiyet alanı içine katarak yeniden cihan devleti haline gelecektir. Bunlar hayal gibi gelebilir ancak asla hayal değildir, ben buna bütün kalbimle inanıyorum. 500 yıl evvel “bu cihan bir sultana çok iki sultana az gelir” diyen yavuz sultan selim hanın idrakine ihtiyacımız vardır. Biz her ne kadar ecdadımız Osmanlının saltanatını tarihe gömmekle iftihar ediyoruz ya geçtiğimiz günlerde bir siyasinin “demokrasinin beşiği” dediği İngiltere kraliyet ailesinin gölgesinde İngiliz uluslar topluluğu veya Büyük Britanya İmparatorluğu adı altında saltanatını sürdürmektedir. Amerikanın ise dünya coğrafyasında burnunu sokmadığı yer kalmadığını da biliyoruz ve görüyoruz. Hadi bunlar neyse ne diyelim ancak en çok on milyon nüfusu ile küçücük bir devlet olan İsrail arz'ı mevuda göre “yahudilerin efendi yahudi olmayanların ise kul ve köle olduğu bir dünya devleti ideali ile her geçen gün sınırlarını genişletmekte ve güçlenmekte, çocuklarını bu ideal ile yetiştirmektedir. Yine on milyon nüfuslu Yunanistan İzmirden Egeden İstanbula, hatta Trabzona kadar geniş bir coğrafyanın sahibi olma ideali ile yetiştirmektedir Yunan çocuklarını. Biz ise Türkçülüğü de islamcılığı da dışlamış, yurtta sulh cihanda sulh söylemini adeta yurtta sus cihanda susa dönüştürmüş bir halde pejmürde, avare, hedefsiz ve idealsiz nesiller yetiştirmekteyiz. Halen Atatürkçü, laik, kemalist, komünist, Türkçü, İslamcı ayrışması ve kavgası ile enerjimizi tüketmekteyiz. Devletimizin bir insan modeli, devlet olarak hedefi ve ideali varsa da görünmediği gibi zihinlerimizde korkular, kompleksler, aykırı fikir ve düşüncelerle birbirini yiyen bir topluluğa dönüştük. Siyaseten bölünmeler ve ayrışmalar, dini cemaat ve toplulukların arasındaki kin haset ve düşmanlık, partiler arasındaki çekişme sürtüşme ve inatlaşma, devletimizi ve milletimizi büyük bir zafiyet içine düşürmektedir. Şunu asla unutmamalıyız ki Türk Milleti elbette büyük bir millettir. Tarihi ile yaşadığı ve yaşattıkları ile dünyanın en şerefli bir milletidir. Ve Türk, İslamla da şereflenmekle adeta çeliğe çifte su verilmiş ve dünya devletini kuracak dünyaya hakim olabilecek yegane güç haline gelmiştir. Fakat artık kısırlaşmış fikirlerle bu büyük hedefe ulaşmak mümkün değildir. Ziya Gökalp Turancılığı şöyle ifade diyordu. Türkiyecilik, Oğuzculuk, Türkmencilik ve Turancılık. Yani önce Milliyetçi Türkiye, sonra tüm Türk topluluklarının bağımsız birer devlet kurması ve sonrası ise bunların birleşmesi ile üçüncü ve son aşamada Büyük Turan Devletinin kurulması son hedef oluyordu. Bunu ifade eden bir dostuma 70 li yıllarda sordum: Peki sonra? Ne sonrası diye cevap verdi. Ben yine israrla sonra? Diye devam edince. Ne olacak ki biz de Amerika veya Sovyetler gibi emperyalist emperyal bir güç olacağız. Diye cevap verdi. Ben hala sonrasının cevabını arıyorum. Sonra?..... aslında o cevabı bir başka zatın bir eserinde gördüm. Davayı üçe ayırıyordu. Allah davası, millet davası ve ekmek davası diye. Millet davası milliyetçilik, ekmek davası komünizm oluyordu. Sistemleri de üçe ayırıyordu. Kızıl enternasyonal, mavi enternasyonal ve yeşil enternasyonal diye. Komünist dünya, kapitalist siyonist dünya ve İslam dünyası. Ve mücadeleyi de üç aşamaya ayırmıştı. Önce “bütün Türkler bir ordu”, sonra “bütün müslümanlar bir ordu” ve son aşama bütün insanlık bir ordu. Yani tek dünya devleti. Bu tek dünya devleti Müslüman Türklerin idaresinde kurulacak ve bütün islam ve Türk olmayan topluluklar da bu devlete bağlı sadık vatandaşlar olarak, adalet içinde, mutlu müreffeh ve özgür yaşayacaktı. Bu hedef müslümanlar için konulmuş bir hedefti. Ve diyordu ki “ben Türküm ve Türk milletinin bu hedefe ulaşacağına inanıyorum, daha başarılı başka bir müslüman topluluk bu hedefe ulaşabilecekse o devletin tebası olmaya da razıyım” mealinde devam ediyordu. Bunu koca bir hayal olarak görmek isteyenlere de Kuranı Kerimde Saff suresi 8. ayeti zikrediyordu: İnkarcılar ne kadar istemeseler de, Allah nurunu, dinini tamamlayacaktır.

Bu hülasadan sonra derim ki;

Dünyamız, Osmanlı döneminden bu yana daha da büyümediği belki daha da küçüldüğü halde Müslüman Türkün yeniden şahlanışını ve hakimiyetini beklemektedir. Bu çerçevede öncelikle her türlü siyonist ve hıristiyan misyonerlerin sponsorluğundaki işbirlikçi  ve provakatör liderleri  etkisiz kılıp Türkçülüğü ve İslamcılığı rahmetli S.Ahmet Arvasinin dillendirdiği “Türk İSLAM ÜLKÜSÜ” çerçevesinde birleştirip siyasi, ekonomik ve ideolojik bir güç haline getirip Türkiye Cumhuriyeti devletinde iktidar ve muktedir kılmak, büyük Türk birliğini oluşturmak ve paralel şekilde halen batının ajan ve taşaronları elindeki islam coğrafyasını da özgürleştirip aynı çatı altında toplamak ve en doğru ve en mukaddes kızıl elmamız olmalıdır. Yukarıda zikrettim, S.Ahmet Arvasi rahmetliyi “arap uşağı” diye dışlayan ve aşağılayan zavallılar var. Aynı zatlar öte yandan Peygamber efendimiz için de “Türk” soyundan geldiği yolunda iddialarda bulunuyorlar. Onlara göre Peygamber efendimiz gerçekten Türk soyundan gelmiş ise S. Ahmet Arvasi de Seyittir ve Türktür.

Bir de şu hususları açıklığa kavuşturmak istiyorum ki cumhuriyetin kuruluşundan bugüne Türkçüler ve islamcı kesim muhalif kesimdir, gizliden ve açıktan işbirliği yapmıştır. Statüko tarafından her ikisi de dışlanmış ve devlet kadrolarından uzak tutulmuştur. Çok partili dönemde 1950 den itibaren Türkçü ve islamcı ayrışması olmamış, her iki kesim muhafazakar cephede birlikte yer almıştır. Demokrat parti sonrası Adalet Parti döneminde de Türkçü ve İslamcı kadrolar, yanında olmasalar da asla iktidar karşısında olmamıştır. 1980 öncesi ise bazı siyasi ayrılıkçı kürtlerin islamcılar içine sızması ve ülkücü akıncı kutuplaşmasını körüklemesi ile o dönemde Metin Yüksel'in öldürülmesi ve devamında bu ayrışma körüklenmiştir. O yıllarda Selamet Partisi-Milliyetçi Hareket Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi seçim ittifakı yaparak mecliste daha güçlü temsil edilmiştir. Sonraki yıllarda ise MHP nin DSP ile koalisyon yapması ile ilk kırılma yaşanmıştır. Geçtiğimiz yıllarda İYİ parti ve altılı masa ittifakı ve başkaca bazı milliyetçi ve muhafazakar partilerin devşirilmesi ile kırılmalar devam etmiş ise de MHP nin yeniden devlet yanında yer alması ile bu şer ittifakları bertaraf edilebilmiştir.

Yeniden bir derleyip toplamamız gerekirse yaklaşık elli yıldır Türkiye bir ateş çemberi içindedir. Muhalefet cephesi bütünü ile şer güçlerce ele geçirilmiş ve kontrol altına alınmış görünmektedir. İktidar ise hatası ve sevapları ile Türkiye'yi bugünlere taşımış ancak büyük bir metal yorgunluğu yaşamaktadır. İslamcı hareketler küçük partilere ayrılmış ve devşirilmiş, keza milliyetçi-ülkücü kesim sanırım yedi parti halinde muhalefet cephesinde yer almaktadır. İmamlar satılmış, cemaatin ise kafası fevkalade karışıktır. Bu durumda öncelikle;

Bir akil adamlar heyeti oluşturulmalıdır.

Yapılacak istişareler sonunda ülkücü yedi parti birleşmelidir.

İslami parti hüviyetindeki partiler de birleşmelidir.

Son olarak bu ülkücü-Türkçü ve islamcı partiler birleşmeli ve iktidarı teslim almalıdır.

Bu aşamaları gerçekleşebilmesi için Türkçü-ülkücü ve İslamcı taban bilgilendirilmeli, uyandırılmalı ve mankurtluktan kurtarılmalıdır. Aksi halde mahalli idare seçimlerinde Ankara İstanbul İzmir ve başkaca büyük şehirlerde alınan sonuçlar genel seçimlere de yansır ise ki yüzde bir veya ikilik bir seçmenin tercihinin değişmesi bunu gerçekleştirebilir. Böyle bir durumda elli yıldır ateşe düşmemek için direnen Türkiye'nin akıbeti Allah korusun Irak'tan, Suriye'den, Lübnan'dan, Gazze'den beter olacaktır. Zaten emperyal güçlerin elli yıldır asıl amacı Türkiyeyi bu ateşin içine atmak ve gerçekleştiremedikleri Sevr'i yeniden gündeme getirmek ve Türkiye'yi lime lime etmektir. Uyanalım, titreyelim ve aklımızı başımıza alalım. Kendimize dönelim işallah. Ne diyordu şair:

Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.

Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi.

Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,

Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın.