25 Aralık 2019 Çarşamba

İHANET MUHALEFETİ VEYA MUHALEFET İHANETİ

Son yıllarda, hele hele son günlerde muhalif olmak adına öyle şeylere muhalefet ediliyor ki anlamak mümkün değil. Öte yandan beni en çok  üzen nokta şurasıdır; aklı selim görünen insanlar kandırılıyor, bir kısım mazbut muhafazakar kesim de sırf iktidara muhalif olmak uğruna her şeye muhalif durmaya devam ediyorlar.
Milletin malumudur ki 1950 den bu yana iktidar yüzü görmeyen CHP, milletin demirbaş muhalefet gücü olarak her alanda muhalefet yapmaya devam etmiş, devletin büyümesi ve gelişmesi önünde engel olma takoz olma siyasetinden asla vazgeçmemiştir. Onlar ve onların yardakçıları bir sürü cilalı söylemlerle devletin bugünlere gelmesinde çok emekleri olduğunu iddia etse de;
-1923 ten 1950 ye kadar tek parti ile ve partili cumhurbaşkanı ile devleti idare eden ve millete nefes aldırmayan, diktatör ve despot bir yönetim sistemi ortaya koyan CHP partili cumhurbaşkanına en ciddi muhalefeti yapmıştır ve yapmaya devam etmektedir.
-1923 ten 1950 ye kadar hiçbir savaşa girmeyen Türkiye ekonomik ve siyasi olarak bir arpa boyu yol dahi gidememişken son yirmi yılda devletin etken bir siyaset izlemesinden en çok rahatsız olan parti CHP dir.
-1950 den itibaren Demokrat Parti İktidarında yapılan her türlü hizmetin karşısında kale gibi duran CHP dir. En açık örneklerinden biridir ki; ellili yıllarda İstanbul’da açılan VATAN ve MİLLET caddelerine de “bu kadar geniş caddelere uçak mı indireceksiniz” gerekçesiyle itiraz eden ve karşı çıkan CHP dir.
-Demokrasiye karşı her türlü askeri operasyonlara ve ihtilallere destek veren ve özgürlükleri kısıtlayan zihniyet CHP zihniyetidir.
-1970 li yıllarda İstanbul’da “1.boğaz köprüsünün yapımına karşı çıkan CHP dir.
-Turgut Özal döneminde 2.Boğaz Köprüsünün yapımına karşı çıkan yine o dönem Deniz Baykal liderliğindeki CHP dir. 
-En son AK parti iktidarında da; 3.Köprü inşasına karşı çıkan CHP dir.
-Hızlı tren projelerine karşı çıkan CHP dir.
-Marmaray’a karşı çıkan CHP dir.
-İstanbul’daki ikinci havaalanına karşı çıkan CHP dir.
-Yine İstanbul’da 3.Havaalanına da şiddetle karşı çıkan CHP dir.
-Şimdilerde Kanal İstanbul’a karşı çıkan da CHP dir.
Sözü uzatmadan konuyu az değiştirelim. 
Bir tv dizisi yapılıp Adnan Menderes’in aşkı yıllar sonra film haline getirilmiştir fakat;
-Lord Kinros’un “Bir milletin yeniden doğuşu” kitabında anlattığı Atatürk’ün aşklarıdır.
-Çok uzak olmayan tarihlerde Aynur Aydan ile otelde basılan CHP li bakan Hasan Fehmi Güneş’tir.
-Evli bir milletvekili bayan ile kasetleri ortaya çıkan CHP lideri Deniz Baykal’dır. 
-Müjde Ar isimli oyuncu ile yıllarca metres hayatı yaşayıp sonrasında evlenen CHP li bir eski bakan Ercan Karakaş’tır.
-Sekreteri ile aşk yaşarken zimmetine milyonlar geçiren İSKİ skandalının kahramanı CHP li bir bürokrattır.
-ASKİ skandalının kahramanı yine CHP li bir bürokrattır.
Bu liste kurcaladıkça günümüze kadar uzar gider. 
Devletimiz son elli yıldır emperyalist batının lejyoneri PKK ile bir savaş halindedir. Son yıllarda ise bu savaşı bir adım öteye taşımış, bölgede ve Ortadoğu coğrafyasında etken bir güç olma iddiasıyla milli politikalar üretmeye ve uygulamaya başlamıştır. Bu bağlamda batı ekseninden çıkarak Rusya, Hindistan ve Çin ekseninde bir alternatif cephe içinde yer almayı da göze almıştır. Ayrıca Afrika kıtasında da daha etkili olmak çabasındadır. Türkiye’nin bu yöndeki faaliyetine Mısır’da askeri darbe yapılarak ve Libya’da Harbiye mezunu ve Türk dostu Kaddafi yönetimine son verilerek sekte vurulmak, Akdeniz’de, özellikle Doğu Akdeniz’de Yunanistan, İsrail, Amerika, Fransa işbirliği ile  Akdeniz’deki Türk varlığına son verilmek istenmiştir. Buna karşı Türkiye meşru Libya yönetimi ile askeri işbirliği anlaşması yaparak çok önemli bir hamle yapmıştır. İşte tam bu sırada elli yıldır ülkemizin doğu ve güneydoğusu ile Irak ve Suriye’de kürtçülük yapan Amerika, daha dün gibi bir zamanda Milliyetçi Çin’e karşı Mao’yu destekleyip iktidar yaparken bugün ise her ne hikmetse Doğu Türkistan’daki baskı ve zulme karşı Türkçülük yapıyor. Buna paralel olarak Türkiye’de HDP-PKK bile Doğu Türkistan söz konusu olduğunda Kürtçülükten vazgeçip Türkçü oluveriyorlar. Nitekim Çin’de Uygur Türklerine uygulanan baskıcı uygulamaların incelenmesi için verilen araştırma önergesi 20 Haziran 2019 tarihinde yapılan görüşmelerde gündeme gelmiş ve reddedilmiş. Meclis Genel Kurulu’nda bütçe görüşmelerinde HDP adına konuşma yapan Ömer Faruk Gergerlioğlu Uygur Türkleri ile ilgili önergeye Ekim 2018 ve Haziran 2019’da CHP, HDP ve İyi Parti’nin evet, AK Parti ve MHP’nin hayır oyu verdiğini belirtiyor. Türkiye’de iktidar değişikliğini 15 temmuzda FETÖ ile gerçekleştiremeyen dış güçler millet ittifakı ile yeniden devreye girdiler. Ve sonunda bölücü ve sözüm ona Kürtçü HDP-PKK nın Doğu Türkistan konusunda Türkçü olmaya karar verdiğini de görmüş olduk. Yıllarca Doğu Türkistan’ı istismar edip kendine ajan devşiren Amerika CIA da kullandığı RUZİ NAZAR’dan sonra Rabia Kadir’i de aynı amaç doğrultusunda kullanıyor. Olan Doğu Türkistan’da tahrik edilen provake edilen masumlara oluyor. Ben Türkiye’nin özellikle Güney Azerbaycan, Çeçenistan, Kırım, Kafkasya ve Doğu Türkistan’da dış güçlerin isteği doğrultusunda değil de kendi hür iradesi ile hareket etmek istediğini görüyor ve gözlemliyorum. Türkiye Amerika istiyor diye Türkçülük yapmaz, Türkiye kendi siyaseti gerektirdiği yer ve zamanda İslamcılık ta yapar, Türkçülük te yapar, daha evrensel söylemlerle de ortaya çıkabilir. Bu Türkiye’nin kendi tercihidir. Fakat Türkiye’deki ajanlar, mankurtlar ve gafiller Amerika düdük çalınca sokağa dökülüyor. Unutmayın ki Amerika’nın derdi ne Doğu Türkistan ne de başka bir coğrafyadır, şu an Amerika’nın derdi Türkiye’yi istediği yerde yakacağı bir ateşe atmaktır. Bu ateş Irak’ta yakıldı, sonra Suriye’de yakıldı, İran’da yakılmak istendi, Türkiye Rusya’nın üstüne salınmak istendi, Ankara’nın göbeğinde Rus elçisi katledildi, Uçaklar düşürüldü, Amerika bir türlü istediğini yapamadı. Amerika istiyor ki Türkiye Libya’dan, Akdeniz’den, Suriye’den, Irak’tan çıksın, uzaklaşsın, kardeşleri Doğu Türkistan’da baskı ve zulüm altında inlerken gitsin Çin ile hesap tutsun. İçimizdeki gafiller ve provake edilmeye müsait insanlarımız ise hemen sokaklara dökülüyor, iktidar bu davaya sahip çıkmıyor diyerek ver yansın ediyor. Fakat şu soruyu soracak akla sahip değiller maalesef: “bu doğu Türkistan davası neden Amerika’nın ve HDP-PKK nın birinci meselesi haline geliverdi”?…….Bu kervana CHP nin yedeğinde İP ve SP de katılıyor. İP ve SP hatırına o çizgideki pek çok insanımız da: “ne işimiz var Suriye’de Irak’ta ve hatta Libya’da, Doğu Türkistan’da baskı ve zulüm varken” diye sokaklara dökülüyor. Burada mesele Doğu Türkistan’ı yalnız bırakmak bırakmamak değil, mesele Amerika’nın telkinleri doğrultusunda veya bağımsız hareket edip edememedir. Türkiye Amerika Çin’e karşı müeyyide uyguluyor diye Çin’e karşı tavır almaz, geçmişte İran’a karşı müeyyide uyguluyor diye İran’a karşı tavır almadığı gibi. Zaten Amerika’yı kızdıran ve çileden çıkaran işte budur. Amerika “saldır co” dediğinde Türkiye saldırmamakta, dur dediğinde de durmamaktadır. Bu gerçeği görmek ve buna göre kişisel tercih ve söylemlerimizi belirlememiz gerekir. Bütün dünya dost ve düşman görmeli ve bilmelidir ki artık Türkiye; batının kontrol ve güdümünde edilgen bir devletçik değil, İmparatorluklar kurmuş bir medeniyetin, Selçuklu ve Osmanlı’nın devamı, dünyanın üçte birini kaplayan Türk ve İslam dünyasının yegane hamisi ve temsilcisi, binlerce yıllık şanlı bir geçmişe sahip  Büyük Türkiye Cumhuriyeti Devletidir.

27 Kasım 2019 Çarşamba

ALGI OLUŞTURMA-PSİKOLOJİK SAVAŞIN SON METODU



Ahir zamanın ahirinde öyle bir döneme girdik ki anlatılmaz yaşanır misali bir zihinsel ve sosyal kaos döneminin tam ortasındayız.  Aklın ve mantığın durduğu, aklı selimin iflas ettiği, zalimin mazlum, mazlumun zalim, korkağın kahraman, kahramanın ise aciz ve çaresiz gösterildiği bir dünya bu. Kavramların içi boşaltılmış, sosyal ve manevi değerlerimiz dejenere edilmiş, yozlaşma ve piçlik sadece kavramlarda kalmamış adeta kelimenin gerçek manası ile babasını bilmeyen doğal veya tüp bebek yöntemi ile  dünyaya getirilmiş eski tabirle veledi zinaların sayısının fevkalade arttığı bir dönemde yaşıyoruz.Cumhuriyet kurulana kadar “irtica geliyor” yaygarası ile batı devşirmesi Jöntürkler ve ittihatçılar   Osmanlının sonunu getirdiler. Devletimiz batının icat ettiği bu algı yönetimi le ilk tanzimat döneminde tanıştı. Propagandanın gücü ile pek çok fikir ve düşünce insanı özellikle Sultan 2.Abdülhamit döneminde batının dikte ettiği büyülü dört kavram “hürriyet”, “müsavat”, “uhuvvet” ve “adalet” (özgürlük-eşitlik,kardeşlik,adalet) sloganlarına kapılarak devletine ve padişahına asi oldu. O günlerde oluşturulan istibdat ve kızıl sultan algısı hala günümüzde pek çok insanımızın zihninde yanlış yere durmaktadır. Cumhuriyetin ilanı ile de irtica ve şeriat geliyor yaygarası ile sürekli milleti baskı altında tuttular. Kendi müstebit yönetimlerini de bize demokrasi ve cumhuriyet diye yutturmayı başardılar. Güçlerinin yetmediği yerde ise emperyalist batının ekonomik ve siyasi ablukası desteğinde oluşturulan kaos sonrası askeri ihtilaller ile güçlerini takviye ettiler ve kurulan idealsiz kukla cumhuriyetimizi, başlangıç kuruluş şartlarına göre formatlayıp resetlediler.  Propaganda ve psikolojik harbin gücü ile yanlışlar doğru, doğrular yanlış gösterildi ve gösterilmeye devam ediliyor. Vatanperverlik ve yurtseverlik ile hainlik ve ihanet, dindarlık ile dinsizlik ayrışmaz ve içinden çıkılmaz düğümler haline geldi. Bunun en önemli nedeni küreselleşen emperyalizmin küresel sömürü ve küresel soykırımına mani olabilecek yegane güç olan Müslüman Türk’ün devlet ve millet olarak gücünü elinden almaktır. Altı yüz yıl gibi bir uzun zaman ve daha öncesini da sayarsak dünya tarihini son bin yılı aşkın döneminde insanoğlunun gerçekten özgür, adil ve sömürüsüz bir nizam içinde yaşamasını gaye edinen ve bunu büyük ölçüde başaran Selçuklu ve devamındaki Osmanlının misyonu Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ile rafa kaldırılmıştır. Şimdi ise Türkiye’nin yeniden o misyona sahip olma iradesi, Osmanlı’nın misyonuna karşı Osmanlı düşmanlığı ve sözüm ona Selçuklu hayranlığı, salt cumhuriyetçilik ve fanatik laik-Kemalistlik, batılı değerlere teslim olarak çağdaş ve Avrupa ailesi içinde olmayı hedeflemek, İslam ve iman bakımından ise bir dünya batılı ajanın sevk ve idaresindeki cemaatler vasıtası ile Müslümanların maddi ve manevi varlıklarına el koymak, ayrıca ilahiyatçılar arasındaki devşirilmiş ajanlar kullanılarak oluşturulan çarpık akımlar, mealcilik, mevzuu hadisler ile dini bozmak veya toptan hadis inkarcılığı, katı mezhepçilik veya mezhepsizlik, Deistlik ve devamında ateistlik gibi akımlarla Müslüman Türk’ün enerjisi boşaltılmakta, birliği bozulmakta, idealsiz ve edilgen yozlaşmış bir yığına dönüştürülmek istenmektedir. Sonuç olarak Müslüman Türk, ajanların ve kavramların ve muhteris siyasi liderlerin elinde dejenere edilmeye devam olunmaktadır. Dünya genelinde ise dünyaya adil olarak hükmettikleri iddiasındaki süper güçler sömürü ve soygun düzenlerini perdeledikleri gibi Birleşmiş Milletler ve benzeri uluslararası kurum ve kuruluşları da kontrol ederek keyiflerince dünyayı yönetmekte, yönetimleri oluşturdukları algı doğrultusunda yüceltmekte veya alaşağı etmekte, çıkardıkları bölgesel kaoslarla Saddam Hüseyin gibi göstermelik yargılamalar ile idam etmekte veya Kaddafi gibi sokaklarda linç ettirmektedir. Türkiye’de bile 1960 ta çok dramatik bir şekilde başbakan ve iki bakan idam edilmiş, binlerce asker ve sivil de görevinden edilmiştir. Bu ve benzer olayların faillerinin kahraman, mazlumlarının ise zalim gibi gösterilmesi malum güçler tarafından kolaylıkla organize edilebilmektedir. Düşünün ki onlarca yıl irtica geliyor, şeriatçılar geliyor diye yasaklar koyup başörtülü kızlarımızı okullara almadıkları yılların sonu geldi diye sevinirken bakıyoruz ki yaşadığımız günlerin başörtülü kızlarımızın sokaklarda ve meydanlarda sürüklendiği günlerden farkı yoktur. Son günlerde sokaklarda kapalı kıyafetleri nedeniyle hakaret, taciz ve saldırı haberleri artmaya başlamıştır. Oysa ki kadınsı kıyafetleri nedeniyle perçeminden tutulup tedip edilecek bir sürü cinsiyeti bozuk erkek veya fevkalade edep dışı dekolte kıyafetleri nedeniyle eskort kılıklı kadın, sokaklarda özgüvenleri ile arzı endam etmekte kimse de müdahale etmemektedir. Yapılmak istenen dış görünüşleri nedeniyle de insanımızı birbirine düşürmektir. Bu içler acısı tablo karşısında teslim olmak bize göre değildir. Ümitsizlik iman zayıflığıdır. Müslüman Türk asla pes etmez, yönetilmez ve kimliğini de sahip olamayacak derecede kaybetmez. Görüyoruz ki gün günden iyi gelmektedir. Ümitsizliğe gerek yoktur. Yaşanan son yüzyıl Müslüman Türk’ün Timur yenilgisi ile yaşadığı birinci fetretten sonra ikinci fetret dönemidir ki işallah devletimiz bu yaşanan ikinci fetretin son yıllarındadır. Milletimizin aklı selimi her türlü propaganda ve algıya karşı koyabilecek noktadadır. Büyük milletimiz feraset ve basireti ile yaşanan son yüzyılı tarihin çöp sepetine atacak yeniden -Osmanlıya dönecek demiyorum asla- yeni, daha güçlü, daha bağımsız, bizi Ergenekon’dan Anadolu’ya ve Afrika ve Avrupa içlerine taşıyan nizamı alem davasının davacısı, sahibi ve takipçisi YENİ TÜRKİYE’nin ilelebet var olacağını küresel emperyalist güçlere ilan edecektir.  Dünya insanlığı Müslüman Türk’ün varlığı ve gücü ile gerçek adaleti ve hürriyeti, kardeşliği ve eşitliği yaşayacaktır. Bizim gücümüz ve elimiz ile küresel emperyalizmin zulüm ve sömürü düzeni yıkılacaktır. Müslüman Türk’ün kızıl elması yönetim kademesinde Müslüman Türk’ün olduğu tüm dünya halklarının hangi dine ya da soya mensup olursa olsun özgür, eşit, kardeşlik ve adalet içinde yaşadığı tek dünya devletini inşa etmektir. Bu dünya devleti 15 milyonluk sapık, ırkçı ve şeriatçı yahudinin ideali olsa da Allah bu hedefi, Allah’ın askerleri olan Müslüman Türk Milletine nasip edecektir. Allah’ın vaadi budur:  “kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır."(Saff, 61/8)


20 Kasım 2019 Çarşamba

SAVAŞLAR, ZALİMLER, MAZLUMLAR, KÜRESEL SOYKIRIM



Asırlardır insanoğlu zalimlerin elinde baskı, zulüm ve katliamlar altındadır. Yazılı tarih öncesi dönemleri bir yana bırakırsak Roma İmparatorluğu, Hun İmparatorluğu, Bizans dönemlerinde doğudan batıya iki akın vardır, birisi Atilla’nın İtalya’ya kadar uzanan seferi diğeri ise batı Anadolu’ya kadar uzanan Moğol akınlarıdır. Ancak bu askeri harekatlarda yağma ve askeri katliamlar olmuş ise de asıl katliamlar Haçlı seferlerinden itibaren başlamıştır. 1096 da başlayan Haçlı seferleri 7.Haçlı seferinin yapıldığı 1254 e kadar sürmüştür. Haçlı seferleri ile umduğunu bulamayan ve devamında Osmanlı İmparatorluğu tarafından Viyana’ya ve Polonya içlerine, güneyde ise İtalya’ya kadar sürülen Avrupa’nın Haçlı gücü Osmanlı karşısında tutunamadığından gözünü daha uzaklara uzakdoğuya ve Afrika’ya dikmiştir.
Silah ve teknolojik gelişme ile birlikte uzak doğu ve Afrika’ya el atan Avrupa’lı Avustralya’yı ve o bölgedeki diğer adaları sömürgeleri arasına katmış, yerliler üzerinde acımasız bir soykırım uygulamıştır. Bu arada Kuzey ve Güney Amerika’ya el atmış Kuzey Amerika’da Kızılderililer üzerinde acımasız bir katliam ve soykırım gerçekleştirmiştir. Anı zamanda Güne Amerika’daki Aztek ve İnkalar da haçlıların soykırıma varan katliamlarından kurtulamamıştır. Afrika’yı da sömürgeleri arasına katan Avrupa gemilere doldurduğu Afrika’nın kara derili insanlarının milyonlarcasını Ameriika’ya taşımış ve yüzlerce yıl hayvan ve köle statüsünde kullanmıştır. Batı medeniyeti bu soykırım ve katliamlarını göstere göstere yapmış Tom Miks, Teksas, Tom Braks gibi çizgi roman ve filmlere dahi taşımış ise de asla ve asla bu katliamların hesabı hiçbir devlet ya da topluluktan sorulmamıştır.
Bu, batının son katliam fasıllarından sonra 20.yüzyıldan itibaren bu işgal soykırım ve katliamlar şekil değiştirmiştir. Artık modern silahlar ve daha küresel güçler ve ittifaklar ortaya çıkmaktadır. İnsanoğlunun ihtiyaçları arttıkça ihtirasları da artmakta zalim kapitalist sistem ve küreselleşen kapitalist şirketler ve holdingler paraya ve kara doymamaktadır. Sermayenin bekçiliğini yapan devletler ve her türlü askeri güçler sermayenin kontrolünde dünya milletlerini ezmeye ve sömürmeye devam etmektedir.  
Birinci Dünya Harbinde milyonlarca insanı  katleden küresel güçler dünya siyasetinin batı sermayesinin kontrolüne girmeyen ve batının sömürü anlayışı karşısındaki yegane güç olan Osmanlı İmparatorluğunu yıkmış tasfiye etmiş, Osmanlı saltanatını ve Osmanlının temsil ettiği İslam birliğinin en üst noktadaki manevi ve siyasi gücü olan Hilafeti ortadan kaldırmış Türkiye Cumhuriyeti gibi Osmanlı coğrafyasındaki diğer kukla cumhuriyetlere benzer bir cumhuriyetçik kurdurmuştur. Bunun bir nevi çağdaşlık ve modernlik olduğu dikte edilmiş, atalarımızın ve dedelerimizin yaşadığı geniş Osmanlı coğrafyası dilim dilim palaşıldığı ve sömürgeleştirildiği halde bunu gerçekleştiren batıya karşı olmak yerine,  batılı değerleri kabul eden, batıya bağlı, batı kafalı, batılı değerlerle zihinleri şekillenmiş nesiller yetiştirilmeye devam olunmuştur.
Birinci Dünya Harbinin dumanı henüz tüterken çıkarılan İkinci Dünya Harbi ile dünya doğu ve batı bloğu olarak ikiye bölünmüş ve bu iki blok arasında paylaşılmıştır. Tabii bunun bedeli de milyonlarca insanın  genç yaşlı, kadın-erkek denmeden yok edilmesidir. Birinci dünya Harbinde toplam 17 milyon gibi olan asker ve sivil ölümü ikinci Dünya Harbinde ise  altmış milyondan fazla kişi hayatını kaybetti. Kızılderili katliamında se en az onbeş milyon Kızılderili yok edildi. Aztek, İnka ve Mayalardan soykırıma uğrayan nüfus ta tahmini yirmi milyondur.
İkinci Dünya Savaşından sonra dünya büyük savaşlar aşamamış ise de süper güçler palazlanmakta olan küçük devletleri sürekli savaşa sokarak, bölerek, parçalayarak dünya siyaseti üzerinde hakimiyetlerini sürdürmeye çalıştılar. Bu nedenlerle dünya haritası asla sabit kalmadı, sürekli bazı güçler lehine değişti. Devletlerin sınırlarının değişmesini takip bakımından onar yıllık dünya haritalarına bakılırsa bu çok net anlaşılır.  Bu süreçte “yurtta sulh cihanda sulh” aldatmacası ile yerinde sayan Türkiye ekonomik, siyasi ve teknolojik olarak hiçbir gelişme gösteremedi. Batının kontrolünde ve kucağında onlarca yıl yoksulluk, çaresizlik ve çeşitli mahrumiyetlerle yaşadı. Milli iradenin devreye girdiği ve devletin batının  kontrolünden çıkmak üzere  olduğu zamanlarda ise, ordu, yargı, bürokrasi, sermaye ve basın olmak üzere beş güç emperyalist batının kontrolünde olmakla “devlet elden gidiyor, cumhuriyet elden gidiyor” gerekçesi ile basının yaptığı yaygara, batının mutemeti  CHP nin teknik direktörlüğü, bürokrasi, yargı ve sermayenin desteğindeki ordunun operasyonları ile Türkiye’deki milli iradeye haddi bildirildi, devrimler, ihtilaller yapıldı ve Türkiye sürekli baskılandı.
Sadece Türkiye değil bu edilgen Osmanlı coğrafyasında ve tüm dünyada emperyalist küresel güçler kuzey ve güney Amerika’da, Afrika, Asya, Avrupa ve Avustralya’da dünyanın her yerinde dünyaya göstere göstere işgallerine, sömürülerine ve baskılarına devam etmektedir. Amerika ve Sovyetlerin Vietnam ve Kamboçya’daki, Laos’taki, Kore’deki, Afrikada’ki, Hindistan, Pakistan, Afganistan, Bengaldeş, Endonezya, Filipinler,  Myanmar, Arabistan coğrafyasındaki, Kuzey ve Güney Amerika’daki, Küba’daki operasyonları nedeniyle  milyonlarca mazlum insan katledilmiştir ve bu katliam sistemli olarak devam etmektedir. Balkanlarda birinci dünya harbi ile yoğunlaşan kitlesek müslüman soykırımı ve tehcirin en son perdesi Bulgaristan'daki zulüm ve baskı döneminden sonra Bosna'da, Kosova'da, Sancak ve Karadağ bölgesinde yaşanmıştır. Bu artık lokal ve bölgesel değil “KÜRESEL BİR SOYKIRIM” dır. Bir yandan Birleşmiş Milletlerin daimi veto hakkı sahibi beş üyesinin silah fabrikaları tam mesai çalışırken ezilen sömürülen halkların zihinleri de ipotek altına alınmış olmakla mayın ve silah tarlalarına dönen mazlum coğrafyada tavşan tazı misali veya iti ite kırdırmak gibi uzaktan kumandalı savaşlarla küresel emperyalizm sömürü düzenini sürdürmektedir. Dünyanın mazlum halkları, henüz denenmemiş nükleer, kimyasal ve biyolojik silahların tehdidi altındadır.  
Hal böyle iken;
Birleşmiş Milletler tamamen etkisiz ve kifayetsizdir. Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesinin kontrolünde olup adeta oyuncağıdır.
Uluslararası hukuk ve Adalet Divanı hiçbir işe yaramayan içi boş kavram ve kurumlardır.
Uluslararası kamuoyu ve kamu vicdanı da zalimlerin ipoteği altındadır.
Dünya bütünüyle; ilaç sektörü, silah sektörü, fuhuş sektörü, uyuşturucu sektörü ve gıda sektörü gibi beş büyük sektörün yanında süper güçlerin idarecilerini de kontrolü altında tutan küresel sermayenin elinde esir durumdadır.   
Mazlum ve mağdur coğrafyada kimyasal ve biyolojik silahların kurbanı anneler her gün sayısız sakat ve hastalıklı çocuk doğurmakta, çoluk çocuk mayın ve patlayıcı kurbanı olmakta, ne yaptığının farkında olmayan kirletilmiş, hipnoz edilmiş beyinlere sahip zavallılar canlı bomba yapılıp patlatılmaktadır.
Bu küresel soykırım ise dünya kamuoyu tarafından modern iletişim araçları vasıtasıyla naklen canlı yayın izler gibi tepkisizce izlenmektedir. Batı medeniyetinin vicdanı, balinalar için bir kısım hayvanlar için gösterdiği şov kokan duyarlılığını sınırları dışındaki insanlar için asla ve asla göstermemektedir.
Bu tablo karşısında;
İnsanların kalplerindeki insaf ve vicdanı uyandırmak, dünya kamuoyunun olabilecek her yolla dikkatini çekmek için elden gelen her çabayı göstermek, dünya üzerindeki bu tehlikeli gidişi ve “KÜRESEL SOYKIRIM” ı durdurabilmek için azami gayret göstermek, her Türk’ün, her Müslümanın ve dini, ırkı ve fikri ne olursa olsun her insanın en kutsal görevi olmalıdır.


DİN, MiLLİYET, İSLAMCILIK VE MİLLİYETÇİLİK




İnsanlığın var oluşundan itibaren toplumların sosyal hayatlarında birinci derecede önemli olan din bu gün de aynı ağırlığını ve önemini muhafaza etmektedir. Dünya siyaseti büyük ölçüde din ve onun hemen yanında milliyetçilik düşüncesiyle şekil almaktadır.
Günümüzde adeta birbirinin devamı gibi görünen Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık kitabı ve şeriatı olan dinler olarak mevcudiyetini korusa da özellikle Hindu dini ve  Budizm uzak doğuda bağlıları bakımından  Museviliği kat kat aşmış ve daha büyük bir nüfusa hakim olmuş durumdadır. Bu durumda Museviliğin üç büyük dinden birisi gibi gösterilmesi siyonist algı oluşturma çabasının bir sonucudur. Musevi dini mensuplarının onbeş milyonu geçmediği gözönüne alınırsa bu fevkalade az sayıdaki bağlılarına rağmen Yahudilerin dünya siyaseti ve ekonomisindeki etkinliği dikkati çekicidir. Dünyada 2,2 milyar Hristiyan (yüzde 32), 1,6 milyar Müslüman (yüzde 23), 1 milyar Hindu (yüzde 15), 500 milyon Budist (yüzde 7) ve 14 milyon Yahudi (yüzde 0,2) yaşıyor. Bunlara ek olarak Afrika, Amerika, Asya ve Avustralya'da geleneksel dinlere inanan 400 milyon kişi (yüzde 6) var. Zerdüştlük yüzde 1'in içinde. 58 milyon kişi (yüzde 1) ise Şintoizm, Taoizm, Tenrikyo ve Zerdüştlük gibi diğer dünya dinlerine inanıyor. 1.1. milyar nüfus ise hiçbir dine mensup olmayanlardan oluşuyor.
1900 lü yıllara kadar öncelikle Hıristiyanlık ve Musevilik arasında devam eden savaşlar yerini Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki savaşa bırakmış, bu arada ideolojik yapılar ortaya çıkmıştır. Bu durumda dünyaya hakim olmak için hem dini hem de ideolojik yapıları ve hareketleri kontrol altında tutmak dünyaya hakim olmak isteyen egemen güçlerin birinci hedefi olmuştur. Ortaçağda krallık ve imparatorlukların yönettiği dünya, savaşlar ve çalkantılar sonunda yirminci yüzyılda önce ideolojik olarak ayrışmış, doğu ve batı bloku diye iki bloklu bir dünya olmuş ise de sermaye ve basına sahip olmayı başaran Siyonizm her iki bloğu kontrolü altına almayı başarmıştır. Siyonizm hem dini hem de milli değerler ile örülmüş, sermaye, bürokrasi ve teknoloji ile desteklenmiş yapısı ile yirminci yüzyıl başlarından bugüne dünyanın yegane egemen gücü haline gelmiştir.  Tabii ki dünyanın bu noktaya gelmesinde siyonizmin örgütlenme gücü ile birlikte kendisi dışındaki her türlü dini ve milli hareketlere hükmetme ve onları dejenere etme gücünü gözardı edemeyiz.
Roma İmparatorluğundan günümüze sürekli aşağılanan ve dışlanan ve zaman zaman zulüm gören Beni İsrail dediğimiz Yahudi topluluğunun günümüzdeki son rakamlara göre onbeş milyonu geçmeyen bir nüfusu vardır. Bu nüfusun yarısı gibi bir kısmı 1948 de kurulan İsrail’de yaşamakta kalan kısmı ise dünyanın değişik ülkelerinde yaşamaktadır. İsrail devletinin kuruluşu öncesinde yüzlerce yıl değişik ülkelerde sürgün gibi yaşayan Yahudi topluluğu dini olarak muharref Tevrata sıkı sıkıya bağlanmış, etnik yönden ise katı milliyetçi hatta ırkçı bir yapı oluşturarak bu iki motivasyon ile eğitim ve kültürde zirve yaptığı gibi basın ve sermaye gücünü de eline almayı başarmıştır. Bu mücadelelerinin bir yönüdür. Bir yönü ile dini ve etnik olarak çok güçlü bir örgütlenmeye giden Yahudiler diğer yönden ilk olarak 1725 ve 1736 yıllarında irlanda ve İskoçya’da kurdukları Mason localarını tüm dünyaya yayarak  Mason locaları ve bunların daha soft yapıları olan Rotary ve Lions kulüpleri ile tüm dünyanın entelektüel kesimini kendi kontrolleri altına almışlardır. Mason locaları, Rotary ve Lions kulüpleri bulundukları ülkelerde bütün sivil toplum örgütlerine ve yönetim kademelerine sızmış, Siyonist Yahudiler İsrail devletinin kuruluşundan evvel, devlet olmadan devlet, ordu, sermaye, yönetici sınıf-bürokrat, banka, fabrika, sermaye ve hatta ordu sahibi olmuştur. Görüldüğü gibi örgütlü olmak en büyük güce sahip olmaktır. Örgütlü azınlıklar örgütlü olmayan çoğunluklara hükmedebilmektedir. Sermayenin, basının ve propagandanın gücü zalimi mazlum mazlumu zalim gösterebilmektedir. Bütün dünyanın gözü önünde, ortadoğuda, Filistin’de, en az bin yıllık İslam toprağında, gasp ve işgal ile “dinci”, “şeriatçı”, “ırkçı-milliyetçi” ve işgalci bir devlet kuran Yahudiler, 1948 de kuruluşundan bugüne işgal alanlarını genişlete genişlete varlıklarını sürdürdükleri gibi kendi coğrafyaları içinde Arap ve Türk ırklarına münhasır olmak kaydı le İslamcılığın, Türkçülüğün ve Arapçılığın yerine göre ne kadar iyi veya kötü olduğu yolunda hazırlamış olduğu projelere göre istediği gibi oynamaktadır. Siyonizm hem Avrupa’da, hem Amerika’da hem de Ortadoğuda Türk-İslam ve Arap coğrafyasında hazırladığı projelerine göre, halklarını birbirine düşürmekte ve komik denecek derecede az nüfusu ile hem Ortadoğu hem de dünya coğrafyasına hükmedebilmektedir.
Bu kısa girişten sonra ana başlıklar ve cümleler halinde olayı hülasa etmek gerekir ise;
Türk Birliğini temin için, Müslüman olsun olmasın diğer milletleri aşağılamayan, küçük ve düşük görmeyen  Türk Milliyetçiliği gerekli olmanın ötesinde şart olup her Türkün Türk Milliyetçisi olması  lazım gelir.
İslam birliğini temin için, Osmanlı İmparatorluğunda olduğu gibi diğer din mensuplarının varlığını ve hayat hakkını inkar etmeden her Müslümanın “İslamcı” olması lazım gelir. Bütün inananlar ve Müslümanlar kardeştir. İslam olsun olmasın insan Allah’ın insana emanetidir.
Müslüman olmayan bütün milletler ve devletler ise bütün güçleri ile siyonizmin kontrolünden çıkmayı hedeflemeli kendi özgür iradeleri ile ülkelerine ve devletlerine sahip olmalıdır. Ancak görünen odur ki küresel sermaye ve buna paralel küresel güçler halen siyonizmin kontrolü altındadır. Ve Siyonizm dünya devletlerinin ve halklarının arasına soktuğu fitne ve yerleştirdiği kadrolu-bordrolu ve fahri ajanları ile telkin ettiği doğrultuda kitleleri yönlendirebilmektedir. Örneğin Türkiye’de az sayıda dini lider kadrosunda kadrolu ajanı vardır ve bunlara kayıtsız şartsız itaat eden mankurtçasına bağlı binlerce fahri ajan kadroları oluşturulmuştur. Siyonizm eğer isterse geçmişte Menemen vakasına benzer vakaları Türkiye’de istediği an tezgahlayabilir. Yine Avrupa ve Amerika’da Siyonizm tarafından özel olarak burslarla ve eğitimlerle yetiştirilmiş az sayıda akademisyen, sermayedar ve bürokrat ve siyasetçi ve bunlara kayıtsız şartsız itaat edecek binlerce fahri ajan vardır. Ve Siyonizm bunlar sayesinde istediği zaman Türkiye’de sokak olayları, yeni Taksim-Gezi tipi olaylar organize edebilir. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde siyonizmin kitleleri kadrolu ajanları vasıtası ile kendi kontrolü altında tutmaktadır. Dini veya sosyal veya siyasi örgütlere ve liderlere kayıtsız şartsız bağlılık ve itaat, sorgulamadan teslimiyet siyonizmin işine gelmektedir. Oysa ki insanoğlu mantık ve muhakeme yürütse  neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamakta ve idrak etmekte zorlanmayacaktır. Bu idraksizlik ve cehalet ve fanatizm yüzünden gördüğünüz gibi dünyanın pek çok yerinde  kitleler siyonizmin isteği doğrultusunda yönlendirilmektedir. Bunun yetmediği, yetersiz kaldığı yerlerde ise Siyonizm pes etmemekte, askeri darbelerle, sermaye operasyonları ile, basın, sosyal medya ve propaganda ile mücadeleyi sürdürmektedir.
Siyonizmin derin operasyonları nedeniyle Türkiye’yi ele alırsak eğer;
1-İslamcılar ve Milliyetçiler ayrışması sağlanmaya çalışılmış ve büyük ölçüde sağlanmıştır.
2-İslamcılar kendi içlerinde binbir parçaya ayrılmıştır. Hala hadis-ayet kavgası, hala mezhep-tarikat cemaat davası, hala şeyh mürşit, gavs meselesi almış başını gitmektedir. Şöyle bir bakınız; AK parti de İslamcıdır, SP de, Yeni Refah partisi de, HÜDA-PAR da.
3-Milliyetçiler bölünmüş, Ülkücüler içinde derin çatlaklar oluşturulmuştur. BBP de milliyetçidir, MHP de, Vatan Partisi de. Bu yapıların bir kısmı az Atatürkçü, kimisi çok Atatürkçüdür. Hatta Mustafa Kemalin askerleridir. Mustafa Kemalin askerleri ise bir kısmı  CHP içinde görünmekte bir kısmı APO nun askerleri ile kucak kucağa halvettedir. Bu siyonizmin bir operasyonudur.  
Kısaca Türkiye büyük bir fikri ve siyasi kaos içinde görünmektedir. Siyonizm Türkiye’de yeni bir sokak kalkışması ile başarılı olabileceğine inansa bir an tereddüt etmeyecektir ancak bunun şimdilik olamayacağının farkında olduğundan Türkiye’de değil de Türkiye ile paralel düşünebilecek ve cephe oluşturabilecek devletler içinde bu operasyona devam etmektedir.   Afganistan, İran, Irak, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan, Libya, Tunus, Cezayir ve devamında başkaca Afrika ülkeleri ki Türkiye Afrika’ya yerleşmeye kararlı olduğundan bu yönde de direnç noktaları oluşturulmak istenmektedir. Küresel emperyalizm ve Siyonizm, değişik coğrafyalarda hız kesmeden kaos senaryolarını devreye sokmakta ve açıktan destek vermektedir. Son günlerde İran’da da sokak hareketleri başlatılmış ve Amerika bu sokak hareketlerini desteklediğini açıkça ilan etmiştir.  Yakın komşumuz İran’daki karışıklık devamında kırk milyon gibi bir sayı ile nüfusun yarısına sahip Azeriler ve Farslar arasında bir Türk-Fars çatışmasına dönüştürülür ise on yılı aşkın İran-Irak arasında sürdürülen savaş bu defa İran Azerbaycan arasında başlatılacak ve Türkiye yine ateş çemberi içinde tutulmuş olacaktır. Öte yandan Rusya, İran Türkiye ittifakı da büyük yara alacaktır. Ortadoğu merkezli bu kaos senaryoları devreye sokularak, Venezuela ve Bolivya’ya, Meksika’ya, Brezilya’ya Şili’ye, Arjantin’e, öte yandan Hindistan, Pakistan, Honkong’a kadar dünyanın dört bir yanında planlarını devreye sokan Siyonizm nüfuz alanında başka bir gücün varlığını asla kabullenmemektedir. Yoksa kısa zamanda sonunun geleceğinin farkındadır.
Bu kısa hülasa sonunda tüm dünya devletlerine ve milletlerine ve tüm ezilen halklara aşağıdaki hususların bir manifesto gibi duyurulması dünyanın ve insanlığın geleceği açısından çok çok önemlidir:
1-Dünyanın neresinde olursa olsun toplum asla tahriklere kapılarak devletine karşı asi olmamalı ve kardeş kavgasına düşmemelidir.
2-Demokrasi yani çoğunluğun iradesinin tecellisi için bütün akıl, iman ve güç sahipleri objektif bir vicdan ile elinden gelen tüm gayreti göstermelidir. Dünyanın her yerinde yerli ve milli aklı selim sahibi yöneticiler işbaşına getirilmeli, dış merkezli güdümlü kadro ve liderler devre dışı bırakılmalıdır. Farklı dünya görüşü sahipleri ve topluluklar ise yerli ve milli olmak noktasında birleşmeli ve işbirliğini de geliştirmelidir.
3-Hukuk, adalet, meşruiyet ve özgürlük içinde yaşamak dini, ırkı, kökeni ne olursa olsun tüm insanların en doğal hakkıdır. Bunun temini yönünde her din, ırk veya inanç sahibi müşterek hareket etmek zorundadır. Siyonist olmayan Yahudiler de bu çağrının muhatabıdır.
4-Küreselleşen dünyada gri ve kirli propaganda ve kaos oluşturma senaryolarına karşı uyanık ve diri olmak ve bu oyun ve ihanetlerin ögesi olmamak için kendimizden başlamak üzere ulaşabildiğimiz herkesi bilinçlendirmek milli, dini ve insani en birinci vazifemizdir.
5-Bu çerçevede tüm peygamberler ölmüş olmakla, yaşayan hiçbir ilahi güç mevcut olmadığından hiçbir dini veya siyasi lidere kayıtsız ve şartsız tabi olmamak, teslim olmamak, adeta boynumuza bir ip bağlayıp mankurtça ipin ucunu o merkeze teslim etmemek özgür birey ve insan olmamızın ön şartı ve gereğidir. Dolayısı ile telkin edilen düşmanlıklara ve bağlılıklara sorgulama yapmadan teslim olmamak suretiyle dünya insanlığı için hazırlanan ve Muharref Tevratta Yahudilere vaad edildiği yazılı olan “bütün dünyanın yahudinin mülkü, yahudi olmayanların ise kölesi olduğu”  şeklindeki tek dünya devletine hayır diyelim.
Böylece siyonizmin tüm dünya halklarını ve devletlerini;
1-Ordu
2-Bürokrasi,
3-Yargı
4-Sermaye,
5-Basın
Olmak üzere beş güç ile yönetme oyununu bozalım ve tüm dünya halkları ve devletleri, toplam nüfusu “SEKİZ MİLYAR”ı bulan insanlık, toplam nüfusu “ONBEŞ MİLYON”u geçmeyen Yahudilerin kontrolündeki  Siyonizm denen bu beladan ve musibetten tamamen kurtulabilsin.

29 Ağustos 2019 Perşembe

MİLLİ VE DİNİ BAYRAMLARIMIZI KUTLAMA

Millet olarak iki dini bayramımız var, birisi Ramazan Bayramı, diğeri Kurban Bayramıdır.
Milli bayramlarımız ise resmi tatiller ile birlikte sırası ile;
Yılbaşı,
23 nisan Milli Egemenlik ve Çocuk bayramı
Bir mayıs işçi bayramı,(kaldırıldı yeniden kutlanmaya başlandı)
19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı
27 mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı (1961-1980 arasında kutlandı) kaldırıldı.
15 temmuz Demokrasi Bayramı (en yeni bayramımız)
30 ağustos Zafer Bayramı
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı.
Bu bayramlarımızdan iki dini bayramımız  “bayramımız mübarek olsun” dileğiyle kutlanır, bayramlaşılır ve ayrıca yardımlar yapılır, özellikle kurban bayramında ihtiyaç sahipleri dünyanın dört bir yanında et yüzü görür. Bu yönü ile ayrı bir güzelliği vardır. Ancak birileri nasıl becerdiler ise yıllar içinde Ramazan Bayramının adını “şeker” bayramı olarak değiştirdikleri gibi Kurban Bayramını da sanki Müslümanın hayvanlara vahşet uyguladığı bir özel kanlı güne dönüştürdüler. Bunun yanında toplumsal dayanışma ve bayramlaşma yerine bayram dendiğinde sadece tatil ve eğlence öne çıktı ve bayramın ağırlığı ve güzelliği ortadan kaldırıldı.  Bir yandan da Milli bayramlar dini bayramların alternatifi ve rakibi imiş gibi milli bayramlara gittikçe daha bir farklı fonksiyon yüklenmeye başlandı. Her milli bayramda manevi duyguları yaşamak ve yaşatmak yerine laik, dünyevi söylemlerle toplumun büyük bir kesimi aşağılanmak suretiyle toplumdaki birlik ve beraberlik zayıflatılmaya çalışıldı. 
Birileri milli olan hiç bir şeyden nasibini almamış birileri, düne kadar terör ile terörist ile kucak kucağa olan birileri bu bayramlarımızı kullanarak maneviyatımıza saldırmayı bir ahlak haline getirdiler.
Ümit Zileli adındaki köşe yazarı geçinen densiz, Sözcü Gazetesi adındaki yoz gazetede 29 ağustos  tarihli yazısında (https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/umit-zileli/o-kahramanlarin-tumunun-serefine-5305504/) içindeki pisliği kusuyor.
Yazının başlığı: “o kahramanların tümünün şerefine”
Alıntı olduğunu beyan ettiği ve kim yazmış bilmiyorum dediği kısma şöyle başlıyor:
“bu akşam bir kadeh rakı doldurun kendinize, ama öyle tek duble falan değil! Hani şu eski müdavimlerin DOMUZ SIKISI dedikleri türden. sadece rakıyı beyazlatacak kadar su, yanına beyaz leblebi. Fazla değil, üç beş tane”
 Diye başlıyor ve hikaye çok ilginç 27 ağustos tarihinden itibaren başlıyor. Bazı isimler sayıyor ve o kahramanların ruhunu yad etmek falan değil konu. Yazının sonunda da “Zafere, şerefe için, afiyet olsun” diyor. Ve devam ediyor bu zat:
Bu yazıyı okuduktan sonra tepki gösterip bu rakı leblebi meselesi değildir diyenlere de bir çift lafım var:
Meseleyi tabii ki bu değil. Bir bardak su ile de yapabilirsiniz aynı şeyi. Çünkü mesele dibine dek “namus-haysiyet-yurtseverlik” meselesidir. 
Yazının başlığını ve sonunu paylaşmış oldum. Yani 26 ağustos 1071 Malazgirt zaferini asla hatırlamamak, anmamak, ve 26 Ağustos Malazgirt zaferini kutlarken neden orada Atatürk yok diye sorgulamak, sonrasında böyle bir yazıyla 26 Ağustos gibi Anadolu’nun kapılarını bize açan muhteşem bir zaferi görmezden gelmek ve isim isim saymakla bitmeyecek şehidlerimizi yad etmek ve ruhlarına Fatiha okumak yerine domuz sıkısı bir rakı sofrası hazırlamak ya da hazırlamamak, en azından su ile de olsa şerefe deyip şehidleri böyle yad etmek ya da etmemek “namus-haysiyet ve yurtseverlik” meselesi olarak ilan edilecek.

Öyle bir idrak ya da idraksizlik ki kelimeler ile ifade edebilmek mümkün değil. Diyecek kelime bulamıyorum ancak işin en dramatik tarafı bugün kırk yıldır ülkücü bildiğim ve hala ülkücü olduğuna inandığım ve fakat İP te saf tutan bir arkadaşım özel mesajla bana bu yazıyı hatırlattı, “mutlaka oku, çok muhteşem bir yazı” diye de şerh düştü. Yazıyı okudum, şaşkınlıktan küçük dilimi yutacağım, yahu biz bu kadar mı savrulduk diye düşündüm. Sonrasında telefonda konuştuk, israrla yazının ne kadar güzel olduğunu anlatmaya çalışıyordu bana. Rakıyla zafer mi kutlanır. Asıl namussuzluk haysiyetsizlik ve ihanet budur. Dedim ona da bal ile necaseti karıştırıyor bunlar. Zafer ile şehid ile rakı, hem de domuz sıkısı türünden ve yanında leblebi. Bunlar çıldırmış olmalı. Yahu dedim bunların zafer yazısı Ebucehilin vaazına benzer. Bunların cennet vatanımın dört bir yanını sabotajlarla yakan ve fakat kazdağlarında ise ağıt yakan PKK dan  hiçbir farkı yoktur dedim ve burada da diyorum. Evet bunlar PKK nın ihanetini görmeyenlerdir, bunlar PKK ile omuz omuza kazdağlarında timsah gözyaşı dökenlerdir. Bunlar Malazgirt Zaferi gibi muhteşem bir zaferi siyaseten görmezden gelip özellikle 27 ağustostan başlayıp 30 ağustosa kadar  ağustosun son dört gününü domuz sıkısı rakıyla ve leblebiyle kutlamaya kalkan sarhoş ve berduşlardır. Bunlara da bunların olmayan hamasetine kapılanlara da yazıklar olsun.

20 Ağustos 2019 Salı

ATATÜRK-ÇÜLÜK KEMALİZM AÇMAZI



Sultan Alparslan’ın Malazgirt’ten açtığı kapıdan 1071 de Anadolu’ya giren Türk Milleti Büyük Selçuklu İmparatorluğu ve devamında Anadolu Selçuklu Devletinden sonra Ertuğrul Gazi’nin alt yapısı üstüne  Osman Gazinin kurduğu devlet 1920 lere kadar Osmanlı İmparatorluğu adı altında gelmiş, muhteşem bir tarih yazmıştır.
Türklerin Orta Asya’dan Anadolu coğrafyasına gelmesi ve İslam coğrafyasının merkezi yapmasını hazmedemeyen haçlı dünyası tıpkı İspanya’da olduğu gibi, Endülüs’te yaptığı gibi Anadolu’yu da Türkten ve İslamdan arındırmak ve hıristiyan yurdu yapmak için Haçlı seferleri ile başlayan savaşını günümüze kadar taşımış ise de Müslüman Türk’ü Anadolu coğrafyasından söküp atamamış, silip süpürememiştir.
Osmanlı İmparatorluğu nizamı alem ülküsü ve kızıl elma ideali ile Anadolu’yu Türk yurdu yaptığı gibi bir yandan İtalya Otranto’ya, öte yandan Viyana’ya, bir taraftan ise Lehistan-Polonya’ya kadar hakimiyet alanını genişletmiş ise de Haçlı gücü Avrupa’da kısmen başarılı olmuş Viyana’ya kadar, Adriyatik Denizine kadar dayanan Osmanlı’yı Edirne’ye kadar geri püskürtmüştür.
Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasını paylaşmayı kafasına koyan Hıristiyan dünyası, Filistin’de devlet kurmak isteyen ve muharref Tevrat’taki arz’ı mevud, vadedilmiş topraklar inancı ile hareket eden, yeryüzünde Yahudilerin efendi, Yahudi olmayanların ise köle olduğu tek dünya devleti idealinde olan Siyonizm ile işbirliği yaparak Osmanlı İmparatorluğunu kendi içinden devşirdiği işbirlikçi güçler ile birlikte yıkmış tasfiye etmiş, Osmanlı coğrafyasını da yağmalamıştır. Üç kıtada hüküm süren Osmanlı İmparatorluğundan geriye sadece bir avuç Anadolu ve kısmen Trakya’da üç vilayet kalmıştır.
Çok uluslu ve çok dinli Osmanlı İmparatorluğunun sonunu birinci dünya harbi öncesinde padişahın etkisizleştirilmesi, batıda batı kültürü ile yetişmiş devşirme Jöntürklerin meşrutiyet yönetimine hakim olması, Panislamizm ve Pantürkizmin Osmanlıda hakim nüfus olan Türk ve İslam olan unsurlar üstünde silah olarak kullanılması ile muhteşem imparatorluk, parçalanmış, dilim dilim dilinmiş ve dilimler halinde Avrupa’nın hakim güçleri İngiltere, Fransa, İtalya’nın eline teslim edilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğunun birinci dünya savaşında yenilmesi sözkonusu değildir aslında. Müttefiki Almanya’nın yenilmesi nedeniyle adeta hükmen mağlup edilmek istenmiş, bunu perçinlemek için de Avrupa’nın şımarık çocuğu batının jandarması, daha dünkü eyaletimiz vilayetimiz Yunanistan Krallığı, İngiltere’nin yönlendirmesi ile İzmir’den Anadolu’yu işgale başlamıştır.
Bu durumda İstanbul Hükümeti ile paralel olarak Mustafa Kemal Paşa ve Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa ve Kazım Karabekir gibi isimlerin oluşturduğu direniş cephesi harekete geçirilerek kuvayı milliye direnişi oluşturulmuş, İstanbul’daki meclisi mebusan üyesi vekillerin çoğunlukta olduğu meclis Ankara’da  Büyük Millet Meclisi adı ile 1920 de  toplanmış, devam eden milli mücadele sonunda Yunan işgaline son verilmiş, 1923 te ise Türkiye Cumhuriyeti adı altında yeni bir devlet kurulmuştur.
1923 te kurulan cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Malum olduğu üzere yaşanan süreçte önce Lozan Anlaşması imzalanmış, Birinci meclisin onaylamaması üzerine meclisin feshi ile yeni kurulan meclis onaylamış, ardından İngilizler İstanbul işgaline savaşmadan son vermiş, ve kronolojik sırası içinde önce saltanat kaldırılmış, ardından hilafet kaldırılmış, devamında yapılan diğer devrimler ile hıristiyan dünyasının altıyüz yıl kabusu olan Osmanlı İmparatorluğu yerine ortalama dünkü eyalet veya vilayetleri Selanik, Bağdat, Şam, Kudüs, Kahire ve benzeri vilayetlerde kurulan devletçikler statüsünde batı değerlerine ve medeniyetine bağlı, kültürel ve siyasi olarak yine yüzü batıya  dönük bir cumhuriyetçik kurulmuştur. Ancak şurası bir gerçektir ki kurulan cumhuriyet her ne kadar Osmanlıyı külliyen reddetse de yapılan uluslararası anlaşmalar ile Osmanlı’nın borçlarını üstlenmiş ve Osmanlının mirasçısı olduğunu pek çok yönden kabullenmiştir. Aksi halde Osmanlının borçlarını da reddetmeli Osmanlı’nın elindeki saltanat ve hilafet ile ilgili de hiçbir tasarrufta bulunmamalı idi.
Şimdi konumuz bu değil elbette. Hiçbir isimle işimiz yoktur ve olmamalıdır. Ancak özellikle tarihimizde devletler olarak devamlılık esastır. Ve milletimiz tarihin hiçbir döneminde devletsiz kalmamıştır. Bu nedenledir ki Cumhurbaşkanlığı forsunda 16 imparatorluğu temsilen 16 yıldız vardır ve bu yıldızlardan birisi de Osmanlı İmparatorluğunu sembolize etmektedir. Yani bir başka ifade ile Osmanlıyı reddetmek gibi bir lüksümüz olmadığı gibi Osmanlıyı yeniden ihya gibi bir niyet te fevkalade yanlıştır ancak asla vazgeçemeyeceğimiz bir gerçek şudur ki; Türkiye Cumhuriyetini kuran kadrolar Osmanlı subaylarından oluşmuş bir kadrodur ve bu devletin kuruluşunda Osmanlı İmparatorluğunun ve son padişahlardan Sultan Vahdettin Han’ın fikirleri, irade ve gayretleri de vardır. Bugün bu gerçeği kabullenmek cumhuriyeti ve değerlerini ret anlamına gelmez.
Devletimizin arşivlerinden Osmanlıdan günümüze her türlü belge ve kayıt mevcuttur. Dolayısı ile devletimiz arşivlerindeki belge ve kayıtları ilim adamlarının önüne koyarak son yüz yıllık Türk tarihinin objektif ve bilimsel kaynak ve verilere dayanarak yeniden yazmalı ve halen tüm okullarda farklı yazarların kitapları ile okutulmakta olan değişik “cumhuriyet tarihi” veya “devrim tarihi” adı altındaki dersler, sübjektif kalemlerce yazılmış afaki bilgilerle değil de bilimsel ve mutlak gerçek belge ve bilgilere göre milletimize ve gençliğimize öğretilmelidir. Yakın tarihimiz ile ilgili çok farklı ve sübjektif kanaatlerle dolu bilgilerle yetişen gençlerimiz bir kısmı Atatürkçü-laik veya Kemalist, bir kısmı ise tamamen Atatürk düşmanı ve hatta cumhuriyet düşmanı, farklı isimlerin etkisinde kalan kişiler olarak yetişmekte, toplum müşterek bir tarih bilinci içinde olmadığı gibi bu ayrışma çok tehlikeli boyutlara ulaşmaktadır.
Son Rasül, ahir zaman peygamberi, Peygamber Efendimiz vefat ettiğinde Hz. Ömer elini kılıcına atarak “kimse öldü demesin kellesini alırım” diyerek ölümü kabullenememiştir. Fakat Hz. Ebu Bekir “kim Muhammed’e inanıyorsa bilsin ki Muhammed öldü, fakat kim Allah’a inanıyorsa Allah baki olandır” diyerek ortalığı sakinleştirmiştir. Fakat cumhuriyetin kuruluşundan sonra nereden nasıl kaynaklandığını bilmediğimiz şekilde Atatürk ile ilgili bir dalkavuklar ordusu oluşmuştur. Bu topluluk aşağıdaki alıntıdaki şiirlerdeki ifadeleri kullanmışlar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu yine aşağıdaki ifadeleri ile anlatmıştır o günleri.
“Kaç yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın dili
İnsana ne ilâh, ne de sevgili
Ne de ana-baba aratıyordu
Her an yaratıyor, yaratıyordu.
Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
Ne örümcek, ne yosun
Ne mûcize, ne füsun...
Kâbe Arab'ın olsun
Çankaya bize yeter.
On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O'nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.
Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği
Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.
Koca bir güneşin akşam olmadan
Dağların ardında sönüşü gibi
Millete can veren, vatan yaratan
Tanrının göklere dönüşü gibi.
Her zaman ırkıma büyük Baş Atam
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!
Bir güneş gibi yalnız
Sensin ülkü tanrımız
Ey Türklüğün bütünü.
Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti
Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.
İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa
Toprağın haritasını çizdi bayrağa
Allah değil, o yazdı alın yazımızı.
“Atatürk’ün tapkınıyız!
Her şeyde Atatürk,
Yerde O! Gökte O!
Denizde O! var da O! yok da O!
Her şeyde O! Atatürk!
Yerdedir, göktedir, sudadır,
Alandadır, diktedir, pusudadır.
Görünmezi görür!
Bilinmezi bilir!
Duyulmazı duyar!
Sezilmezi sezer,
Ezilmezi ezer!
Her şeyde Atatürk!
Elimizi yüzümüze,
Gönlümüzü özümüze kapıyoruz.
Biz sana tapıyoruz!
Biz sana tapıyoruz!
Varsın, Teksin,
Yaratansın!
Sana bağlanmayanlar utansın!”
Çok görme rüku etse de karşında bu millet,
Her yaptığın iş harikadır, her sözün ayet,
Kavmin olalım sen gel bize din eyle inayet,
Din istemeyiz öyle Arap felsefesinden,
Gazi! Bize bir din de yarat Türk nefesinden.
(Değişik isimlerden mısralar)
“Atatürk’ün sefahetlerinde, Atatürk’ün kötü iptilâlarında bile Homerik bir destan rüzgârı vardı. İçki sofrasında elini her kadehine uzatışı. Tanrılar Tanrısı Zeus’un altın kupalar içinde kevser şarabı dağıtışını andırırdı ve riyaset ettiği cümbüşler, gerek Çankaya köşkünün samimî havası, gerek Dolmabahçe sarayının ihtişamlı dekoru içinde ve gerekse herhangi bir dost evinin mütevazı çatısı altında olsun: daima Olempus tepesindeki “bezm’ler gibi zaman ve mekân mikyasının dışına taşardı. Bilmiyoruz. Mevlânâ’yı kendinden geçiren şarkılar ve rakslar ne cinstendi? Fakat. Atatürk’ün her biri bir mistik tarikatın “âyin’inden farksız muhabbet meclislerinden ruhlarımız “cuşiş” denilen halin en yüksek mertebesine ermiş olarak çıkardık.”(Yakup kadri karaosmanoğlu)
Falih Rıfkı Atay: 

“Atatürk Diktatör Mü İdi? 
Rejimine bakarsanız evet.”

İş bununla kalmamış, Türkiye’nin dört bir yanı binlerce heykel ve büst ile donatılmış, Anıtkabir adeta Atatürk’ün şahsı maneviyesine tekmil ve rapor verilen bir tapınak haline getirilmiştir. Müslüman Türk tarihin hiçbir döneminde Oğuz Kağan’dan Kürşat’a, Alparslan’dan Ertuğrul’a, Osman Gazi’den Sultan Murat’a, Fatih Sultan Mehmet’ten, Yavuz Sultan Selim’e, Kanuni Sultan Süleyman’a, kısaca hiçbir tarihi şahsiyeti kutsamamış, tanrısal bir güç atfetmemiş, dini ve örfi değerlerini aşacak noktalara gelmemiştir. Atatürk’ün 1938 de ölümünden sonra ise İsmet İnönü milli şeflik dönemini başlatmış, İstanbul Dolmabahçe’de Atatürk’ün acı çekerek ölümüne kadar ziyaretine bile gelmediği halde, ölümüyle de İstanbul’a gelmemiş, 24 saatten kısa, rekor denecek bir zaman içinde mecliste kendini cumhurbaşkanı seçtirmiştir. Devamında kendi adına para bastırmış, Atatürk’ün yerine kendisini koymuş, adeta Atatürk ismi tedavülden kalkma noktasına gelmiştir.
1946 da çok partili hayata geçilmesi ile Demokrat Parti 1950 de ezici bir çoğunlukla iktidar olmuş, Adnan Menderes Hükümeti Milli Şeflik dönemini rafa kaldırmış, Atatürk ismini yeniden ihya etmiştir.  İfrat ile tefrit arasında gidip gelen toplumda Atatürk aleyhine hakaretamiz ifadeler de kullanılması üzerine aşağıdaki kanun yürürlüğe sokulmuştur:
ATATÜRK ALEYHiNE iŞLENEN SUÇLAR HAKKINDA KANUN
 Kanun Numarası : 5816 Kabul Tarihi : 25/7/1951 Yayımlandığı R.Gazete : Tarih : 31/7/1951 Sayı : 7872 Yayımlandığı Düstur : Tertip : 3 Cilt : 32 Sayfa : 1842
Madde 1 – Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. Yukarki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.
Madde 2 – Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumi veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasıyla işlenirse hükmolunacak ceza yarı nispetinde artırılır. Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.
Madde 3 – Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet savcılıklarınca re'sen takibat yapılır.
Madde 4 – Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
Madde 5 – Bu kanunu Adalet Bakanı yürütür
Anıtkabirin inşasına ise 09.10.1944 te başlanmıştır. Dört kısım halinde inşa edilen Anıtkabir 01.09 1953 te tamamen bitirilmiştir. Anıtkabirin inşasından sonra ise Anıtkabir her özel günde devlet erkanının ziyaret ettiği, Atatürk’ün manevi şahsına tekmil verildiği, adeta manevi icazet alınan bir makam haline dönüştürülmüştür. Bu tablo bizim örfümüz, töremize ve inancımıza uygun değildir. Bu hale bir son verilmez ise toplumdaki ayrışma giderek tehlikeli bir hal alacak, Atatürkçü olmanın ve Atatürk düşmanı olmanın istismarı ortaya çıkan ayrışmayı büyütecek ve çatışmalara neden olabilecektir. Bu durumda kısa ve öz olarak tekliflerimizi aşağıda açıklıyoruz.
1-Yukarıda metni yazılı 5816 Sayılı kanunun birinci maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmelidir:
Madde 1- Dini ve dünyevi olmak üzere Türk İslam tarihine mal olmuş  Peygamber Efendimizden, sultan ve padişahlara ve Atatürk’e kadar büyüklerimizin hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Yine tarihimizi temsil eden kişilerin her türlü heykel, büst ve abideleri veyahut kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. Yukarki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.
Böylece Atatürk dahil tarihimize mal olmuş hiçbir büyüğün  hatırasına hakaret ve sövmeye izin verilmeyecektir. Tarih bizim tarihimizdir, tarihe mal olmuş büyüklerimizin iş ve icraatları her türlü şartlarda tahlil ve hatta tenkit edilebilir ancak onlara hakaret ve sövme asla kabul edilemez. Yüce Allah ta kur'anda: Onların Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah'a sövmesinler. buyuruyor.
2-Ankara'da bulunan Anıtkabir'deki Atatürk'ün mezarı bir türbe olmaktan çıkarılmalı, adeta bir tapınma ritüeline dönüşen yerli ve yabancı protokolün mutat ziyaretleri yerine ziyaretçilerin dua ettikleri, Fatiha okudukları normal bir kabre dönüştürülmelidir. Anıtkabir bahçesine ise tarihimize ve Türk tarihindeki şehitlerimizin tamamını temsilen yapılacak bir "MEÇHUL ASKER" anıtı Anıtkabre yapılacak resmi ziyaretlerin odağına alınmalıdır. Böylece bir kısım yerli veya yabancı devlet erkanının da gönül rahatlığıyla ziyaret ettiği ve sadece bir şahsın manevi huzuru değil de muhteşem tarihimizi ve şehidlerimizi temsil eden manevi bir makam olarak yerli yabancı herkesin ziyaret edebileceği bir mekan haline getirilmelidir. 
3-Yukarıda kısmen açıklandığı üzere devletimiz, arşivlerindeki belge ve kayıtları tarihçilerimizden bir heyetin önüne koyarak son yüz yıllık Türk tarihini objektif ve bilimsel kaynak ve verilere dayanarak yeniden yazmalı ve halen tüm okullarda farklı yazarların kitapları ile okutulmakta olan değişik “cumhuriyet tarihi” veya “devrim tarihi” adı altındaki dersler, sübjektif kalemlerce yazılmış afaki bilgilerle değil de bilimsel ve mutlak gerçek belge ve bilgilere göre milletimize ve gençliğimize öğretilmelidir. 1908 ikinci meşrutiyetten itibaren kaleme alınacak belgesel tarihimiz en son geçtiğimiz yıla kadar olmak üzere her yıl yeniden güncellenerek eğitim müfredatında ortaöğretimden üniversite son sınıfa kadar mecburi ders olarak okutulmalıdır.
Tarih ve tarihi gerçekler gizlenerek bir yere varılamaz. Gerçekler olduğu gibi toplumun bilgisine sunulmalıdır. Ancak tarihimize mal olmuş hiçbir ismi o bulunduğu yerden söküp atmak mümkün değildir. Bir yerde onlara hakaret kendimize hakarettir, onlara sövmek kendimize sövmektir. Ancak bu gerçeklerin ortada olmaması ile sadece Atatürk’ün yasal koruma altına alınması toplumdaki ayrışmanın asıl nedenidir. Artık tabular yıkılmalı, gerçekler ortaya konmalı, fakat asla tenkidin ve eleştirinin ölçüsü aşılmamalıdır. Akif’in dediği gibi:
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; 
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.