31 Mayıs 2025 Cumartesi

KURBAN BAYRAMI VE KURBAN KESMEK

 

                Kurban Bayramı ve Ramazan Bayramı Müslümanların  iki dini bayramıdır. Fakat her nedense ülkemizdeki bazı kesimler bu iki bayramı değişik şekillerde sulandırmak istemektedir. Ramazan ayı boyunca oruç tutan Müslümanların bir aylık oruç sonunda yaptıkları bayram olan Ramazan Bayramı israrla ve inatla “şeker” bayramına dönüştürülmek istenmiştir. Kurban Bayramında ise Müslümanlardan maddi gücü yerinde olanlar küçük veya büyükbaş kurban keserler ve kestikleri kurbanların etlerini, komşularına ve yoksullara kurban kesemeyenlere dağıtırlar. Genel olarak kurbanın üçte biri kesene ayrılır, kalan üçte bir ise komşulara ve diğer üçte bir de  kurban kesememiş olanlara dağıtılır.

                Olay kısaca bu iken laik devletimiz bir dini vecibe ve ibadet olan kurbanların deri bağırsaklarını yıllarca el koyarak zorla THK na toplatmıştır. Polis ve jandarma senelerce cami avlularından ve evlerden deri bağırsaklara tek tek veya toplu olarak el koymuş ve THK na teslim etmiştir. Bu uzun bir hikayedir ve artık kurban kesenler kurban deri ve bağırsaklarını diledikleri yere verebilmektedir. Olması gereken de buydu. Son 30-40 yıl  içinde ise senede bir kere kesilen kurbanlarla ilgili olarak aklı eren ermeyen, dini bilgisi olan olmayan ağzı olan konuşur misali fetvalar vermeye, asıp kesip biçmeye başlamışlardır.

                Bunlardan bir kısmı; kesilen boğazlanan hayvanlara yazık değil mi?.. onların canı yok mu? Bu bir vahşet değil mi? Gibi güya makul mantıklı gerekçelerle kurban bayramında kurban kesilmesine karşı çıkmaktadır. Bu kesime demek lazımdır ki; senenin 360 günü mezbahalarda domuz dahil türlü hayvanlar kesiliyor, siz adı farklı kebaplar halinde bunları afiyetle yiyorsunuz, dünyanın değişik yerlerinde denizlerde türlü balıklar kitleler halinde toplanıyor, bazı deniz hayvanları canlı canlı haşlanıyor, bunları da zevkle yiyorsunuz. Dünyanın değişik yerlerinde özellikle İspanya’da boğa güreşi adı altında o zavallı hayvanlara işkence ediliyor, bunları görmezden geliyorsunuz da iş dini bir vecibe olan kurban kesmeye gelince sizin insan onların ise masum hayvanlar olduğu aklınıza geliveriyor. Buradaki samimiyete kimseleri inandıramazsınız.

                Kurban kesimine itiraz eden diğer bir kesim ise diyor ki; kurbanı her yerde ve her ortamda kesmek kestirmek çok zor ve zahmetli, madem ki bu bir hayırdır, kurban kesmek yerine öğrencilere burs veya fakirlere para yardımı yapılsa daha iyi olmaz mı? İşte şeytanın işi yok, böyle makul gerekçelerle kurban ibadetinden Müslümanlar uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Ve bu kişiler güya islam adına konuşuyorlar. Belki bazı kişileri de kandırıyorlar. Onlara şunu desek; bu bayram günlerinde büyüklerin elini öpmek, eşle dostla bayramlaşmak yerine alıp başınızı tatil beldelerine gidiyorsunuz, buralara gidip bir dünya para harcamak yerine bu tatil ve eğlence için ayırdığınız parayı da öğrencilere burs ve fakirlere sadaka ve yardım olarak verseniz daha iyi olmaz mı? Verecekleri cevap şudur ki “senede bir bayramımız veya tatilimiz var, gidip birkaç gün tatil yapacak kafa dinleyeceğiz, siz de buna mı göz diktiniz” diyeceklerdir. Fakat Müslümanın senede bir keseceği kurban ise gözlerine batmaktadır. Kurban yerine öğrenciye burs veya fakire yardım. Ne kadar ulvi bir düşünce diyeceğiz akıllarınca. Hayır efendim, kurban bir ibadettir. Bizzat kesip kestiremiyorsanız gidersiniz bir fakir aile veya kurban organizasyonu yapan kurum veya kişi bulursunuz, vekalet verirsiniz, sizin adınıza kurban keser, o ibadet yerine getirilmiş olur. Kurban yerine burs veya yardım olmaz, burs vermek isteyen, yardım etmek isteyen yardım eder de bu kurban işini neden buna karıştırırsınız. Müslümanların ibadeti sizleri rahatsız etmesin. Sizlerin Yunan adalarına gidip domuz döneri veya kebabı yemenize hiç itiraz eden oldu mu? Sizin inanç ve itikadınız size, bizimkisi bizedir.

                Son olarak deriz ki; Müslümanın Ramazan ayında tuttuğu orucun sonundaki bayramı şeker bayramı değil Ramazan Bayramıdır, ve Kurban kesmesi vacip olan Müslümanların kurban kestikleri ve kesmeye devam edecekleri bayramın adı da kurban bayramıdır. Allah tüm kainatı insanlar için meşru bir yaşam alanı, canlı-cansız herşeyi de yine insanların hizmetine ve faydasına sunmuştur. Allah'ın adıne kesilen hayvanların eti helaldir. Kan, kendiliğinden ölmüş hayvan ve Allah'tan gayrısı adına kesilmiş hayvanlar ile domuz eti haramdır. Bu çerçevede müslümanın senede bir kestiği kurbanın parası da, eti de, derisi, de gerisi de kurbanı kesen Müslümanın tasarrufundadır vesselam.

29 Mayıs 2025 Perşembe

EVLENME-BOŞANMA-ZİNA

 

    Günümüzde ve toplumumuzda evlenmeler askı süresi dahi kaldırılarak kayden kolaylaşmış ise de boşanmalar adeta işkenceye dönüşmüş bir felaket halinde devam etmektedir. Burada birden çok anlaşılmaz çelişkiler vardır:

-Zina ve nikahsız yaşam meşru ve kolay iken yasal evlilik fevkalade zor çekilir bir kurum haline dönüştürülmüştür.

-Evlilikte hak ve borçlar ile ilgili yasal düzenlemeler karı-koca hak ve hukukunu içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Otoritenin olmadığı yerde anarşi vardır. Ailenin reisi kocadır maddesi ve karı kocanın çocuklar üzerindeki tedip hakkı yasadan çıkarılmış, aile başı ve sorumlusu olmayan bir ucubeye dönüştürülmüştür. Anne-baba ve çocuklarla ilgili velayet hakkına dair maddeler de anlaşılmaz hale getirilmiştir. Velayet hakkı babadan alınmış, baba ailenin reisi olmaktan çıkarılmış, aile başıbozuk bir anarşinin içine atılmıştır. Yeniden ailenin reisi kocadır maddesi geri getirilmeli, velayet babada olmalıdır. Adeta eş başkanlık gibi bir sistemle aileyi var etmek mümkün değildir.

Yapılan her yeni yasal değişiklik ve düzenleme vaziyeti daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Özellikle İstanbul sözleşmesinden sonra çıkarılan 6284 sayılı kanun yürürlükten kaldırılmalıdır. Kocası hakkında uzaklaştırma kararı aldıran eş, polis koruması altında müşterek hanede zina dahi yapabilmektedir.

Boşanma davalarının beş-on yıl gibi bir zamana yayılması, davaların onca yargılamadan sonra  reddedilmesi, yeni dava açma şartları ve süresi gibi sorunlar yüzünden geçimsiz olan eşler aktif cinsel yaşamlarının çok büyük bir kısmını boşanma davasıyla uğraşmakla ve  serbest cinsel hayat yaşayarak geçirmektedir. Bu nedenlerle aile içinde uyum ve istikrar olmayınca, anne baba olmak, çocuk dünyaya getirmek te göze alınmaktan korkulan bir risk ve sorumluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenlerle özellikle boşanma ile ilgili boşanmayı kolaylaştırıcı,  evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı  teşvik edici yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Mevcut kanunlarımızdaki boşanma halinde ömür boyu nafaka gibi maddeler de kaldırılmalıdır. Şimdi evlenme ve boşanmayla ilgili tekliflerimizi ve gerekçelerini açıklayalım.

EVLENME:

1-Evlenmek isteyen taraflar için, bakanlığın açmış olduğu evlilik ve aile danışma merkezlerindeki uzmanların elinden haftanın altı günü toplam 12 saat evlenmede yasal, vicdani ve töresel hak ve sorumluluklara ilişkin eğitim şart koşulmalıdır. Ayrıca evlenmek isteyen tarafların yasal mal rejimi seçimleri mecbur tutulmalı, mehir veya başkaca tazminat gibi şartları da sözleşmeye dahil edilmeli,  noterde yaptıkları sözleşme evlendirme memuruna ibraz edilmeli, tarih ve sayısı evlenme kütüğüne şerh edilmelidir.

2-Evlenmek isteyen her ikisi 30 yaş altı taraflara beş yıldan evvel boşanmaları halinde günün değeri üzerinden geri alınmak şartı ile yarısı hibe, yarısı iki yıl sonra faizsiz geri ödemeli beşer yüz bin liralık yardım yapılmalıdır.

3-Evlenen çiftlerin ilk çocuklarında beşyüz bin, ikinci çocukta bir milyon, üçüncü çocukta birbuçuk milyon, dördüncü çocukta iki milyon gibi teşvik ve yardımlar yapılmalıdır. Geçmişte aile planlaması ve doğum kontrolünün sponsorluğunu yapan KOÇ holding gibi kurumlar elbette bu konularda sponsor olacaklardır. Aksi halde fabrikalarında çalışacak personeli bulmakta zorluk çekecekleri günler çok yakındır.

BOŞANMA:

Geçinmek istemeyen, boşanmak isteyen bir karı veya kocayı, hiçbir kanun gücü veya otorite zorla sırf nikahı var diye o kişiye karı veya koca olmaya zorlayamaz. Yürürlükteki kanun ve sistem serbest cinsel hayata, genelevlere, gizli ve açık fuhşa müdahale etmediği gibi adeta kolaylaştırmaya yönelik düzenlemeler yaparken evlilik ve boşanma konusundaki hassasiyetinin insanları özellikle nikahsız yaşamaya teşvik ettiğini görmemek için kör olmak lazımdır. Evli kadın ve erkeğin zinasının da suç sayılmaması bu hususu doğrulamaktadır. Taraflar boşanmak istiyor, ayrı yaşamaya başlıyor, ancak açılan dava yıllar sürüyor, boşanmanın mal, nafaka ve tazminata yönelik ayrıntıları davaları yıllarca uzatıyor, istinaf ve temyiz aşamalarını da nazara alırsak on yıla yaklaşan bir zaman boşanma davası ile geçiyor. Bir de reddedildiğini düşünün. Yeniden evlenmek te mümkün değil, ancak nikahsız yaşama hatta birden çok eşle nikahsız yaşama hiçbir yasal engel yok. Bu sonuç devlet eliyle taraflara yapılan bir zulüm ve işkencedir. Evlilik kurumunu yok etmeye yöneliktir. Evliliğin olamadığı yerde çocuk ta olmamaktadır. Olsa bile gayrimeşru çocuk aile yuvası ve  terbiyesinden mahrum büyümektedir. Açıklanan sebeplerle boşanma mevzuatı kökten değişmelidir. Kanun teklifimiz aşağıdadır:

Her ne sebeple olursa olsun boşanmak isteyen karı kocadan her biri dilediği zaman boşanma iradesini tek taraflı beyan ederek boşanma hakkına sahiptir.

Boşanmak isteyen erkek;

    Aile hekiminden aldığı rapor ile bir notere giderek beyan edeceği boşanma iradesini karısının adresine tebliğ eder.

    Boşanmak isteyen kadın aynı şekilde öncelikle hamile olmadığına ilişkin tıbbi rapor ve aile hekiminin vereceği rapor ile birlikte notere giderek boşanma iradesini kocasının adresine tebliğ eder.

        Tebliğ adreslerinde adres kayıt sistemindeki adresler esastır.

    Noter ihtarı ile boşanma kararını tebliğ eden taraf tebliğ şerhli boşanma iradesini yetkili aile mahkemesine bir dilekçe ekinde bildirir ve nüfusa bildirilmesini talep ve dava eder. Aile mahkemesi kadının davalı olduğu halde hamile olup olmadığını engeç onbeş gün içinde gerekir ise zabıta marifeti ile  rapor aldırdıktan sonra hamilelik sözkonusu değilse derhal tarafların boşanmalarının nüfusa tescilini bildirir. Hamilelik sözkonusuysa hamileliğin sonlanmasına kadar boşanmayı bekletir, boşanma iradesini tebliğ eden taraf fikrini değiştirmemiş ise doğum sonrası engeç 15 gün içinde boşanmanın tescilini nüfustan talep eder. Varsa müşterek çocukların velayetini yargılama sonunda değiştirebilmek şartıyla uygun olan tarafa verir. Eğer kadın aldığı hamile olmadığına dair rapor ile birlikte işlemi başlatmış ise Aile Mahkemesi bu durumda derhal boşanma kararını taraflara ve nüfusa tebliğ eder. Bu ön boşanma kararı itiraz ve istinafa kapalı kesin karardır. Ve yapılacak yargılama sonunda tarafların iddia ve savunmaları, taraflar arasındaki mal rejimi sözleşmesi, tarafların iddia ve savunmaları da nazara alınarak müşterek hayatın nafaka, tazminat ve mal rejimi yönünden tasfiyesine dair verilecek karar ile evlilik tasfiye edilmiş olur. Ancak eşlerden biri lehine verilecek tedbir ve yoksulluk nafakası, lehine nafaka hükmedilen eşin evlendiğinde kesilmesi şartı ile üç yılı geçemez. Müşterek çocukların velayeti ve diğer tarafla şahsi münasebet tesisi ile iştirak nafakası tarafların müracaatı ile mahkemenin yapacağı yargılama ile değiştirilebilir.

Böylece boşanma eğer hamilelik sözkonusu değilse engeç birbuçuk aylık bir süreçtir. Karı koca arasındaki mal, nafaka ve tazminat konuları ise ne kadar uzun sürerse sürsün boşanan tarafların kendilerine yeni bir hayat ve düzen kurmalarına engel olmayacaktır.

ZİNA

Zina ile ilgili T.C K. nda yeniden düzenleme yapılmalı, eşlerden her biri için zina suç haline getirilmelidir. En azından şikayete bağlı suç haline getirilmelidir. Evlilikte sadakat esastır. Zina aile hayatını dejenere etmekte, aile ve toplumdaki huzuru yok etmektedir. Ailede ve toplumun her kesiminde ve alanında zirai ve  sınai üretimde ahlak esas olmalı, keza siyasette, ticarette, kısaca her alanda ahlaksızlığa karşı pek ağır müeyyideler getirilmeli, eğitim müfredatında ahlak ve maneviyat konusunda ders saatleri olmalıdır.

Sağlıklı ailenin olmadığı bir toplumda huzur ve istikrar aramak beyhude bir çabadır. Anayasamızın 41. maddesinde de belirlendiği gibi "aile Türk toplumunun temelidir." Ancak kanunlarımız başta Anayasamız olmak üzere AB uyum yasaları sürecinde toplumun gerçekleri ve değerlerinden uzaklaşmış ve yabancılaşmıştır. Tamamen yerli ve milli bir anayasa ve devamında diğer yasal mevzuat huzur ve refahımız ve geleceğimiz için şarttır.

27 Mayıs 2025 Salı

KÜRESEL DÜŞÜN-EME-MEK

 

    Çok uzun bir zamandır değişik ortamlarda Türkiye’nin sınırları dışında var olma mücadelesini gereksiz ve anlamsız bulan özellikle Türkçülük ve Milliyetçilik adına hareket ettiğini zanneden dirayetsiz ve kifayetsiz birileri ortaya çıkmaktadır. Hem Türkçü hem milliyetçi bir kimliğe sahip olacaksınız, devletçi olacaksınız, hem de Türkiye’nin sınırları dışında var olma mücadelesine karşı çıkacaksınız. Bu fevkalade trajik ve psikosomatik bir durumdur. Böyle bir gaflet ve takıntı içinde olanlara acımamak mümkün değildir. Bu düşüncede olanlar şu soruları soruyorlar:

                -Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?

                -Türkiye’nin Irak’ta, Filistin’de ne işi var?

                -Türkiye’nin Libya’da, Somali’de, Afrika’da ne işi var?

                -Kısaca “Türkiye’nin Türkiye dışında ne işi var” sorusunu sorarken, Türkiye’nin özellikle Doğu Türkistan ve Kırım Türkleriyle yeterince ilgilenmediğini de iddia ediyorlar. Öncelikle bu sorularıyla bu iddiaları birbiriyle çelişmektedir. Çünkü Türkiye’nin gerçek sınırları haritada görünen kırmızı çizgilerle çizilmiş sınırlar değildir. Bir başka ifade ile Türkler tarihin hiçbir döneminde kendilerine çizilen sınırlar içine asla hapsolmamışlardır. Bugün de Türk milletini yüz yıl evvel çizilmiş sınırlar içine hapsetmeye kimsenin hakkı ve haddi olamaz. Yakın tarihimizden bir misal vermek istiyorum:

                Yunanistan 400 yıl Osmanlı hakimiyetinde kaldıktan sonra 1830 da küçük bir devlet olarak kurulmuştur. İstanbul 1453 te Trabzon 1461 de fethedilmiştir. Yunanistan ile aynı yıllarda fethedilmiştir. Fakat Yunanistan 1453 te fethedilmiş İstanbul’dan ve 1461 de fethedilmiş Trabzon’dan ve Pontus hayalinden asla vazgeçmemiştir. Yine İzmir Emir Çakabey tarafından 1081 de Türk toprağı haline getirildiğinde ortada bir Yunanistan bile yoktur. Fakat Yunanistan dünden bugüne burnumuzun dibindeki adalar ve Türk nüfusunun var olduğu Batı Trakya yetmemiş gibi İzmir, İstanbul, Kıbrıs ve Trabzon’un hayali ile yetiştirmektedir nesillerini. Yunanistan 10.8 milyon olan İstanbul’dan az ve azalmaya devam eden nüfusu ile bu hayali yaşatmaya devam etmektedir. Her 19 mayısı Pontus soykırım günü olarak kutladığı gibi Trabzon’un fethi olan her 15 ağustosta Fener Rum Patriğini Sümela’da ayin yapmaktadır. Türkiye’nin sınırları ötesinde ne işi var diyenler Yunanistan’ın bu hayallerinden haberdar mıdır?

                Özellikle son yüz yıldır dünya haritasının yeniden çizilmesinde, savaşların ve geçici barışın inşasında baş rolde olan Amerika ve İngiltere liderliğindeki haçlı cephesi uzak doğudan Afrika’ya ve orta doğuya kadar dünyanın her yerinde adeta dünyanın yegane hakimi gibi hareket etmektedir. Amerika’nın Suriye’de, Irak’ta, Yunanistan’da, Balkanlarda ve Avrupa’da ve hatta dünyanın her bir noktasında ne işi var sorusunu hiç sormayı aklımıza getirebiliyor muyuz?

                Aynı şekilde Rusya’nın ve Çin’in sınırlarının ötesinde ne işi olabileceğini hiç sorguluyor muyuz?

                Türkiye’nin Türkiye sınırları dışındaki varlığından rahatsız olanların, Türkiye’nin kimsenin bir karış toprağında gözü yoktur diyenlerin ve buna inananların referans aldıkları söylem  “yurtta sulh, cihanda sulh” söylemidir. Ancak unutmayalım ki Atatürk bu sözü söylemeden öncesinde ve sonrasında ne yurtta ne de cihanda sulh asla gerçekleşmemiştir. Bu söylem ise “yurtta sus, cihanda sus” şeklinde hayata geçmiştir. Dolayısı ile Türk’ün geçmişte ayak bastığı, kanıyla suladığı her toprak parçası Adriyatikten Çin seddine Türkün ebedi vatanıdır ve her Türkün hayalinde bu toprakları yeniden vatan yapmak düşüncesi yaşamaktadır ve yaşamalıdır. Gözümüz ve gönlümüz ufuklarda ve uzaklarda olmaz ise hapsedildiğimiz sınırlar içinde bölme ve bölünme planlarının bir parçası ve ögesi olmaktan asla kurtulamayız. Öyle ise yurtta ve cihanda sulhun yaşatılması susmakla değil savaşmakla gerçekleşecektir. Türk’ün ulaştığı her kızıl elma gelecek kızıl elmaların müjdecisidir. Türk; Türk Birliğini, devamında İslam birliğini ve devamında tüm dünya insanlığını Barış ve huzur içinde yaşatacağı tek dünya devletini inşa edene kadar asla durmayacaktır, durmamalıdır. Türk Dünyası, İslam dünyası ve mazlum tüm insanlık bu bekleyiş ve umutla yaşamaktadır. Her Türk’ün hayali ve ideali Türk’ün hakimiyetindeki dünya devleti olmalıdır.

4 Mayıs 2025 Pazar

TEK DÜNYA DEVLETİ-TÜRK İSLAM DEVLETİDİR

 

Selamünaleyküm,

Yüce Allahın selamı rahmeti bereketi üzerimize olsun.

Sizlere hitabımdaki söz ve söylemlerimin mutlak doğru olduğunu asla iddia etmiyorum. Sadece kişisel fikir ve düşüncelerimden ibarettir. Pekçoğumuzun hoşuna da gitmeyebilir. O bakımdan şimdiden affınıza sığınarak sözlerime başlamak istiyorum. Bunu ne için söyledim, toplumda bir hastalık derecesinde önyargı ve yaklaşım var. Düşüncelerimiz ve sözlerimiz mutlak doğrudur, karşımızdakilerin ise külliyen yanlıştır gibi bir önyargılı yaklaşımı asla doğru bulmuyorum. Ve muhataba yukarıdan tepeden bakışı da doğru bulmam. Her birimizde çok değerli fikirler çok özel çözümler ve çözümlemeler elbette vardır, olmalıdır da. Yapmamız gereken usuletle ve suhuletle dinlemek ve aynı iyiniyetle değerlendirmek ve faydalı bulduklarımızı almaktır. Efendimiz şöyle buyurmuştur ki: müslüman birbirini yıkayan iki el gibidir. Aklıma geldi şimdi. Bir siyasi kişi şöyle diyordu muhalif olmak adına. “biz muhalefetiz, siz en doğru şeyi yapmış olsanız bile bize düşen takdir etmek değil eleştirmektir.” doğru mudur bu yaklaşım? Değildir elbette, külliyen yanlıştır.

Bu kısa girişten sonra asıl konumuza girelim işallah.

Milliyetçilik ve bu bağlamda Türkçülük nedir, ne idi, nasıl olmalıdır, nasıl oldu sorularına cevap arayacağız.

Türkçülüğü Türk milletini sevmek, yüceltmek istemek, ve öncelikle Türkleri birleştirme ve cihana hakim kılma ideali olarak anlayabiliriz. Bu elbette her Türkün istemesi gereken bir idealdir, hedeftir. Ancak Türkçülüğü dejenere eden ve çizgi dışına çıkaran ve Türkçüleri ayrıştıran noktalar vardır. Bunları sırası ile ifade dersek;

Türkçülüğü şamanlık ile bir değerlendirmek,

Türkçülüğü Atatürkçülük ile bir değerlendirmek,

Türkçülüğü islamdan ayrı ve karşı değerlendirmek,

Türkçüleri ayrıştırmış ve bölmüştür. Bu söylemler Türkçülüğü dejenere etmiştir. Bir kere; şamanlık eski bir Türk dini inanışıdır. Türkçülük için günümüzde bir değer ve anlam ifade etmemelidir.

Atatürkçülük ve Türkçülük içiçe geçmez geçmemelidir. Türkçü ne Atatürk ne de oğuz atadan Mete Handan, Selçukludan Osmanlıdan bu yana tarihe mal olmuş hiç bir atasına nankörlük ve saygısızlık etmez, ancak onları evliya veya peygamber yerine de koymaz. Yegane rehber ve önder olarak kabul etmez.

İslam ise dünya Türklüğünün mutlak çoğunluğunun iman ettiği en son dindir. İslamsız bir Türklük asla düşünemeyiz. Bu elbette islam olmayan Türkleri dışlamamız anlamına gelmez.

Siyasi manada ise Türkçü ya da İslamcı olmak siyaseten devlete fayda yerine zarar da verebilir. Belki bu yönü ile bakılmamıştır şimdiye kadar fakat şahsi kanaatim odur ki tanzimat sonrası Osmanlı imparatorluğunun tasfiyesini hızlandıran ve gerçekleştiren iki zararlı hareketin biri Pantürkizm diğeri ise panislamizmdir. Çok uluslu ve çok dinli bir siyasi yapı olan Osmanlı devletinde Türkçülük yapmak ta İslamcılık yapmak ta imparatorluğun sonunu getirecek iki zararlı cereyan olmuştur. Bu süreci tarihsel gelişmenin zorladığı da söylenebilir. Günümüzde ise örneğin Amerikada ingiliz veya Fransız milliyetçiliği yapmak, veya İngiliz uluslar topluluğunda İngiliz milliyetçiliği veya islam düşmanlığı yapmak ne kadar bu devletlerin zararına ise geçmişte de Osmanlının zararına olmuştur. Ve Osmanlıdaki bu Türkçü ve İslamcı akımlar özellikle ingiliz ve Siyonist merkezli güçler tarafından beslenmiş ve teşvik edilmiştir.

Cumhuriyetin kuruluşu ile Türkçülük ve İslamcılık özellikle birbirinden ayrıştırılarak iki ayrı akım halinde günümüze kadar taşınmıştır. Oysa ki Türkiye Türkçülük ve İslamcılığın birleşmesi ve kaynaşması ile olması gereken gücüne ulaşacak ve devamında da tarihimizde olduğu gibi Türk ve İslam olmayan unsurları da hakimiyet alanı içine katarak yeniden cihan devleti haline gelecektir. Bunlar hayal gibi gelebilir ancak asla hayal değildir, ben buna bütün kalbimle inanıyorum. 500 yıl evvel “bu cihan bir sultana çok iki sultana az gelir” diyen yavuz sultan selim hanın idrakine ihtiyacımız vardır. Biz her ne kadar ecdadımız Osmanlının saltanatını tarihe gömmekle iftihar ediyoruz ya geçtiğimiz günlerde bir siyasinin “demokrasinin beşiği” dediği İngiltere kraliyet ailesinin gölgesinde İngiliz uluslar topluluğu veya Büyük Britanya İmparatorluğu adı altında saltanatını sürdürmektedir. Amerikanın ise dünya coğrafyasında burnunu sokmadığı yer kalmadığını da biliyoruz ve görüyoruz. Hadi bunlar neyse ne diyelim ancak en çok on milyon nüfusu ile küçücük bir devlet olan İsrail arz'ı mevuda göre “yahudilerin efendi yahudi olmayanların ise kul ve köle olduğu bir dünya devleti ideali ile her geçen gün sınırlarını genişletmekte ve güçlenmekte, çocuklarını bu ideal ile yetiştirmektedir. Yine on milyon nüfuslu Yunanistan İzmirden Egeden İstanbula, hatta Trabzona kadar geniş bir coğrafyanın sahibi olma ideali ile yetiştirmektedir Yunan çocuklarını. Biz ise Türkçülüğü de islamcılığı da dışlamış, yurtta sulh cihanda sulh söylemini adeta yurtta sus cihanda susa dönüştürmüş bir halde pejmürde, avare, hedefsiz ve idealsiz nesiller yetiştirmekteyiz. Halen Atatürkçü, laik, kemalist, komünist, Türkçü, İslamcı ayrışması ve kavgası ile enerjimizi tüketmekteyiz. Devletimizin bir insan modeli, devlet olarak hedefi ve ideali varsa da görünmediği gibi zihinlerimizde korkular, kompleksler, aykırı fikir ve düşüncelerle birbirini yiyen bir topluluğa dönüştük. Siyaseten bölünmeler ve ayrışmalar, dini cemaat ve toplulukların arasındaki kin haset ve düşmanlık, partiler arasındaki çekişme sürtüşme ve inatlaşma, devletimizi ve milletimizi büyük bir zafiyet içine düşürmektedir. Şunu asla unutmamalıyız ki Türk Milleti elbette büyük bir millettir. Tarihi ile yaşadığı ve yaşattıkları ile dünyanın en şerefli bir milletidir. Ve Türk, İslamla da şereflenmekle adeta çeliğe çifte su verilmiş ve dünya devletini kuracak dünyaya hakim olabilecek yegane güç haline gelmiştir. Fakat artık kısırlaşmış fikirlerle bu büyük hedefe ulaşmak mümkün değildir. Ziya Gökalp Turancılığı şöyle ifade diyordu. Türkiyecilik, Oğuzculuk, Türkmencilik ve Turancılık. Yani önce Milliyetçi Türkiye, sonra tüm Türk topluluklarının bağımsız birer devlet kurması ve sonrası ise bunların birleşmesi ile üçüncü ve son aşamada Büyük Turan Devletinin kurulması son hedef oluyordu. Bunu ifade eden bir dostuma 70 li yıllarda sordum: Peki sonra? Ne sonrası diye cevap verdi. Ben yine israrla sonra? Diye devam edince. Ne olacak ki biz de Amerika veya Sovyetler gibi emperyalist emperyal bir güç olacağız. Diye cevap verdi. Ben hala sonrasının cevabını arıyorum. Sonra?..... aslında o cevabı bir başka zatın bir eserinde gördüm. Davayı üçe ayırıyordu. Allah davası, millet davası ve ekmek davası diye. Millet davası milliyetçilik, ekmek davası komünizm oluyordu. Sistemleri de üçe ayırıyordu. Kızıl enternasyonal, mavi enternasyonal ve yeşil enternasyonal diye. Komünist dünya, kapitalist siyonist dünya ve İslam dünyası. Ve mücadeleyi de üç aşamaya ayırmıştı. Önce “bütün Türkler bir ordu”, sonra “bütün müslümanlar bir ordu” ve son aşama bütün insanlık bir ordu. Yani tek dünya devleti. Bu tek dünya devleti Müslüman Türklerin idaresinde kurulacak ve bütün islam ve Türk olmayan topluluklar da bu devlete bağlı sadık vatandaşlar olarak, adalet içinde, mutlu müreffeh ve özgür yaşayacaktı. Bu hedef müslümanlar için konulmuş bir hedefti. Ve diyordu ki “ben Türküm ve Türk milletinin bu hedefe ulaşacağına inanıyorum, daha başarılı başka bir müslüman topluluk bu hedefe ulaşabilecekse o devletin tebası olmaya da razıyım” mealinde devam ediyordu. Bunu koca bir hayal olarak görmek isteyenlere de Kuranı Kerimde Saff suresi 8. ayeti zikrediyordu: İnkarcılar ne kadar istemeseler de, Allah nurunu, dinini tamamlayacaktır.

Bu hülasadan sonra derim ki;

Dünyamız, Osmanlı döneminden bu yana daha da büyümediği belki daha da küçüldüğü halde Müslüman Türkün yeniden şahlanışını ve hakimiyetini beklemektedir. Bu çerçevede öncelikle her türlü siyonist ve hıristiyan misyonerlerin sponsorluğundaki işbirlikçi  ve provakatör liderleri  etkisiz kılıp Türkçülüğü ve İslamcılığı rahmetli S.Ahmet Arvasinin dillendirdiği “Türk İSLAM ÜLKÜSÜ” çerçevesinde birleştirip siyasi, ekonomik ve ideolojik bir güç haline getirip Türkiye Cumhuriyeti devletinde iktidar ve muktedir kılmak, büyük Türk birliğini oluşturmak ve paralel şekilde halen batının ajan ve taşaronları elindeki islam coğrafyasını da özgürleştirip aynı çatı altında toplamak ve en doğru ve en mukaddes kızıl elmamız olmalıdır. Yukarıda zikrettim, S.Ahmet Arvasi rahmetliyi “arap uşağı” diye dışlayan ve aşağılayan zavallılar var. Aynı zatlar öte yandan Peygamber efendimiz için de “Türk” soyundan geldiği yolunda iddialarda bulunuyorlar. Onlara göre Peygamber efendimiz gerçekten Türk soyundan gelmiş ise S. Ahmet Arvasi de Seyittir ve Türktür.

Bir de şu hususları açıklığa kavuşturmak istiyorum ki cumhuriyetin kuruluşundan bugüne Türkçüler ve islamcı kesim muhalif kesimdir, gizliden ve açıktan işbirliği yapmıştır. Statüko tarafından her ikisi de dışlanmış ve devlet kadrolarından uzak tutulmuştur. Çok partili dönemde 1950 den itibaren Türkçü ve islamcı ayrışması olmamış, her iki kesim muhafazakar cephede birlikte yer almıştır. Demokrat parti sonrası Adalet Parti döneminde de Türkçü ve İslamcı kadrolar, yanında olmasalar da asla iktidar karşısında olmamıştır. 1980 öncesi ise bazı siyasi ayrılıkçı kürtlerin islamcılar içine sızması ve ülkücü akıncı kutuplaşmasını körüklemesi ile o dönemde Metin Yüksel'in öldürülmesi ve devamında bu ayrışma körüklenmiştir. O yıllarda Selamet Partisi-Milliyetçi Hareket Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi seçim ittifakı yaparak mecliste daha güçlü temsil edilmiştir. Sonraki yıllarda ise MHP nin DSP ile koalisyon yapması ile ilk kırılma yaşanmıştır. Geçtiğimiz yıllarda İYİ parti ve altılı masa ittifakı ve başkaca bazı milliyetçi ve muhafazakar partilerin devşirilmesi ile kırılmalar devam etmiş ise de MHP nin yeniden devlet yanında yer alması ile bu şer ittifakları bertaraf edilebilmiştir.

Yeniden bir derleyip toplamamız gerekirse yaklaşık elli yıldır Türkiye bir ateş çemberi içindedir. Muhalefet cephesi bütünü ile şer güçlerce ele geçirilmiş ve kontrol altına alınmış görünmektedir. İktidar ise hatası ve sevapları ile Türkiye'yi bugünlere taşımış ancak büyük bir metal yorgunluğu yaşamaktadır. İslamcı hareketler küçük partilere ayrılmış ve devşirilmiş, keza milliyetçi-ülkücü kesim sanırım yedi parti halinde muhalefet cephesinde yer almaktadır. İmamlar satılmış, cemaatin ise kafası fevkalade karışıktır. Bu durumda öncelikle;

Bir akil adamlar heyeti oluşturulmalıdır.

Yapılacak istişareler sonunda ülkücü yedi parti birleşmelidir.

İslami parti hüviyetindeki partiler de birleşmelidir.

Son olarak bu ülkücü-Türkçü ve islamcı partiler birleşmeli ve iktidarı teslim almalıdır.

Bu aşamaları gerçekleşebilmesi için Türkçü-ülkücü ve İslamcı taban bilgilendirilmeli, uyandırılmalı ve mankurtluktan kurtarılmalıdır. Aksi halde mahalli idare seçimlerinde Ankara İstanbul İzmir ve başkaca büyük şehirlerde alınan sonuçlar genel seçimlere de yansır ise ki yüzde bir veya ikilik bir seçmenin tercihinin değişmesi bunu gerçekleştirebilir. Böyle bir durumda elli yıldır ateşe düşmemek için direnen Türkiye'nin akıbeti Allah korusun Irak'tan, Suriye'den, Lübnan'dan, Gazze'den beter olacaktır. Zaten emperyal güçlerin elli yıldır asıl amacı Türkiyeyi bu ateşin içine atmak ve gerçekleştiremedikleri Sevr'i yeniden gündeme getirmek ve Türkiye'yi lime lime etmektir. Uyanalım, titreyelim ve aklımızı başımıza alalım. Kendimize dönelim işallah. Ne diyordu şair:

Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.

Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi.

Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,

Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın.

25 Eylül 2024 Çarşamba

AİLE MESELESİMİZ

 

    Aile toplumun en küçük birimi olarak insanlığın varoluşundan itibaren var olmuştur. İlk aile Hazreti Adem peygamberimiz ve Hazreti Havva annemizden oluşmuştur. Binlerce yıl içinde farklılaşan toplumlarda farklı anlayış ve alışkanlıklarla aile yapısında da farklılaşmalar olmakla birlikte aile varlığını bugüne kadar sürdürmüştür. Aile ile ilgili dini ve ideolojik bakış ve değerlendirmelerle aile yapısında da değişimler yaşanmaya başlamıştır.

    Marksizm aileyi mülkiyetin sebebi ve ana kaynağı olarak görmüş ve aile kurumunu yok etmek yönünde bir yaklaşım sergilemiştir. Rusya’da 1917 ekim devrimi ile evlenme ve boşanma konusunda yeni yasal düzenlemeler yapılmış, yargısal boşanma kaldırılmış ve otuz yıl müddetle serbest boşanma usulü getirilmiştir. Otuz yıl sonunda ise serbest boşanmanın nesep konusunda önemli problemler ortaya çıkardığı görülünce yeniden yargısal boşanmaya dönülmüştür. Marksist sistemin anlatıldığı bir eser olan ‘en güzel dünya’ (https://www.nadirkitap.com/en-guzel-dunya-jean-baby-kitap38501594.html) isimli eserde Jean Baby ütopik sosyalizm yani komünizmde aile diye bir kurumun asla var olmayacağını, insanların yalnız yaşayacağını ifade eder. Orada baba şöyle tanımlanır: ‘baba, çocuk sahibi olmak isteyen bir kadının partnerleri, birlikte olduğu erkekler arasından seçeceği biridir’ . Nadir Nadi de Sovyet Rusya gezi notlarını kaleme aldığı “iki Sovyet rusya”  (https://www.nadirkitap.com/iki-sovyet-rusya-1935-1965-nadir-nadi-kitap685895.html?srsltid=AfmBOorTtcMYNbSAAgc0J0F4zfeFLgsWtT6iN0Hxcm3UpYIBDk98h27L) isimli kitabında bir üniversite öğrenci yurdunun hastanesine gittiğinde bebek sesleri duyması üzerine, “burada gençler evlenebiliyorlar mı” diye sorar refakat eden rehbere. Rehberin cevabı ise şudur: ”biz gençlerin evlenmelerine veya ayrılmalarına asla karışmayız, sadece hamile kalan kızlarımızın bebeklerinin dünyaya getirilmesine yardımcı oluruz” der.

    Batıda ise kapitalizmin kozmopolit anlayışı sonunda batı ailesi de tamamen dejenere olmuş, dağılmıştır. Batı toplumu fevkalade kötü bir çöküşün yıkıntısı altındadır. Her türlü aile dışı ilişkilerle birlikte LGBT-İ gibi sapık akımlar topluma hakim olmuş durumdadır. Pek çok ülkede erkek erkeğe ve kadın kadına birliktelikler meşru hale getirilmiştir.

    Bu yazının asıl kaleme alınma sebebi ise Türk ailesinin nereden nereye geldiği ya da getirildiği sorusunu sormak ve cevaplar üzerinde bir farklı bakış açısı getirmektir. Anayasamızın 41. Maddesinde aynen şu ifade yer almaktadır:

“Aile Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar.”

Eski medeni kanunun 152.madde birinci fıkrasında; “koca birliğin reisidir” şeklinde bir hüküm varken değiştirilen yeni medeni kanun 186. Madde ile; “eşler oturacakları konutu birlikte seçerler, birliği eşler beraberce yönetirler, eşler birliğin giderlerine güçleri oranında emek ve mal varlıkları ile katılırlar.”  Denerek ailenin yönetiminde kadın ve erkeğe tam eşit bir statü verilmiştir.  Bu yetmezmiş gibi bir de İstanbul sözleşmesine girilmiş ve buna bağlı 6284 sayılı kanunla özellikle kadınlar koruma kapsamına alınmıştır. Daha sonra İstanbul Sözleşmesinden çıkılmış ise de 6284 sayılı kanun halen yürürlüktedir.

     Önce Anayasadan başlayalım:

  Devlet her nereden emir, komut almış ise “aile planması merkezlerini Türkiye’nin üç bir yanında -diyeceğim çünkü sadece doğu bölgesi bunun dışında kalmıştır- açmış, yıllarca nüfus ve doğum kontrolü için her türlü ilaç ve aparat ücretsiz dağıtılmıştır. Bugün geldiğimiz noktada her geçen gün yaşlı nüfus artmakta, genç nüfus azalmaktadır. Bu azalmadan doğu ve güneydoğu bölgemiz ile Türkiyede’ki mülteciler etkilenmemekte, büyük bir hızla çoğalmaları devam etmektedir. Ve Anadoludaki Türk nüfus yüzde oranı  her geçen gün azalmaktadır. Bu örtülü bir soykırımdır. Her ne kadar devlet büyüğümüz “en az üç çocuk” gibi bir hedef koymuşsa da bu havada kalmış ve unutulmuştur. Her aile için en az üç çocuk değil olağan ve sağlıklı bir nüfus artışı için aile başına en az dört çocuğa ihtiyaç vardır.

    Yapılan yasal düzenlemeler ile Türk Milletinin örf adet ve geleneklerine uymayan kurallar aile yapımızı içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Kendi adıma hem Anayasamızdaki aileye ilişkin hükmü hem de Medeni kanundaki “ailenin reisi kocadır” şeklinde eski madde de dahil olmak üzere tamamını reddederim. Bu konudaki görüş ve düşüncelerimizi ifade etmek hem vatandaş olarak hakkımız hem de borcumuzdur. Aile Türk toplumunda ana baba ve çocuklardan meydana gelmezdi. Türk toplumunda aile baba, anne, çocuklarla birlikte dede ve nineden meydana gelen bir yapıdır. Ve bu ailenin reisi yaşadığı müddetçe büyük babadır. Ve çocuklar Türk ailesinde babanın ve annenin değil dedenin ve ninenin bakım, gözetim ve terbiyesi altında yetişirdi. Şimdi olduğu gibi çocuklar kreşe, ana okuluna veya evde çocuk bakıcısına teslim edilmez, dede ve ninenin bakım ve terbiyesi ile büyürlerdi. Şimdi ise dede ve nineler huzur evlerinde veya kendi evlerinde biçare halde, evlatlar ise çocuklarını kreş veya bakıcıya teslim etmiş halde varsa boşluklarını evlerinde kedi köpekleri besleyerek doldurmaktadır. Bu gerçekten içler acısı bir durumdur. Çocuklarımızın kreşlerde veya bakıcı ellerinde ne kadar yanlış değerlerle yetiştirildiğini görmemek için kör olmak lazımdır.

       Eskiden evliliklerle ilgili kullanılan tabirler; gelin olmak, gelin almak veya içgüveysi olmak gibi tabirlerdi. Gelin alınırdı. Evin oğluna gelin alınır ve aynı hane içinde oturulurdu. Evin reisi baba büyükbaba olurdu. Evdeki ikinci erkek evlada gelin alınacağı zaman birincisi ayrı bir eve taşınır ve ikinci erkek evlada gelin alınırdı. Kız babası ise erkek evladı yoksa kızı ile bir arada yaşayabilmek için maddi durumu iyi olmayan düzgün bir damat bulur ve içgüveysi olarak evine alır, böylece damadı ve kızı ile birlikte yaşardı. Bu ayıp bir şey değildi. Böylece çekirdek aile değil daha büyük bir aile içinde çocuklar sağlıklı bir ortamda yetişirlerdi. Şimdi ise olan nedir: çocuklarımız tabii varsa aile içinde:

Ya kreştedir, ya sokaktadır, ya bakıcı kucağındadır, ya kedi köpekle haşır neşirdir, ya sosyal medyada bilmediğimiz alemlerde gezmekte yetişmektedir. Ve devamında suçlu çocuklar, sorunlu çocuklar, türlü sapmalar yaşayan zavallı evlatlarımız. Çocuklarımızın dedeleri ve nineleri ise kendi dünyalarında, yalnızlığın pençesinde veya huzur evlerinin huzursuzluğunda çile doldurmaktadır. Böyle bir toplumun fertleri arasında huzur, refah ve gelişme ve gelecekle ilgili ufuk ve hedef aramak asla mümkün değildir.

Batıya ve batının değerlerine teslim olduk ve batıdan beter olduk. Büyük aileden küçüldük çekirdek aileye döndük ve çekirdeği de yaptığımız yanlış yasal düzenlemelerle çatlattık. Karı koca arasında mutlak bir eşitlik getirmek suretiyle aileyi yönetilemez bir hale getirdik. adil olmayan nafaka ve tazminat ve mal rejimleri nedeniyle bazı hanımefendiler için evliliği, evlenmek  ve hemen ardından boşanmak ile  bir yatırım ve geçim aracına dönüştürdük. Ve evlilik hayatını yaşanılmaz hale getirdik.  Bugün gençlerimiz geldiğimiz noktada:

        Asla evlilik düşünmüyorlar.

        Anne baba olmayı hayal bile etmiyorlar.

        Kedi ve köpeklerle kucak kucağa yaşıyorlar.

    Bir artı bir veya bir artı sıfır gibi küçücük evlerde yalnız yaşıyorlar. Serbest yaşıyorlar, kız veya erkek arkadaşlıklarla hayatlarını sürdürüyorlar. Maalesef bugünkü toplumumuzun en az yüzde elliden fazlası psikolojik rahatsızlıklar ve problemlerle psikolog veya psikiyatrist kapılarında bekleşiyorlar.

    Bu konularda yazacak ifade edecek çok şey var ancak görecek, anlayacak, bu vahim durumu idrak edecek basiretli idarecilere ihtiyacımız var. Toplumuzun bu gidişi hiç te iyi bir gidiş değil. Bir felakete ve yokoluşa doğru sürüklenmekteyiz. Hiçbir şey yapmasak dahi belki elli yıl sonra bu gidişle Anadoludaki Müslüman Türk nüfus azınlığa düşecek ve Irak veya Suriye’deki halkın yaşadığı kaderi biz yaşamak zorunda kalacağız. Anadoluda bize hayat hakkı tanımayacaklar ve geldiğimiz yere Orhun kıyılarına kadar süreceklerdir.  Her ne kadar mültecilerden endişe etsek te özellikle Kapadokya bölgesinde ve Kuşadası’nda Fransızlar, Didim’de İngilizler, Antalya’da ve Alanya’da Ruslar ve Ukraynalılar ve Almanlar, yerleş.tiği ve yerlileştiği gibi Yahudiler ise doğu ve güneydoğudan satın aldıkları topraklarla büyük İsrail’in haritası için şimdiden hazırlık yapıyorlar.

    Tablo çok kötü de ne yapmalıyız sorusu akla gelecektir. Ne yapmamız gerektiği geçmişimizde gizlidir. Elbette kozmik gizli değil. Kısaca hukukta, eğitimde, ekonomi ve sanayide, hatta her alanda yerli ve milli olmaya mecburuz. Sosyal hayatta ve hukukta, örf, adet ve geleneklerde batıdan neyi aldıysak batıya iade etmeli ve özümüze dönmeliyiz. Sosyal ve ahlaki çürümenin önüne geçmeli, sağlıklı ve ideal sahibi nesiller yetiştirmeye başlamalıyız. Her alanda hedeflerimizi büyütmeli, Müslüman Türkün hem kendi coğrafyasına, hem bitişiğindeki coğrafyalara ve hatta dünyaya yeniden hakim olma iddiamız yegane kızıl elmamız olmalıdır.

21 Nisan 2021 Çarşamba

SİYASİ CİNAYETLER

 Cumhuriyet döneminin siyasi cinayetlerinin başlıcaları:

Ali Şükrü Bey,
Topal Osman,
Deli Halit Paşa,
Fikriye,
Atatürk,
Atatürk'ün Dolmabahçede yalnız ve çaresiz ölümünün planlayıcısı İsmet İnönüdür. Diğerlerinde ise Atatürk ve Topal osman'ın parmağı vardır. İsmet İnönünün şeflik döneminde özellikle derin devlet dediğimiz yapının işlediği cinayet Sabahattin Ali cinayetidir.
1960 ta ise İsmet İnönünün azmettirmesi ile ihtilal ve Menderes ile iki arkadaşının idamı.
1960 ihtilali ile derin devlet tamamen kontrolü eline alıyor. Ordu, yargı ve üniversitelerde büyük bir tasfiye ve kıyım sonrasında geçmiş dönemdeki baskı ve sindirmeler etkisizleştiğinden yeniden cinayetler öne çıkmaya başlıyor. Bizim hastalık veya trafik kazası sandığımız pek çok ölüm siyasi cinayettir. Özellikle genç yaşta kaybettiğimiz Dündar Taşer, Mehmet Eröz, Necmettin Hacieminoğlu, Erol Güngör, S.Ahmet Arvasi gibi bugünün ideolojik alt yapısını hazırlayacak isimlerin birer birer ölümü kanaatimce cinayettir. Aradaki aynı silahla soldan ve sağdan gençlerimizin katledilmelerini saymıyorum. Ancak sonrasında Adnan Kahveci, Eşref Bitlis, isimlerini unuttuğumuz pek çok general ve özel harekatçı, Cem Ersever, Uğur Mumcu, Kemal Fedai Coşkuner, İlhan Darendelioğlu, Gün Sazak, Nihat Erim, Ümit Doğanay, kemal Türkler, Necip Hamlemitoğlu, Abdi İpekçi, Recep yazıcıoğlu, Muhsin Yazıcıoğlu, Turgut Özal, Alparaslan Türkeş, Necmettin Erbakan gibi isimlerle, İspartada düşen uçakta ölenler, Aselsan intiharları başta olmak üzere faili meçhul veya trafik kazası veya ani hastalıktan ölen isimlerin hepsinin ölüm nedenleri özel bir ekip tarafından araştırılmalı ve aydınlatılmalıdır. Hiç bir devletin sınırları içinde bu kadar siyasi cinayet işlenmemiştir. Düşmanın ve düşmanın savaş metodunun farkında olmak önemlidir. Genç nesil bu gerçeklerden haberdar olmalı, dost ve düşmanını tanımalı ve düşmanın neler yapabileceğini bilmelidir.

İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ’NE DAİR

İttihat ve Terakki cemiyetini kutsayan bir anlayış var günümüzde. Oysaki bu cemiyet emperyalist batı tarafından Selanik’te hainlere kurdurulmuş bir cemiyettir. 1889 da İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, İshak Sükuti, Hüseyinzade Ali Turan, Doktor Nâzım Bey, tarafından kurulmuştur. Üyeleri arasında çok miktarda sabataist ve yahudi ve başkaca Türk ve müslüman olmayan isimler vardır. Görevini yapmış Osmanlı imparatorluğunun tasfiye ve yıkım sürecinde başrol oynamış, bu görevi bittikten sonra da 1918 de kapanmıştır. Şunu da belirtelim ki cemiyet içinde az sayıda iyiniyetli namuslu isim bulunması cemiyeti temize çıkarmaz. Ve bu cemiyetin kalıntıları, Osmanlı’nın yıkıntısı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyetini inşa etmiş ve CHP yi de aynı zihniyetle kurmuş ve bugünlere getirmiştir. İşte o yağmacıların yağma ve talan ve cürüm sayfalarından sadece blrisinin hikayesi aşağıdadır:

Sultan İkinci Abdülhamid'in Han'ı tahttan indirilmesinin ardından Hareket Ordusu Yıldız Sarayı'nı yağmalamış, büyük paşalar milyonlar tutan hazineye ve değerli eşyalara el koymuşlardı
İŞTE YILDIZ SARAYINI YAĞMALAYAN BÜYÜK(!) PAŞALAR...
Sultan II. Abdülhamit'in tahttan indirilip Selanik'e gönderilmesinin ardından Yıldız Sarayı 29 Nisan 1909'da İttihatçıların ve Hareket ordusu mensuplarının yağmasına maruz kaldı. Yağmalanan sarayda bulunan önemli belgeler de bu sırada yok edildi.
Yapılan yağmada 500 bin 5'erlik banknot, 25 bin beşibiryerde Osmanlı altını alındığı belirtiliyor. Yağma hakkındaki resmi rapor 17 Nisan 1910 tarihli İkdam Gazetesi'nde yayınlandı. Rapora göre yağmaya katılan bazı paşalar ve aldıkları mallar şu şekilde:
Mahmut Şevket Paşa: Çok sayıda pantantif taç, yüzük ve bir altın mangal;
Hüsnü Paşa: Murassa tütün tabakası ve bir gerdanlık;
Hareket Ordusu Erkan-ı Harp Reisi Mirliva Ali Paşa: Çok sayıda küpe ve yüzük;
Hasan İzzet Bey: Halılar, seccadeler, kravat iğneleri ve murassa taç;
Enver ve Cemal paşalar ile Damat İsmail Hakkı Bey: Kıymetli eşyalar, mobilya, vazolar, muhtelif pırlanta ve çok sayıda zümrüt hülliyat;
Ayan Reisi Ahmet Rıza Bey: Kıymetli yemek takımları, murassa saat ve çok sayıda değerli eşya;
Bursa Valisi İsmail Hakkı Bey: 2 bin altın lira ve kıymetli bir zümrüt yüzük;
Emniyet-i Umumiye Müdürü eski Hicaz Valisi Galip Paşa: Çeşitli kadın müzeyyenatı;
İsmail Hakkı Bey'in kardeşi Cafer Tayyar Paşa ve Hamdi Bey: İnci küpeler, pırlanta yüzük ve kıymetli revolverler;
Tespit edilemeyen isim: Elmaslı ve inci gerdanlık;
Yakup Cemil: Önemli miktarda tahvilat;
Karesi Mebusu Hüseyin Kadri Bey: Zümrüt kolyeli murassa bir hançer;
Çerkez Kemal Bey: Çok sayıda değerli kadın eşyası;
Hüseyin Cahit Bey: Murassa hokka takımı ve iki murassa saat;
Cavit Bey ve Karasu Efendi: Bol miktarda kıymetli elmas;
Eski Bolu Mebusu Habip Bey: Önemli miktarda tahvilat;
Vehip Paşa: Bol miktarda hisse senedi ile kıymetli ve murassa kravat iğneleri;
Kalan eşya da Hareket Ordusu fedaileri tarafından yağma edilmiştir.
Bir rivayete göre Abdülhamid Han Selanik'e giderken çantası elinden alınmış ve içindeki 900 bin altın liraya el konulmuştur. Çantayı Hüseyin Hüsnü Paşa ile oğlu Ali Rıza Paşa'nın Abdülhamid'in elinden zorla aldığı belirtiliyor.
16 Nisan 1919 tarihli İkdam Gazetesi'nde söz konusu çanta ile ilgili yazıda çantanın Tevfik Bey, İstanbul Reji Müdürü Hasan izzet Bey, Hazım Bey ve Ayan Reisi Ahmet Rıza Bey'den oluşan Yıldız Sarayı Tahliye Heyeti tarafından Hareket Ordusu'na teslim edildiği belirtiliyor. Çantadaki mücevher ve nakdin ordu erkanı arasında taksim edildiği de yazıdaki iddialar arasında.
Aynı ittihatçı zihniyetin bugün de Irak’ta Saddamın, Libya’da Kaddafi’nin konutunun yağmalanması gibi Türkiye’de de Cumhurbaşkanlığı külliyesini yağmalamak için hayaller kurduğunu adım gibi biliyorum. Ancak bu millet Irak ve Libya halkının yaşadığını, 1908 de Osmanlı’nın yaşadığını yeniden bu İttihat ve Terakki cemiyeti kalıntısı alçak ve hainlere yaşatma fırsatı vermeyecektir.

11 Şubat 2021 Perşembe

ŞİDDET

 
Son yıllarda gündemden düşmeyen konu "kadına ve hayvana şiddet"tir. Her yeni güne yeni kadına ve hayvana şiddet haberleriyle uyanmaktayız. Ancak bu haberler gündemde yer aldıkça şiddet olayları azalacağı yerde artmaktadır. Kadına ve hayvana şiddet uygulayan kişilerin afişe edilmesi veya aşağılanması çare gibi görünmemektedir. Biz burada kısaca şiddet kavramı üzerinde duracağız. Çünkü şiddeti ortaya çıkaran faktörler belirlenmedikçe ve şiddet olaylarına doğru bir bakış açısına kavuşmadıkça toplumun şiddetten kurtulması mümkün olmayacaktır.

        Şiddet nedir diyerek başlayalım konumuza öncelikle. Şiddetin tarifiyle yola çıkalım. Şiddet kişi veya kişilerin tek tek veya toplu halde hedef aldıkları şiddet mağduru olmaya aday özneye-ki bu özne kadın, erkek, çocuk, hayvan, eşya veya toplu veya dağınık topluluklar ve hatta devlet olabilir- sözlü, elle veya silahla, fiili veya cinsel saldırı ve tacizde bulunmaktır.  Yani şiddet sadece kadına veya hayvana uygulandığında şiddet olmaz, şiddet erkeğe de uygulanabilir, anneye babaya veya evlada da uygulanabilir. Hayvana veya eşyaya da uygulanabilir.  Ve  şiddet bazı dini veya etnik topluluklara veya devlete karşı da uygulanabilir.

                Şiddet konusunu hülasa ederken şiddeti meşrulaştıran sebepleri belirleyerek meşru şiddeti konumuz dışında tutmamız icap eder. Ailede anne babanın çocukların disiplin ve terbiyesinde uyguladığı kısmi baskı ve disiplin eski ifade ile "tedip hakkı", keza eski kanuna göre "ailenin reisi" olarak ifadesini bulan baba veya kocanın ailenin idaresindeki  makul sınırları aşmayan otoritesi şiddet olarak tanımlanamaz. Bunun gibi orduda askerin eğitimindeki katı disiplin ve otorite de şiddet olarak ifade edilemez. Ve keza devlet güçlerinin vatanı korumak için kendisine karşı güç kullanan iç ve dış düşman unsurlara karşı uyguladığı şiddet meşru şiddettir. Yine devlet kuvvetlerinin varlığını tehdit eden silahlı, unsurlara müdahale ve saldırısı da haklı ve meşru şiddettir.

            Her bir şeyin ortasından konuşulabilir de hiçbir şeyin oluşturulması veya bertaraf edilmesi için ortasından başlanmaz. Neden ve niçinleri ile temelden başlanır. Yoksa doğru bir noktaya varabilmek mümkün olmayacaktır. Oysa ki günümüzde somut şiddet örnekleri gösterilerek şiddetin kaynağı olarak gösterilen kişiler, kişilerin bağlı olduğu etnik veya dini merkezler veya şiddete eğilim oluşturduğu varsayılan örf, adet veya gelenekler veya kültür değerleri sürekli aşağılanmaktadır. Bu yaklaşım ise şiddetin daha da yaygınlaşmasına neden olmakta, zaman zaman karşı şiddeti doğurmakta ve toplum bu kavramlar arasında boğulup kalmaktadır.

            Sosyal olayları monist bir yaklaşımla, matematiksel kurallarla tahlil etmek ve çözebilmek mümkün değildir. Matematik sonucu tek ve mutlak olan bir bilimdir ancak matematik dışındaki fiziksel olaylar bile belli ortam ve şartlara göre sonuçların değişebildiği alanlardır. Mesela suyun kaynama derecesi her zaman yüz değildir veya yoğunluğu her zaman bir değildir. Bu açıdan baktığımızda iki kere iki sadece matematiksel olarak dört eder. Sosyal bilimlerde ise iki kere ikinin neden dördün dışında değerlerle ifade edilebildiği araştırılır. Şiddet konusuna yeniden döndüğümüzde şiddetle ilgili aşağıdaki hükümler verilebilir:

-şiddet meşru veya gayrimeşrudur.

-şiddet bir ahlak meselesidir.

-şiddet bir terbiye meselesidir.

-şiddet bir eğitim meselesidir.

-şiddet fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddet olarak ta tanımlanabilir.

-meşru şiddet sınırlarının aşılması şiddetin meşruiyetine zarar verir.

Bu açıklama ve hükümler sayfalar dolusu uzayabilir fakat şiddetin ortadan kaldırılmasına zerrece katkıda bulunmaz. Çünkü toplumun inanç ve kültürel değerlerine uymayan yasa ve mevzuatlar ile yeterli bir ahlak eğitiminin verilmemesi, kişileri birbirlerine ve hatta herşeye karşı şiddet kullanmaya yöneltebilecektir.

Tarihi gelişimi bir yana bırakırsak belki onlarca yıldır insanların ülkemizde ve başkaca ülkelerde aile içinde ve dışında, işyerlerinde veya başkaca alanlarda zaman zaman birbirlerine şiddet uyguladıkları bir gerçektir. Ülkemizde ise son yıllarda kadına ve çocuğa şiddet öne çıkarılmış bu bağlamda bir İstanbul Sözleşmesi imzalanmış, buna dayanılarak 6284 sayılı kanun devrede sokulmuştur. Bunun evvelinde ise evli karı karı kocanın zinası suç olmaktan çıkarılmış, Medeni Kanundan “ailenin reisi kocadır” maddesi çıkarılmış, aile önce başsız ve idarecisiz bir yapı haline getirilmiş, sonrasında yeni yasal düzenlemeler ile bugünkü şiddet ve kaos ortamının alt yapısı hazırlanmıştır. Bir düşünün hele;

Ailede reis koca değildir, velayet anne baba tarafından birlikte kullanılır. Kadın özellikle erkek şiddetine karşı korunmaktadır. Çocuklar anne baba şiddetine karşı korunmaktadır. Evlenen kadın kocasının soyadını bile kullanmak zorunda değildir. üç günlük nikah en az üç yıllık boşanma ve yıllar sürecek nafaka borcu doğurmaktadır. Pek çok olay karşısında “kadının beyanı esastır” Çocuklara en küçük bir müdahale şiddet olarak algılanmakta ve tıpkı Avrupa’da olduğu gibi devlet müdahale etmektedir. Toplumun yegane başı olmayan müdürü, amiri, başı, komutanı olmayan yapısı ailedir. Ve biz bu aileden sağlıklı sonuçlar beklemekteyiz. Bu mümkün değildir.

Okullarda ise; pedagojik formasyonu olmayan öğretmenler öğretmenlik yapmaktadır. Öğretmenin çocukların kulağını çekmesini bırakın bağırıp çağırması bile şiddet olarak tanımlanmaktadır. Çocuklar son derece özgür bireyler olarak varlığını sürdürmektedir okullarda. Öğretmenler korku içinde günü veya sezonu bitirme derdindedir. Öğrenciye dokunmak tacize giriyor yasaktır, sesini yükseltmek psikolojik şiddettir, yasaktır, ev ödevi vermek yasaktır, düşük not vermek yasaktır, çocukların sınıfta kalması yoktur. Kısaca tablo bu iken böyle eğitim ve terbiye verilemeyen okullardan mezun olan çocukların bir boşluk içine düşmemeleri mümkün müdür?...

Açıklanan şartlarda toplumun her kesimi kendilerince farklı haklı gerekçelerle şiddete meyilli hale gelmektedir. Özellikle büyükçe bir kesim için şiddet uygulamak bir araç veya hayat haline gelmektedir. Şiddet karşı şiddeti doğurmakta, şiddet şiddeti beslemekte ve her geçen gün şiddet her alanda hayatımızı kaplamaktadır. Bu kavram kargaşası içinde herkes bu sosyal olguya farklı pencerelerden bakarken şiddeti tamamen ortadan kaldırmak veya en aza indirgemek mümkün olamamaktadır.

Şiddetin sebepleri ve kaynakları konusunda bir müştereklik yoktur. Teşhis doğru konulamazsa tedavi de mümkün olamayacaktır. Şiddet kimine göre dini, kimine göre geleneksel değerlere bağlılık yüzünden doğmaktadır. Veya eğitim yetersizliği veya cezaların caydırıcı olmaması gibi nedenler ileri sürülebilir. Yani her ferdin şiddetle ilgili farklı tezleri ve görüşleri vardır. Oysa ki şiddet her alanda hayatımızda aynı şekilde çıkmaktadır. Ailede şiddet, hayvanlara şiddet, toplumun değişik alanlarında işyerinde, caddede, sokakta şiddet toplumsal düzeni ve istikrarı tehdit ettiği gibi şiddet, toplumda anarşi ve kaos oluşturmak isteyen güçlerin bu yönde kullandıkları ana araçlardan biridir.

10 Şubat 2021 Çarşamba

ERKEN SEÇİM SÖYLEMİ VE CHP

 

                Öylesine usta, öylesine yüzsüz, öylesine şeytani ve öylesine arsız ve ahlaksız bir muhalefete sahibiz ki muhalefetin yalan ve iftiradaki ustalığından yorulduk ve pek çok gerçeği göremez hale geldik.

                Birkaç tv kanalında günlerdir gece yarılarına kadar o utanmaz ve kurnaz suratları görüyorum. Tv kanalları ise hangi akla hizmet bunları ekranlarında vitrinliyor onu da anlayabilmiş değilim de. Kimisi eskimiş milletvekili, kimisi cahil cühela artist takımı, kimisi eskimiş asker veya hukukçu etiketi ile ortaya çıkmış. İşleri güçleri provakasyon ve ajitasyon ve sunni gündemler oluşturup kafaları karıştırmak. İşin acı tarafı ise şu ki onların maskelerini düşürebilecek cesaret ve liyakatte hasımları yok maalesef. Öte yandan onlar gibi arsız ve yüzsüz ve nezaketsiz olmayı beceremediklerinden yetersiz kalıyorlarmış gibi bir tablo da oluşabiliyor.

                Son bir hafta on gündür erken seçim söylemi ile yatıp kalkıyoruz. Türkiye’nin siyasi tablosuna baktığımızda görünen şu ki; Cumhur ittifakı ve Milet ittifakı adında iki ittifak var. Cumhur ittifakı iktidarda, millet ittifakı ise muhalefette. Ancak gözardı edilen şu ki CHP içinden ayrılmış ve siyasi partiye dönüşmekte olan Mustafa Sarıgül ile Muharrem İnce hareketini millet ittifakı görmezden geliyor. Bunun yanında Diyarbakır anneleri ve sahada sürekli kaybeden ve batının paralı askerleri olduğu ortaya çıkan PKK nedeniyle HDP büyük ölçüde tabanını hızla kaybetmektedir. Öte yandan mahalli idarelerdeki millet ittifakı yolsuzluk ve başarısızlıkları da nazara alınır ise görünen odur ki sürekli kan kaybeden Cumhur ittifakı değil millet ittifakıdır. Millet ittifakının büyük ortağı CHP ise gaflet ve dalaletini sürdüren İyi Parti ile birlikte kendi cürümlerini kamufle etmek için sunni gündemler oluşturarak kamu oyunun kafasını karıştırmaya çalışıyorlar ve bunu kısmen başarıyorlar da. Onların bu başarısındaki asıl ana neden şudur ki onlar çok profesyonel küresel merkezlerden akıl, fikir ve taktik alıyorlar. Karşılarındaki muhatap ve muarızları ise bu profesyonellikten uzak olduklarından onların oyunlarına gelebiliyorlar. Şimdi üstü örtülen siyasi gerçekleri sıralayalım:

-Millet ittifakı içinden Muharrem İnce ve Mustafa Sarıgül liderliğinde iki parti daha çıkmış olmakla DSP yi de kararsız gurup içinde sayarsak büyük ölçüde kan kaybeden Millet ittifakı ve CHP olduğu gibi Ümit Özdağ-Buğra Kavuncu olayı nedeniyle İYİ partidir. Bugün gündem Mustafa Sarıgül, Muharrem İnce ve Ümit Özdağ-Buğra Kavuncu olmalı iken erken seçim gündemi ile karartma yapılmaktadır.

-HDP nin Millet ittifakı içinde kalıp kalmayacağı belli değildir. hatta hala HDP nin millet ittifakı içinde olduğunu bilmeyen ve kabul etmeyen bir kesim bile vardır. HDP nin ise terör bağlantısı, hizmetten uzak belediyecilik anlayışı, bölücü ve ve taşaron yapısı, taciz, tecavüz ve yolsuzluklara bulaşmış yöneticileri nedeniyle de büyük ölçüde tabanını kaybetmekte olduğu apaçık görülmektedir.

-CHP ise öylesine mide bulandırıcı bir yapıdır ki neresinden tutsanız elinizde kalacak olan bu siyasi yapı kadına şiddet ve taciz ve tecavüz olaylarının merkezi haline gelmiştir. Fakat kutlamak lazımdır ki evli Deniz Baykal genel başkanken evli bir bayan milletvekili ile zina halinde cinsel ilişki halinde iken yakalanmış iken genel başkanlıktan istifa etmek zorunda kalmıştı. CHP öylesine bir mide sahibidir ki o Deniz Baykal halen CHP den yeniden milletvekili seçilmiş ve hukuki ehliyetine bile sahip olup olmadığı belli olmadığı halde milletvekili olarak meclistedir.

-CHP li Şişli Belediye Başkan yardımcısı PKK operasyonundan tutuklanmıştır.

-Canan Kaftancıoğlu CHP il başkanlığını sürdürmektedir, ancak onun DHKPC ve PKK yandaşı twitleri ve sosyal medya paylaşımları, domuz eti ziyafetleri ve başkaca cürümleri nedense gündemde değildir. Kısaca hiçbir planı, projesi, programı, ufku, ittifak ortakları ve hatta başkan adayı bile belli olmayan CHP nin erken seçim söylemi sunni gündem oluşturma ve şovdan başka bir şey değildir.   

21 Ocak 2021 Perşembe

SÖMÜRGE TÜRKİYE’DEN BAĞIMSIZ TÜRKİYE’YE

 

                 Ergenekon’dan Orta Asya’dan Anadolu’ya devletler kura kura gelen Türk Milleti Anadolu’da Selçuklulardan sonra tarihin en muhteşem ve uzun ömürlü devletine  dönüşen Osmanlı Beyliği’ni kurmuştur. Bilindiği üzere bu küçük Kayı Obası etrafında kurulan beylik Anadolu’dan üç kıtaya, Asya, Avrupa ve Afrika’ya uzanmış, üç kıta yedi denizde dünyanın en uzun ömürlü süper gücünü oluşturmuştur.

                Bu muhteşem devletin yükselme, duraklama ve zayıflama dönemleri ve hatta çöküşü konumuzun dışındadır. Biz tarihinde bir bayrak yarışı gibi dönüşe dönüşe kendini yenileyen Türk Devletinin birinci dünya harbinden sonra dönüştüğü yapıyı ve 1923 ten itibaren dönüşmek istediği hali inceleyeceğiz. Buradaki tesbitlerimiz, bu konudaki düşüncelerimiz hiçbir ismi suçlamak, aşağılamak veya tahkir kastı taşımamaktadır. Ancak sonuçtan geriye doğru yani sebebe doğru gittiğimizde aşağıdaki hususlar daha da net olarak ortaya çıkmaktadır:

-sürekli isim, merkez ve aile değiştirerek ve dönüşerek, kendini yenileye yenileye şanlı bir tarih yazan Türk Devleti, Devleti Aliye’nin yani Osmanlı Devletinin 600 yıllık ömrünün sonunda, sadece Anadolu coğrafyasına sıkışmış bir sömürge devleti olarak varlığını sürdürmek gibi onursuz bir tercihte bulunmak zorunda kalmıştır.   Yani Osmanlı Devletinin tasfiyesinden sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti ikinci derece bir sömürge devlet olarak ortaya çıkmıştır. Ve sahip olduğu üç kıtaya uzanan vatan toprakları galip devletler tarafından sömürge olarak paylaşılmıştır.

-Osmanlı Devletinin 600 yılda idaresi altında hiçbir topluluğa Türkçe dili ve İslam dini dayatması olmadığı halde vatandan koparılan topraklarda kurulan sömürge devletlerinde İngilizce, İtalyanca, Fransızca, İspanyolca, Rusça ve Farsça dil olarak dayatıldığı gibi misyoner faaliyetleri ve misyoner okulları ve şarkiyatçılar ve oryantalistler yolu ile islam inancı aslından ve esasından uzaklaştırılmaya çalışılmıştır.

-Galip küresel güçler düne kadar hakim olduğumuz Osmanlı coğrafyasında yeni yetişen nesillerin zihninde Osmanlı-Türk düşmanlığı oluşturdukları gibi aynı Osmanlı düşmanlığını Türkiye Cumhuriyeti içinde de  tesis etmeyi başarmışlardır.

-Ecdat yadigarı topraklarımız elimizden alınmış Anadolu yarımadası içine sıkıştırılmış Türkiye Cumhuriyetini adeta mayın tarlaları içine hapsetmişlerdir. Bu kadar mayınlarla döşenmiş duvarlar  içine hapsedilmiş başka bir ülke yoktur. Bu sınırlar içinde devletimiz ve milletimiz sürekli özellikle Arap merkezli komşu düşmanlığı ile avutulmuştur.

-1923 ten itibaren yetiştirilen nesiller arasında sürekli kırılmalar oluşturulmuş, zihinler bulandırılmış, tüm değerlerimiz farklılaşmıştır. Bu çerçevede;

                Devleti elinde tutan güçler arasında tam manasıyla birlik ve dayanışma sağlanamamıştır. Sivil idare, bürokrasi-yargı-ordu-basın ve sermaye elinde etkisiz bir güç olarak kalmıştır. Devletin ordusu yıllarca devlete sahip ve millete düşman bir noktada durmuş, ordu kontrolündeki devlet, düşmanı dışarıda değil sürekli içeride aramış ve devleti millete, milleti devlete düşman gibi görmüş ve göstermiştir.

                Bunun yanında çok uluslu ve çok dinli bir cihan devleti bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde mezhep ve etnik farklılıklar körüklenerek milletin birlik ve dirliğine göz dikilmiştir. Senelerce Katolik dünyasına karşı himaye gören ortadoks cemaat, Fener Patrikhanesi merkezinde sürekli Katolik dünyası tarafından himaye ediliyormuş izlenimi verilmek istenmiştir. Ayrıca Alevi ve Süryani topluluklar da içten içe ajite ve provake edilmeye devam olunmuş, böylece bir avuç Anadolu içinde bile dini ve etnik birliktelik sağlanamaz hale gelmiştir. 

-Küresel güçler devletin değişik kademelerinde etkinliklerini sürdürdükleri gibi dini ve etnik topluluklar ile siyasi kurumlara da sızarak iktidar ve muhalefeti ayrıştırmış, toplumda kin ve nefret dilini hakim kılmaya çalışmış, bunda büyük ölçüde muvaffak ta olmuştur. Toplumda ihanet olağan hale getirilmiş, özellikle eğitimdeki iktidarsızlık ve medyadaki ahlaksızlık nesilleri milli çizgiden çıkarmış bulunmaktadır.

Yukarıda ortaya koyduğumuz tablo sadece Türkiye için değil tüm üçüncü dünya ülkeleri dediğimiz ülkeler için de geçerlidir. Küresel emperyalizm, karşısında direnen ve meydan okuyan en büyük güç olan Osmanlı Cihan Devletini beş yüz yıllık mücadele sonunda tasfiye ettikten sonra dünya haritası ile keyfince oynamaya başlamış   ve bu oyununa devam etmektedir. Dünyada küçük küçük devletçikler oluşturarak bu halkları ve devletleri keyfi olarak sevk ve idare etmeye devam etmektedir. Bir dönem tehlike teşkil eden Almanya askersiz ve silahsız hale getirilip doğu-batı diye ikiye bölünmüş, keza Kore kuzey ve güney diye bölünmüş, Vietnam aynı şekilde kuzey ve güney Vietnam diye bölünmüş, Hindistan önce Pakistan ile ayrılmış sonrasında Pakistan ikiye bölünmüş, Bengaldeş ayrılmış, Yugoslavya parçalanmış, Çekoslavakya parçalanmış bölünmüş,  Türkistan ve Türk dünyası ile Müslüman Arap dünyası sayısız devletçik ve emirliklere bölünmüştür.  Ancak 50 eyaletten ve çok farklı etnik topluluklardan oluşan Amerika bütün halinde durmaktadır. Keza Sovyetler dağılmış olsa da yine Rusya pek çok özerk cumhuriyet ile bir aradadır. Avrupa’nın kalbinde dini merkez olarak Vatikan saltanat sürerken Avrupa’nın büyük bir bölümü krallık ve saltanat idaresi altındayken nasıl bir rejim olduğu hala tartışılan cumhuriyet bize dayatılmış saltanat ve hilafetimiz elimizden alınmıştır. Bu operasyon sırasında resmi ve özel tüm kurumlarımız, sosyal, siyasi ve ekonomik yapımız, eğitim ve yargı kurumları tamamen batının önümüze koyduğu şablona göre dizayn edilmiş ve bunun adına bağımsızlık, millilik ve çağdaşlık denmiştir.

İşte bu ahval üzere  mağlubiyet sonrası çıkılan cumhuriyet yolunda devletimiz düşe kalka sırası ile;

1924 te Kazım Karabekir’in kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası,( 1925 te kapatıldı)

1930 DA Serbest Cumhuriyet Fırkası (1930 da kapatıldı)

1946 da Demokrat Parti (1960 ihtilali ile kapatıldı)

1971 12 mart muhtırası,

1980 12 eylül ihtilali,

1997 de 28 şubat süreci,

2007 27 nisan E-muhtıra,

2013 17-25 aralık süreci ve son olarak

2016 15 temmuz darbe girişimi süreçlerini yaşamış ve devlet üzerindeki askeri vesayet ve yargı vesayeti büyük ölçüde kaldırılmıştır.  Ancak son aşamada küresel emperyalizmin etkileri hala milli eğitim sistemimizde, üniversitelerimizde ve muhalefet üzerinde varlığını sürdürmektedir.

Bu değerlendirme siyasi bir değerlendirme değildir, ülkemizin gerçeğidir. Bağımsızlığını 1.Dünya savaşını kaybetmekle kaybeden devletimiz hala batının vesayetinden kurtulmanın ve tam bağımsız olmanın mücadelesini vermektedir. Küresel emperyalizm ise direnen Türkiye’yi siyasi, ekonomik ve askeri olarak ablukaya aldığı gibi içeride de işbirlikçi ekibini devreye sokarak hem içeride ve dışarıda kaos oluşturarak hem de muhalefeti ve muhalif kesimleri provake ve ajite ederek devletimizi zaafa uğratmaya ve vesayetini sürdürmek yolunda mücadeleye devam etmektedir.

Hastalığı teşhis etmeden tedavi mümkün değildir.  kısa ve net olarak mesele şudur:

Osmanlı Devleti içeride birliğini sağlayarak, millet ve ümmet üzerinde hakimiyet kurmuştur.

Devamında hatta aynı zamanda Türk ve İslam olmayan halklar içinde adil ve tercih ve takdire şayan bir model geliştirmiş, gayrimüslim dediğimiz topluluklar içinden de devşirdiği zeki çocukları da iyi bir eğitimle çok kaliteli kadrolara dönüştürmüş, devlet yönetimine dahil etmiştir.

Hakim ve etken güç Müslüman-Türk olmakla birlikte Türk ve İslam olmayan toplulukları da sevgiyle kucaklamış ve bütün dünyaya model olabilecek çok uluslu ve farklı inançta topluluklardan müteşekkil  dünyanın en uzun ömürlü, sömürü ve istismardan ve asimilasyondan uzak  cihan devletini kurmuştur.

Fakat asırların sonunda fanatik Yahudi-hıristiyan işbirliği ile organize olan düşman güçler Osmanlı’nın uzanamadığı coğrafyalarda Uzak doğu ve Afrika ve Amerika’da yaptıkları soygun, sömürü ve esir ticareti ile bedava hammadde ve bedava veya ucuz emek ile  sanayi devrimini yapmış, öte yandan Osmanlı içinden devşirdikleri ve kendi okullarında ve misyoner okullarında yetiştirdikleri gençleri kendi değerleri ile formatlayarak Osmanlı Cihan Devletinin son yüz yılına hakim olmuşlardır. Ve aşama aşama devletimizin  sonunu hazırlamışlardır. O yıllarda Türkçülük yapan gafiller ile “şeriat isteriz” diye sokağa dökülen sözüm ona İslamcı zavallılar zannetmişlerdir ki Türklük yücelecek veya şeriat gelecek. Oysaki onları sokaklara salanlar   o muhteşem devleti yıkmak isteyen küresel emperyalizmin emrindeki güçlerdi. Bunu asla anlayamadılar. Bugün ise o günün zavallılarının yerini laisizm ve Kemalizm adına sokağa dökülen topluluklar ve bölücü hareketler almıştır. Devlet vesayetten kurtulmak isterken  zihinlerdeki ve nesillerdeki vesayet sürdürülmeye çalışılmaktadır.  Ancak içeride ve dışarıdaki tüm güçler şunu bilmelidir ki;

 Bu aziz Millet geçmişten bugüne dünya tarihini yazan yegane millettir.

Bu millet hem Türklüğün, hem İslamın ve hem de tüm mazlum halkların yegane hamisi ve hizmetkarı, zalim ve emperyalistlerin ise kabusudur, kabusu olmaya devam edecektir.

Bu millet  1918 1.Dünya Savaşının bitmesi ile en dip noktaya kadar inmiştir. Görüldüğü üzere artık ineceği daha aşağıda bir nokta yoktur. Artık çıkış ve yükseliş dönemi yeniden başlamıştır. Bu son yıllarda yaşanan süreçte apaçık görülmektedir. Avrupa ve Amerika ve dünyadaki tüm şer güçler şimdiden bunun paniğini yaşamaya başladığı gibi mazlum ve mağdur halklar ise yeniden güçlü ve adil Türk’ün yeniden ellerinden tutacağı günlerin özlemi ile bekleyişini sürdürmektedir. Ne mutlu beklenen ve özlenen bu aziz milletin şerefli mensuplarına. Ne mutlu bu kervanın mübarek evlatlarına. Unutmayın ve unutmayalım: Allah nurunu tamamlayacaktır, kafirler istemeseler de!