20 Aralık 2018 Perşembe

MUHALİF OLMAK MUHALEFET ETMEK Mİ YOKSA İHANET VE İSYAN MI?


     Osmanlı İmparatorluğunun değişik yıllarında yeniçeri ayaklanmaları, gençlik hareketleri, isyanlar, ve imparatorluğun tasfiyesinden sonra cumhuriyetin kuruluşundan itibaren birkaç isyan hareketi, ve çok partili hayata geçildikten sonra 60 ihtilalini hazırlayan gençlik ve sokak hareketleri, sonrasında 12 mart muhtırası olayları, devamında 80 ihtilalin getiren anarşi ve terör, o arada ortaya çıkan PKK ve aynı paralelde DEV-SOL, DEVYOL, TİKKO, DHKPC, HİZBULLAH VE HATTA İBDA-C, ve sağ örgüt ve cemaat hareketleri ve FETÖ, son dönemde taksim gezi olayları tek tek  veya topluca incelendiğinde görülecektir ki her birinin arkasında farklı güçler ve provakasyonlar vardır.
       Sadece Türkiye’deki değil genelde tüm dünyada  organize edilen kitle hareketlerinin gerisinde yine görünmeyen güçlerin destek ve organizasyonları durmaktadır.  Dünyanın egemen güçleri değişik ülke ve coğrafyalarda kendine karşı ve muhalif gördüğü devlet yönetimlerini ve kontrol altına almak istediği bölgeleri ayaklanmalar, öğrenci, işçi ve kitle hareketleri vasıtası ile karıştırmakta, kendi kurduğu ve beslediği taşaron terör örgütleri ile kana bulamakta, karışıklık sonrası kontrolü ele geçiremez ise terör örgütleri vasıtası ile terör faaliyetlerini sürdürmekte ve zafiyete uğrattığı, otoritesiz ve devletsiz bıraktığı bu bölgeleri kendi kontrolü altına almaktadır.
       En son Fransa’nın yaşadığı olaylar da bunun bir parçasıdır. Amerika’ya karşı dik duruş göstermeye kalkan ve Avrupa ordusunun kurulması gibi fikirler ortaya atan Fransa cumhurbaşkanı cezalandırılmak istenmektedir. Amerika başkanının  açıklamaları zaten bunu açıkça göstermektedir.
    Türkiye’de ise 1980 sonrasında geçmiş yaşanan tecrübelerden ders çıkaran devletimiz görünmeyen güçlerin kontrolünde olan beş merkez; ordu, yargı, bürokrasi, sermaye ve basını olabildiğince millileştirebildiği için ne 16-17 aralık olayları, ne Taksim-Gezi olayları ne  de başkaca provakasyonlar hiçbir işe yaramamış, devamında devletimiz ekonomik ablukaya alınmak istenmiş ise de dengeleri iyi gözeten devletimiz  bu girişimleri de boşa çıkarabilmiştir.
      Şimdi ise çizdiğimiz bu tablodan Türkiye’deki mevcut yönetimi her yönüyle desteklediğimiz ve yandaşlık yaptığımız sonucu asla çıkarılmamalıdır. Hangi alanda olursa olsun herkes kendi özgür iradesi ve düşüncesi ile devleti, iktidarı ve yönetimi ve yöneten kişileri namusu dairesinde sonuna kadar eleştirebilir, muhalefet edebilir, karşı durabilir, alternatif çözümler ve fikirler ortaya atabilir ve atmalıdır da. Muhalefetin ve eleştirinin olmadığı bir yerde, tek sesli yönetimin olduğu bir yerde, haksızlık, baskı ve zulümün ve her türlü istismarın olduğu bir sistemde toplumun huzur ve istikrarı yakalaması mümkün değildir. Ancak burada ön önemli nokta şudur ki bu muhalif duruş görünmeyen güçlerin emir ve komutası ve telkinleri le oluşmamalı, biçimlenmemeli ve hiçbir yabancı güç ve merkeze bilerek bilmeyerek teslim olunmamalıdır. Artık günümüzde her ne sebeple olursa olsun sokaklara dökülerek “hak arıyorum”, “demokrasi istiyorum”, “adalet istiyorum” gibi cilalı sloganlar ile yürümeye kalkmak ve devletin asker ve polisine karşı güç kullanmaya varacak kadar  gözü karartmanın hiçbir mantığı yoktur. Devletin meclisinde olsun, basın ve medyada olsun, siyasi parti temsilcileri olsun her türlü fikir ve düşünceyi yazılı ve sözlü olarak paylaşabilmekte, toplantılar dahil her platformda ifade edebilmektedir. Dolayısı ile bu tablo karşısında fikir ve düşünceleri özgürce ifade etme hakkımız elimizde iken bundan vazgeçerek sokaklara dökülmeye kalkmak, görünmeyen güçlerin ve dış merkezli iradelerin oyuncağı halinde adeta devlete düşmanlığa kalkmak tam bir salaklık veya gaflet değilse eğer ihanetin ta kendisidir. Gerçekten çağdaş ve özgür insan mutlak itaat ve biat anlayışından uzak, ahlakı, vicdanı ve insanlığı ve hür iradesi ile dünyaya ve olaylara bakar, asla provakasyon ve ajitasyonlara gelmez. Yüzlerce yıldır bize sadece düşmanlı etmiş haçlı emperyalizmi ve siyonizm ve diğer küresel güçler içimizden ajan devşirebilir ancak artık kitleleri sürükleme gibi bir imkandan, onları mahrum etmeliyiz. Bu millete yakışan budur. Yüzlerce yıllık hatta binlerce yıllık tecrübeden sonra aklımızı başımıza devşirmemiz lazımdır. Çünkü bu millet sadece Türk dünyası için,  İslam dünyası için  değil tüm insanlık alemi için  var olmak zorundadır. Dünyada sulh ve huzurun ve adaletin sağlanması ve zulmün ve sömürünün bütün dünyada sona ermesi  Türk Milletinin ve Devletinin çok güçlü olmasına bağlıdır. Milletin ezici çoğunluğunun, muhalif olmanın, muhalif durmanın ötesinde devletin ve milletin birliğini ve bütünlüğünü zafiyete uğratmaya yönelik her türlü söz, fiil ve davranış ve eylemin ihanet olduğunun şuuru içinde olduğuna olan inancım tamdır. Ancak kişisel veya siyasi hesaplar, dini veya sosyal veya ahlaki sebeplerle muhalif duruşlarını bilerek bilmeyerek  devlete karşı düşmanlığa dönüştürenleri de aklı selim olmaya ve yanlış duruş ve düşüncelerinden vazgeçmeye davet ederim.

23 Ekim 2018 Salı

ANDIMIZ


Günümüzde ve toplumumuzda fevkalade tehlikeli bir gidiş görüyorum. İnsanımızda hoşgörüsüzlük, inatçılık, bağnazlık, yobazlık ve kesin inançlı olma takıntısı her geçen gün daha da güçleniyor. Oysa ki insan daima bilmeye, öğrenmeye, almaya açık, teorik olarak muhatabını ikna etme veya ikna olma noktasında esnek olmalı,  ikna olmadığı veya ikna edemediği hallerde de muhatabının fikrini ve düşüncesini onaylamasa da saygı duyma bilinci içinde davranmayı bilmelidir.
Fakat ne yazık ki yaşadığımız her olay, ayrışma ve aradaki mesafeleri açma, toplumdaki birlik ve dayanışmayı zayıflatma noktasında fevkalade olumsuz bir etki oluşturmaktadır. Bu adeta düşmanın psikolojik savaşının bir parçasına dönüşmektedir.
Yaklaşık iki yüz yıldır düşmanın içimize soktuğu nifak tohumlarının yeşermesi ile yaşamakta olduğumuz zafiyet sonunda koskoca imparatorluk yıkılmış, hilafet ve saltanat tarihe gömülmüş, altı yüz yıl dünyanın en muhteşem en medeni çok uluslu ve dinli devletini kuran aile bunun bedelini sınırdışı edilmek ve yadellerde sefil ve perişan edilmekle ödemiş, pek çok Osmanlı aile mensubu da mezartaşı bile olmayan mezarlıklarda yok oluşa terk edilmiştir. İmparatorluğun son yıllarında Türkçülük ve İslamcılık ve cumhuriyetin o günkü izdüşümü meşrutiyetçilik ve batıcılık  düşünceleri  topluma hakim olmuş, çok uluslu ve çok dinli imparatorluk Pantürkizm ve Panislamizm gündeme düşünce darmadağın olmuş ve hızla tasfiye edilmiştir. Fakat Osmanlının çok uluslu ve çok dinli yapısını örnek alan bugünün Amerikası ve Rusyası ve İngilteresi ve diğer büyük devletler lokomotif kendi kadroları olduğu halde Hindistan’dan Avustralya’ya kadar değişik etnik kimlik ve inançtaki insanları kendi sınırları içinde bir arada tutmayı başarmaktadır. Dünyanın gerçeği bu iken emperyalist güçler kendileri dışındaki devletleri ve toplulukları aralarına ayrılık tohumları atarak bölmekte, daha küçük parçalara ayırmakta, mezhep ve aşiret kavgaları ile birbirine düşürerek kurduğu sömürüye dayalı hegemonyayı sürdürmektedir. Ortadoğuda ve Türk-İslam coğrafyasında yoğunlaşan bu ayrıştırma ve düşmanlaştırma politikası yüzünden onlarca yıldır bu coğrafyada savaş, kan ve gözyaşı bitmemiştir.
Son günlerde andımız konusunda ortaya çıkan polemik ve kutuplaşma bunun en son ve en açık örneklerinden biridir.
Andımıza karşı çıkmak adeta Türklüğe karşı çıkmakla eşdeğer görülmekte, andımıza karşı çıkmak devlet ve Türklük düşmanlığı gibi gösterilmek istenmektedir.  Şunu artık görmeliyiz ki bir yüz yıldır hiçbir topluluk içinde falancılık filancılık diye fikri akımlar yok iken batının az gelişmiş ülkeler için icat ettiği kişilere dayalı “izm”ler bölücülüğün en ana unsuru haline gelmiştir. Marksizm, Leninizm, Maoiizm, Stalinizm ile önce Marksist hareket içinde başlayan bu “izm”cilik daha sonra az gelişmiş ülkelerde   sevk ve idare edilen daha çok askeri diktatörler yolu ile öne çıkarılarak milletler arasındaki etnik ve dini akrabalık bağlarının önüne çıkarılmış, birbirine düşman devletler ve topluluklar oluşturulmuştur. Yüzlerce yıldır Arap dünyasında kabileciliğin ötesinde devletler yok iken bu kukla devletler yolu ile sanki farklı milletlermiş gibi, onlarca farklı devlet ve topluluk düşmanlık politikası ile kendi sınırları içine hapsedilmiştir. Krallar, ve devamında Saddam, Kaddafi, Nasır, Hüsnü Mübarek, Sisi, Esat ailesi, gibi liderler etrafında oluşturulan küçük devletler emperyal güçlerin elinde oyuncak olmuştur. Bu akımın ve gücün karşısında durabilecek olan yegane devlet Türkiye Cumhuriyeti Devleti olup yegane millet ise Türk Milletidir.  Türk Milleti ise bu misyonunu ancak Osmanlı İmparatorluğundaki daha kucaklayıcı ve toplayıcı zihniyeti geri getirerek gerçekleştirebilir. Yoksa Atatürkçü, laik cumhuriyetçi, Anadolu ulusalcılığı ve tamamen batılı değer ve ölçülerle ve Ziya Gökalp’in “batı medeniyetindenim” söylemi ile  bu misyonunu sürdürmesi imkansızdır. O bakımdan hilafet ve saltanat elinden alınarak adeta bir muz cumhuriyeti gibi Anadolu coğrafyasına hapsedilen büyük milletimiz 1923 ten itibaren her demokratik silkinişte statükonun sigortası gibi kurumlaşmış olan ordu, yüksek yargı, bürokrasi, sermaye ve basın gücünü kullanarak bu beş gücün başında adeta  orkestra şefi konumundaki CHP  ile birlikte askeri ve sivil darbeler, postmodern darbeler ve baskı merkezleri ile devleti kuruluşundaki formatına dönüştürmeyi başarmışlardır. Son onbeş yılda ise devlet bu güçlerin kontrolünden çıkmış, devlet daha dışa dönük, daha bağımsız, edilgen olmaktan kurtulmaya ve daha etken bir güç haline gelmeye başlamıştır.
1980 öncesine kadar sağ ve sol akımları besleyen düşman güçler bugünkü tabloda milletin iki ana lider kadrosu olması gereken Türkçü kadronun merkezi MHP ile İslamcı kadronun merkezi Refah partisi bakiyesi gibi görünen SP yi kontrolü altına almak için yaptığı operasyonlar sonunda MHP yi ele geçiremediğinden İP Meral Akşener ve bir gurup kadrosu ile MHP yi bölme ve dönüştürme operasyonuna girişmiş, öte yandan SP yi ise tamamen ele geçirmiş SP elindeki AGD(Anadolu Gençlik Derneği) tamamen kontrol altına alınmıştır. Böylece İslamcı kanattan SP ve AGD, Türkçü ve milliyetçi kanattan ise İP ve Merak Akşener ve o çizgide yürüyen bazı Ülkü ocakları ve Türk Ocakları yönetici kadrosu ve tabanı ile milletin etkisiz hale getirdiği ordu, yargı, bürokrasi, sermaye ve basının başındaki şef CHP nin eli güçlendirilmeye çalışılmıştır. Bugün siyasi tabloya baktığımızda görüyoruz ki SP, muhalif olma ve ülkenin bir gerçeğidir tezi ile kabullenme adına CHP ile bir ve birlikte olduğu gibi, geçen seçimlerde millet ittifakı içinde açıkça CHP ile işbirliğine giden MHP den ayrılmış İP ve tayfası da laik, Atatürkçü ve milliyetçi ve Türkçü olmak adına CHP ile ittifak içine girebilmiştir. Öte yandan HDP de bir kanadı illegal terör örgütü PKK ile ile bağlantılı iken CHP ile işbirliği içinde olduğu da açık bir gerçektir. Dolayısı ile ülkeyi kontrol altına almak isteyen emperyalist güçler İslamcı, Türkçü ve Kürtçü Bölücü PKK+HDP ile sözüm ona Atatürkçü ve ulusalcı CHP yi bir ittifak altında tutabilmektedir. Demek ki emperyalizm açısından durum vahimdir ki böyle kompleks bir operasyonu yapmak zorunda kalmış, bu bağlamda pek çok kanaat önderi ve siyasiler arasındaki kripto ajanlar dahi açığa çıkmak zorunda kalmıştır. Devletimiz böylesi yoğun bir kuşatma ve savaş içinde iken yargı, ordu, bürokrasi basın ve sermaye içindeki eski sistemin ajanları derin operasyonlar ile devleti zaafa uğratma peşindedir. Bunca yıl sonra ortaya çıkan “andımız” ile ilgili yargı kararı da bunun bir parçasıdır. “Bu andımız neresi kötü” sorusu ile bu operasyonu görmezden gelmek mümkün değildir. Mesele tek cümle ile şudur ki andımız; devleti ve sistemi tek partili dönemdeki baskıcı, laik, salt ulusalcı, katı devletçi ve batı medeniyetine mensup olmak bilincine döndürme yolunda yapılan bir operasyondur. 7-11 yaş arasındaki çocuklara adeta askeri bir disiplin içinde okul formaları içinde böyle tekerlemeler okutarak kimlik veremezsiniz. Bu çağdışı ve az gelişmiş devletlerin yaptığı ve yapacağı bir şeydir. Hiçbir çağdaş gelişmiş ülkede böylesi bir ritüel sözkonusu değildir. Ve hiçbir güç kitlelere hiçbir “izm”i çocukların beynine dayatamaz. Bu “kemalizm” ve “Atatürkçülük” olsa bile. Bu milletin iki bin yıllık tarihinde bilinen geçmişi Atatürk’ten çok gerilere gider. Mete Han, Oğuz, Kürşat, Atilla, Timur, Alparslan, Ertuğrul, Osman Gazi, Yıldırım,  Yavuz, Fatih, Kanuni hiç birinin adı veya misyonu ile tek başına var olmamıştır bu millet. Bugün dayatılmak istenen Kemalizm ise 1923 öncesini yok saydırmanın bir tezahürüdür. Bunu bütün akıl, mantık, şuur ve iman sahibi insanlarımız görmeli, anlamalı, kavramalı ve bu kör muhalefetten vazgeçmelidir.

3 Ekim 2018 Çarşamba

ATATÜRK, ATATÜRKÇÜLÜK VE CUMHURİYET


Bir dostum bir yerde aynen;
“O Atatürk ki bu milletin şahsî manevisidir. Ebediyen de öyle kalacaktır. Bu millet ona minnettardır.
Bazı gafiller sevmeyebilir. Onun kurduğu cumhuriyetin okullarında okuyarak. Toplumda belli bir yere, mevkilere gelebilir. Onun kurduğu bu kul olmaktan kurtulup birey olma özgürlüğünü sağlayan cumhuriyeti yıkma çabaları olacaktır. Ama başaramıyacaklar, bu topraklara bu millete verdikleri zararın ağırlığı ile boyunlarını büküp gideceklerdir. Ama biliniz bu millet ve tarih onları af etmeyecek. Atatürkçülük bir din ve mezhep mensubu olmak anlayışı değil. Medeniyete insanlığa barışa tüm dünya ile beraber yürümenin adıdır...”
Diyor. Yıllardır Atatürk ile ilgili değişik zamanlarda değişik nedenlerle birkaç kelam ettim. Bu vesile ile de birkaç kelam edeceğim.
Bizim her nedense illa uçlarda olmak ve kayıtsız şartsız bağlı ya da kayıtsız şartsız karşı ve düşman olmak gibi bir hastalığımız var. Bu hastalık Atatürk konusunda da geçerli. Biz bu hastalıktan kurtulduğumuzda gerçekten  kurtulmuş olacağız.
Atatürk bu milletin şahsı maneviyesi değildir. Türk Milletinin şahsı maneviyesi Oğuz Han’dan Kürşat’tan Bilge Kağan’dan Dede Korkut’tan itibaren oluşmaya başlamış ciltlere sığmayacak binlerce yıllık bir tarih yazıldıktan sonra  son yüzyılın son birkaç sayfasından birisidir Atatürk. Yakın tarihimizin ve geçmişimizin köşe taşlarından sadece birisidir. Dolayısı ile bu millet geçmişte kendisi için kan veren can veren bütün büyüklerine ve şehidlerine minnettardır.
Birşeyleri tek bir yere bağlayarak, tek bir kişiye bağlayarak sonuca varmak mümkün değildir. Onun kurduğu cumhuriyette onun okullarında okuyarak, onu sevmemek suçlaması ne kadar doğrudur? Eğer bir kişi Osman Gazi’nin kurduğu bir devlette doğup büyüyüp ve okuyup Osmanoğullarının kurduğu bu devleti, saltanatı ve hilafeti tasfiye edip batı standartlarında bir devletçik kuruyor ve okulunda okuduğu Osmanlı’ya söve söve Osmanoğulları ailesini altı yüz yıl savaştığı batıya sığıntı gibi teslim edebiliyorsa yetiştirdiği neslin de benzerini kendisine yapabileceğinden kuşku duymamalıdır.
Cumhuriyeti yıkma kavramı üstünde de durmamız lazım. Cumhuriyet bir devletin adı değil bir sistemin adıdır ve değişebilir bir kavramdır. Çünkü sistemler zaman içinde değişebilir ve değişmelidir de. Cumhuriyetin bir değişime uğraması devletin yıkılması anlamını taşımaz. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu yıkılmamış sadece bir değişime uğramıştır. Bu değişimin sonucunda cumhuriyet dönemi başlamıştır. Cumhuriyet ile biz Osmanlı’nın borçlarını neden üstlendik madem ki devamı değildik diye sormazlar mı adama?... Osmanlı’nın devamı olan Cumhuriyet te yeni bir dönemin başlamasına mani değildir ve olmamalıdır.
Şimdi “kul olmaktan çıkıp birey olma özgürlüğünü sağlayan cumhuriyet” konusuna gelelim. Kul olmak dini bir kavram, birey olmak ise sosyal bir gerçekliktir. Kul olmak iki türlü algılanabilir. Kula kul olmak ve bir ilaha veya Allah’a kul olmak. Kula kulluk İslamda asla yoktur. Müslüman sadece Allah’a kuldur. Fakat dejenere edilen bazı kavramlar kullanılarak insanlarımız dini anlamda şeyhlere veya mürşitlere, sosyal anlamda da siyasi liderlere kul edilmek istenmiştir ve edilmiştir de. İdeolojik çalışmalar nedeniyle insanlar bazı sistemler içinde de kul haline getirilmiştir. Bir başka ifade ile köleleştirilmiştir.  Diktatörlüklerde ve komünist sistemlerde de insanlar adeta köleleştirilmiştir. Ve siyasi liderler tanrılaştırılmıştır. Lenin, Mao, stalin gibi liderler tanrısal bir konuma getirilmiştir. Halen yaşayan ve bir başka tanrısal güç atfedilen makam İngiltere’de kraliçelik makamıdır. İnsanoğlu Birleşik Krallıktaki Kraliçe ve ailesinin bu saltanatlı hayatını hiç sorgulamaz. Seçilmiş başbakanın Kraliçenin önünde saygı ile eğilip eteğini öpmesinin açıklaması nasıl yapılabilir? Sanal bir algı ile padişaha kul olmaktan kurtardık söylemi ile Anadolu insanı cumhuriyet döneminde önce Atatürk’e sonra İnönü’ye kul edilmiştir. Ve sadece Allah’a kul olan bu millet Allah’a kul olmaktan çıkarılıp yanlış merkezlere kul edilmek istenmiş ve edilmiştir de. Şimdi ise; sahte tanrılara ve güç merkezlerine kul olmaktan kurtulup sadece Allah’a kul olmanın mücadelesidir verilen mücadele. Cumhuriyet dönemindeki kulluk belgelerinden birkaçı aşağıdadır:
(Behçet kemal Çağlar’ın mevlit’inden)
Ger dilersiz bulasız oddan necat 
Mustafa-ı ba-Kemal'e esselat 
Ol Zübeyde Mustafa'nın anesi 
Ol sedeften doğdu ol dür-danesi 
Gün gelip oldu Rıza'dan hamile 
Vakt erişti hafta-ü eyyam ile 
Mustafa'nın gelmesi oldu yakin 
Çok alametler belirdi gelmedin 
Zulmet içre kaynayıp gitmişti Türk 
Sanasın ol nuru kaybetmişti Türk 
Dedi gördüm ol habibin anesi 
Bir acep nur ki güneş pervanesi 
Meclis'e nazırdı ruh-u Mustafa 
Bi-huruf-ü lafz-ü savt etti nida: 
"Türk'te cevher işledim yıllarca ben 
Biliniz; her biriniz bir parça ben 
Kalbolundum hep size hiç kalmadım 
Ölmedim ben ölmedim ben ölmedim" 
Her birinin ruhu güş eyledi 
Şevk-ü şadiye erip cüş eyledi 
Başka fanilerle farkı gördüler 
İnönü'de Atatürk'ü gördüler... 
Ger dilersiz bulasız şevk-ü necat 
Atatürk'e Atatürk'e esselat. 
Yine Behçet Kemal Çağlar’dan Atatürk’e ezan:
Atatürk ekber!
Atatürk ekber!
Ancak O var Atatürk!
Evliya odur,
peygamber odur,
sanatkâr Atatürk.
Talihe hâkim,
zekâya önder,
doğma serdar Atatürk.
Bunları geçti insan büyüğü:
Kendi kadar Atatürk!
Atatürk ekber!
Atatürk ekber.
Bizde O var. Atatürk!
Ne evliya, ne de peygamber..
Halkına yar Atatürk!”

Aka Gündüz ise aynen:
“Atatürk’ün tapkınıyız! Her şeyde Atatürk, Yerde O! Gökte O! Denizde O! var da O! yok da O! her şeyde O! Atatürk! Yerdedir, göktedir, sudadır, alandadır, diktedir, pusudadır. Görünmezi görür! Bilinmezi bilir! duyulmazı duyar! Sezilmezi sezer, ezilmezi ezer! Her şeyde Atatürk! Elimizi yüzümüze, gönlümüzü özümüze kapıyoruz. Biz sana tapıyoruz! Biz sana tapıyoruz! Varsın, Teksin, Yaratansın! Sana bağlanmayanlar utansın!”
Diyordu.
Halil Bedii Yönetken ise diyor ki;
“Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde;
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
Babasından önce onun adını
Öğretiyor oğluna Türk kadını
Ondan aldık yaşamanın tadını
Bahtiyarız, bahtiyarsa Atatürk.”
Ali Hadi imzalı “Gazi” başlıklı şiirin son iki mısrası şöyleydi:
Her yaptığın iş harikadır, her sözün ayet,
Kavmin olalım, sen bize, din eyle inayet!
Din istemeyiz öyle Arap felsefesinden,
Gazi ! Bize bir din de yarat Türk nefesinden!..
Edip Ayel ise;
“Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe,
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.”
“Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi,
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî…
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses,
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!”
Diyor.
Aşağıdaki de Kemalettin Kamu’dan:
Burada erdi Mûsâ/ Burada uçtu İsa,
Bülbül burada varsa, Hürriyet için öter…
Ne örümcek, ne yosun/ Ne mûcize, ne füsun,
Kâbe Arab’ın olsun/ Çankaya bize yeter…”
İlhami Bekir isminde birisi ise aynen;
“İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa,
Toprağın haritasını çizdi bayrağa;
Allah değil, o yazdı alın yazımızı.”
Diyordu.
Kulluk kula değil sadece Allah’a olur ise birey gerçek özgürlüğe ve kişiliğe kavuşur.
Son cümlede dostum diyor ki; “Atatürkçülük bir din ve mezhep mensubu olmak anlayışı değil. Medeniyete insanlığa barışa tüm dünya ile beraber yürümenin adıdır...”
Medeniyete, insanlığa barışa tüm dünya ile beraber yürümenin adı imiş Atatürkçülük. Atatürk hiç kimseden çekmemiştir Atatürkçülerden çektiği kadar. Medeniyete, insanlığa ve barışa yürümek!....... medeniyeti anladık ta insanlığa nereden yürünür ki?   Hayvanlıktan mı acep?.... barışa yürümek…. Hadi hepsini aldık kabul ettik te tüm dünya benimle birlikte yürümek istiyor mu? Öyle bir dünya var mı? Kaldı ki medeni olmadığı apaçık belli olan dünyanın hakim egemen güçleri ile yürümek sadece ve sadece yok oluşa doğru yürümektir, yeniden kula kul olmaya doğru yürümektir. Eğer dünyanın egemen güçleri barışa doğru yürüyor olsaydı zaten barış dünyaya hakim olurdu. Dünyanın barış diye bir kaygısı yok, insanlık diye bir kaygısı da yok. Medeniyet diye bir kaygısı da yok. Medeni sandığımız dünya en az iki yüz yıl evvel çocuklarını devşirdiği Afrika’ya hala medeniyet getirmedi ve hala insanlarını ve doğal zenginliklerini sömürmeye devam ediyor. Batı medeniyetinin medeniyet getirdiği bir yer gösterin bana getirmiş ise. Batının medeniyeti kendinedir. Herşey kendisi içindir. Ve batı dışındaki ülkeler ve insanlar batının tapulu malı gibidir.  Bunu anlamak için arif olmaya gerek yoktur. Görmek ve gözlemlemek yeter.
Belki bu yazıyı okumaya başlayan ne zaman neresinde Atatürk’e hakaret edeceğim diye bekleyip durmakta idi, ancak böyle bir şeye gerek yoktur ki…. Neden hakaret edelim. Tarihimizin bir gerçeğidir eğrisiyle doğrusuyla. Bütün zaafları ve hataları ve sevapları ile Atatürk’ün şahsı ile ilgili yaşadığı dönemi ve icraatlarını ve devrimlerini tarihçiler ve bu konuda görüş beyan etmek isteyenler görüşlerini beyan ederler ancak Atatürkçülük Atatürk’ün ortaya atmadığı sonradan kulluk hastalığından kurtulamamış bireylerin oluşturmak istediği sakat bir din ya da tarikat veya akımdır. Olay bundan ibarettir.




27 Eylül 2018 Perşembe

AYRILIKTA AZAP, BİRLİKTE RAHMET VE HAYIR VARDIR


                   Görürüz ve biliriz ki birlikte hayır vardır, güç vardır, gelişme, büyüme vardır, zafer vardır. Ayrılık ise fitnedir, küçülmedir, bölünmedir, teslimiyettir, mağlubiyettir. Bunun böyle olduğunu görürüz ve biliriz de neden ayrılık yönünde sürüklenir dururuz yüzlerce yıldır, neden bu birliğin getireceği güçten ve zaferden mahrum kalırız? Ne demişti şair bir şiirinde: “girmeden tefrika millete, düşman giremez-toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez” Bu konu üzerinde fazla akademik ayrıntıya girmeden basit ve anlaşılır nedenleri araştırmak üzerinedir yazımızın konusu. Neden, nasıl niçin ortaya çıkar bu bölünme ve ayrışma…….
                Bu nedenleri önce iki kategoriye ayırmamız lazım. İçeriden kaynaklanan nedenler ve dışarıdan yapılan müdahaleler. Ve bu ikisinin birlikte ortaya çıkardığı sonuç ayrılık, ayrışma ve fitne ve bölünme, ve tabii küçülme.
                İçeriden kaynaklanan ayrışma nedenlerinin başında gelen en önemli neden çok bilgili ve birikimli bir avuç insanın bilgisiz ve birikimsiz insanları kendi istek ve iradeleri doğrultusunda sürüklemesi gelmektedir. Bazı kişilerin siyasi veya dini konulardaki bilgi ve birikimlerinin üstüne kendilerinden kaynaklanan istek ve egoları veya dışarıdan desteklenen yönlendirici ve önlerini açıcı destekler birleşince bir anda karşımıza küçümsenmeyecek bir dini veya siyasi topluluk ortaya çıkıvermektedir. Fazla ayrıntıya girmeden bu gurup, topluluk ve liderlerle ilgili isimler vereceğim. Gerisini okuyucu anlayacaktır:
Adnan Oktar ve ardından giden bir gurup mankurt sürüsü,
Haydar Baş ve ardından giden bir gurup siyasi ve dini köle,
Meral Akşener ve ardına takılmış kimlik problemini çözememiş topluluk,
Temel Karamollaoğlu ve kayıtsız şartsız ona biat etmiş topluluk,
Aykut Edibali ve marjinal kalmış bir gurup siyasi topluluk,
Mahmut Ustaosmanoğlu ve ardına takılmış şalvarlı ve çarşaflı topluluk,
Alparslan Kuytul ve bağlıları,
Mustafa Destici ve küçülmüş partisi,
Yavuz Ağıralioğlu ve onun bile ardına takılmış bir avuç insan,
Kemal Kılıçdaroğlu ve kayıtsız şartsız CHP ye biat etmiş PKK dan laikçiye bir koca kalabalık,
Devlet Bahçeli ve herşeye rağmen MHP diyen topluluk,
Recep Tayyip Erdoğan’ı ilahlaştırmaya müsait bir büyük topluluk,
Marksizmden leninizmden Maoizme, oradan PKK yandaşlığı, Kürtçülük ve sonrasında Atatürkçülüğe evrilmiş bir Doğu Perinçek köleleri.
Mustafa İslamoğlu, Abdülaziz Bayındır, Edip Yüksel, İhsan Eliaçık, ve sayısız muadil rehberlik iddiasındaki zevat ve ardına takılmış sürüye dönüşmüş irade ve idrak yoksunları.
Bu liste böylece uzar gider. Bu listedeki insanların ortak paydaları hareketin başındaki kişiye kayıtsız şartsız tabi olmak ve onun doğrularını doğru, yanlış dediklerini yanlış kabul etmektir.   Ve bu toplulukların  başındaki kişilerin siyasi veya dini önderlerin ortak  özellikleri sürülerini kendi nefisleri veya ipotek verdikleri merkezlerin istekleri ve iradeleri doğrultusunda kullanmak, onların etinden, sütünden ve yününden azami istifade etmektir.
Kısmen işarete ettiğimiz gibi bu liderlerin veya etraflarındaki kurmaylarının bir kısmı pastayı paylaşan kısmında bir kısmı ise mankurtlar kısmındadır. Özellikle liderler ya doğrudan nefislerine bağlı hareket etmekte veya onların nefislerine hükmeden merkezlerin emir komutasında sürülerini sevk ve idare etmektedir. Bunun en son örneği FETÖ dür. Bu kendine vaiz süsü veren hain senelerce camilerde, kürsülerde salya sümük ağlaya ağlata kendine kocaman bir mankurt ordusu oluşturmuş ve devletin en hassas kurumlarını  bu mankurtları vasıtası ile ele geçirmiştir. Bu mankurtların pek çoğu ihanetin farkına varamamış ve hala farkında olmayan bakiye bir taraftar gurubu vardır. Ancak artık apaçık görülmektedir ki İsrail’in işgali altındaki Kudüs’ü İsrail başkenti olarak tanıyıp orada elçilik açacak kadar alçaklaşan emperyalist Amerika bu haini kendi koruması altında Pensilvanya’da muhafaza etmektedir.
Son yüzyılda savaş metot ve taktikleri değişmiş, postmodern darbeler, postmodern savaşlar, dijital ve teknolojik saldırılar sıcak savaşın ve devşirmeler ile yapılan kismi sabotaj ve ihanetlerin yerini almıştır. Bu metodu kullanan emperyalizm bir kurşun atmadan Anadolu coğrafyasını teslim almak üzere iken milletin direnişi ve azmi bu oyunu bozmuştur. Ancak göstere göstere sahneye konulan benzer senaryoların ardı arkası kesilmemektedir. Bu oyunları anlayabilirsek karşı durma gücünü kendimizde bulabiliriz. Aksi halde devletimizin ve milletimizin şahlanışı, silkinişi ve yeniden güç ve kudret kazanması yine yıllar alacaktır. Osmanlı İmparatorluğu gibi muhteşem bir imparatorluğu son yüzyılında tasfiye etmeyi başaran emperyalist batı kukla bir devletçik statüsündeki Türkiye yeniden dirilişe doğru gitmeye başlayınca Lawrence’den aldığı ilhamla sayısız Lawrence muadili ajan ile bu coğrafyayı istila ve işgal etmiştir. Millet ne kadar direnme azminde ise de nereye baksak bir başka Lawrence karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1918 de yenilmesinden sonraki tasfiye süreci sonrasında Osmanlı düşmanı, tarihi gerçeklerden bihaber, nesiller yetiştirilmiş, bu nesiller dini ve dünyevi görüşlerindeki farklılıklar nedeniyle birbirine ve hatta devlete düşman edilmiş, milli ve manevi değerlere yabancılaştırılmıştır.
Düşmanın türlü saldırıları yüzünden onlarca yıldır belini doğrultamayan Türk Milleti kendi değerlerinin ve gerçeğinin farkında, şuurlu ve imanlı nesiller yetiştirmeye fırsat bulamamıştır. Elinden alınan üç kıtadaki topraklar ve nüfuz alanındaki milletler arasına sokulan ayrılık ve nifak yüzünden sürekli insanlar çatıştırılmış ve adeta Osmanlı kontrolünde kalmanın bedeli o milletlere de ödetilmiştir ve ödetilmeye devam edilmektedir.
Ancak nereden nasıl başlarsak nasıl anlatırsak anlatalım şeytani mantık ya da kontrollü irade hemen devreye girmekte hiç alakasız söylemler ve eğilimler yeni ayrışma noktaları oluşturmaktadır. Cumhuriyetin kuruluşundan Atatürk’ün ölümüne kadar sürdürülen Atatürk’ü kutsama ve ilahlaştırma ölümünden sonra İsmet İnönü ile kesintiye uğramış, ikinci adamın saltanatı başlamıştır.  Ancak 1950 de başlayan demokrat parti döneminden itibaren sürekli devleti 1923 ölçüleri ile formatlamak iradesi süregelmiştir. Ancak bizim tarihimiz 1923 ile başlamamaktadır, sadece Anadoludaki serüvenimiz  evvelini saymazsak 1071 de başlar. Daha öncesi Ergenekon-Orta Asya’dan başlayan binlerce yıllık bir tarihimiz vardır. Fakat şu anda 60 lı yıllarda ortaya çıkan Alparslan Türkeş’in başbuğluğu sonrasında son zamanlarda ebedi başbuğ Atatürk diyen bir kesim ortaya çıkmıştır. Laik-kemalist Atatürkçüler, Atatürk’ü ebedi Başbuğ kabul eden ülkücü-Atatürkçüler, Ulusalcı, hem Marksist hem cumhuriyetçi Atatürkçüler, Türkçüler, Kürtçüler, İslamcı kürtçüler, aleviler, Alisiz aleviler, İslamı Arap dini ve Araplaşma gibi varsayanlar, ve devamında katıksız Atatürk ve cumhuriyet düşmanlığı, Osmanlı düşmanlığı, Selçuklu hayranlığı veya Osmanlı hayranlığı, cumhuriyeti toptan yok sayma, mezhepçilik, tarikatçılık, farklı anlayışlar, eğilimler, mealcilik, mezhepsizlik gibi, gibi, gibi bir dünya eğilim ve fraksiyon ortaya çıkmış bunlar farklı alanlarda farklı ittifaklar oluşturmuştur.
Bu süreci anlatmanın sonu gelmez, sadece şunu ifade ederek bu faslı bitirelim. Cehaletten uzak, dini ve beşeri evrensel değerler doğrultusunda, iyi bir Müslüman ve iyi bir insan ve vatandaş olma bilincinde birleşecek bir topluluğu hiçbir yerli ve yabancı gücün ajite etmesi veya sevk ve idare etmesi asla mümkün olmayacaktır. Kolaycılığı bırakıp, gözü kapalı teslim olmayı bırakıp Yüce Allah’ın bize verdiği aklı ve iradeyi kullanarak en doğru yerde olmayı ve gereksiz kin ve düşmanlıklardan uzak kalmayı gaye ve hedef haline getirmek zorundayız. Allah, ahirette dünyadaki hayatımızın hesabını başımızdaki çobandan değil bizzat her birimizden soracaktır. Ve aptallığın lüzumu yoktur. Her halimiz ve her düşüncemiz ve eylemimiz, ve tabii her halimiz ve tavrımız Yüce Allah’ın rızası çizgisinde olmalıdır. Yüce Allah’ın yolunda ve rızasında olmak demek O’nun rızasında olduğunu iddia eden şaklabanların kayıtsız ve şartsız kulu ve kölesi olmaktan geçmiyor. Ve liderlere kayıtsız şartsız biat kültürü ve anlayışı ile tabi olmayalım. Ve biat etmediğimiz kişi ve topluluklara da mutlak düşman gibi görmeyelim. Türkiye'nin genel tablosu odur ki; yüzde elli artı biri tamamen müsbet, aklıselim ve devletinin yanında, kalan yüzde yirmibeşi telkin ve irşata açık gafiller ve şaşkınlar topluluğu, kalan son yüzde yirmibeş ise dini, etnik veya ideolojik nedenlerle hainler sürüsüdür. Bize düşen yüzde ellinin üstüne kalan yüzde yirmibeş gafil topluluğu uyandırmakla birlikte kalan yüzde yirmibeş hain topluluğu yüzde onların hatta yüzde beşlerin altına çekebilmektir. Aksi halde yüzde onu geçen hain oranı daima büyük bir tehlike olarak var olacak ve tehdidini sürdürecektir. Allah’ın kitabı  ve bindörtyüz yıllık birikimden süzülen kitaba uygun ayrıntılarda gerçeği aramaktan geçiyor.  Dolayısı ile nefsimize esir olmayacağımız gibi nefsimize hükmetmek isteyen ne idüğü belirsiz kişilerin de esiri olmayalım.
Yukarıda demiştik ki ayrışmanın içeriden ve dışarıdan kaynaklanan nedenleri var. Gözümüzü şimdi de dışarı çevirir isek Devletimize, milletimize ve yaşadığımız coğrafyaya gözünü dikmiş dini ve siyasi güçler var. Bunlar içimizdeki ve çevremizdeki devlet ve toplulukları hem dini hem de milli olarak kendi menfaatleri doğrultusunda Türk Devletine ve Milletine düşman etmek istemektedir. Bu güçler İsrail’i kuran ve idare eden Siyonist güçler, Avrupa’daki haçlı cephesi ile bu ikisinin arkasında duran Amerika’dır.  Rusya kendi içindeki Türk toplulukları nedeniyle açıktan düşmanlık gösteremese de bölgesel ve küresel güç olmak iddiası ile etrafımızda oyun kurucu olarak varlığını sürdürmektedir. Doğu sınır komşumuz İran da Safevi Devletinden bu yana asla dost olmamıştır. Mezhep nedeni ile Türkiye’ye düşmanlık ve Ermenistan’a dahi dostluk değişmez politikasıdır. Ancak devletlerin düşmanlığına bakarak demoralize olmanın gereği yoktur. Türk Milleti geçmişte de sadece gücü ve adaleti ile üç kıtaya hakim olmuştur, hiçbir devletin desteği ile değil. Yine olması gereken ve olacak olan budur. Türkiye gücü, adaleti ve antiemperyalist duruşu ile yaradandan aldığı güç ve mazlum halklardan aldığı ve alacağı destek ile yeniden dünyanın kaderine hakim olacaktır. Buna mani olmaya hiçbir beşeri merkezin gücü yetmeyecektir.

17 Eylül 2018 Pazartesi

KADERİMİZ YALNIZLIK



Yıllar geçtikçe, yaşlandıkça etrafımızdaki dostlarımız sevenlerimiz azalıyor, eksiliyor gibi görüyorum. Yanılıyor muyum diye bir baktım etrafıma gerçekten daha da azalıyor etrafımız, tenhalaşıyor ortalık ve daha da yalnızlaşıyoruz. Bu gözle görünüyor aslında. Tabii farklı nedenlerle oluşuyor bu yalnızlaşma.
                Çocukluğumdan kalan bir dünya arkadaşımın öldüğünü biliyorum. Dedelerim öldü, ninelerim öldü. Babam öldü, amcalarım, dayılarım, halalarım, birer birer ölüyor, eksiliyor.  Allah rahmet eylesin. Ölüm her geçen gün aramızdan bir sevdiğimizi çekip alıyor. Ölüm Allah’ın emri, diyecek bir şey yok.
                Sevdiklerimizden uzaklara düşüyoruz, gözden ırak olan sanki gönülden de ırak oluveriyor. Aramaz, sormaz, aranmaz sorulmaz oluyoruz. Daha dün gibi birlikte yediğimiz, içtiğimiz güldüğümüz, güzel sohbetler ettiğimiz insanların her biri bir diyarda başka dünyalarda başka insanlarla yiyor, içiyor, eğleşiyor.
                Eski zamanlarda olduğu gibi hayatımıza yeni kişiler de sokamıyoruz. Zaman kötü diyoruz, insanlar güvenli değil. Herkes farklı renkte boyada, zihniyette. Onların hayatlarına giremiyoruz ve hayatımıza alamıyoruz onları. Akşamları eskisi gibi ev sohbetleri yok, misafirlik ayrı bir ritüel gibi. Haber verme, kabul etme, eve alma ve ağırlama uğurlama. Öylesine bir protokol ki ikramlar son derece resmi ve sıraya tabi. İkramların bitmesi ile birlikte zaten misafirlik te bitiyor. Yine aileler dört duvar arasında hapis hayatına başlıyor. Pijama, terlik ve televizyon.
                Hısım ve akraba bağları da eskisi gibi değil. İhtilafsız ve gerçekten sevgi, saygı ve kardeşlik bağları içinde görüşen insanların sayısına bir bakın etrafınıza. Ne kadar az değil mi? Adeta yok derecesinde. Belki her üç aileden ikisinde anne baba ve evlatlar arasında bir nesil ve zihniyet çekişmesi ve özellikle gelin ve damatlar devreye girdiğinde yani ele karışıldığında bir sürtüşme, çekişme, geçimsizlik ve uzaklaşma. Kardeşler arasında eşler nedeniyle veya miras çekişmeleri nedeniyle araya giren mesafe ve soğukluklar. Kuzenler zaten çok uzaklarda kalıyor.  Anne babalar da ömürlerini verdikleri, ne hayallerle besleyip büyüttükleri, evlatlarından uzaklaşıyorlar. Evlatlar anne babalarından uzaklaşıyor. Ve huzurevleri mutsuz anne babaları soğuk kucağında ağırlamak için bekleşip duruyor.
                Hep çekirdek aile deriz ya. Çekirdek aile karı koca ve çocuklardan ibarettir. Çekirdek te çatlamadı mı acep?..... Ailenin çekirdeği kaldı mı? Boşanmalar hızla artıyor, erkek olsun kadın olsun yalnızlaşmış hayatları olan insanlar sarmış etrafımızı. Geçici birliktelikler bile uzun süreli değil. Nerede ise insanlar büfeden ilişki satın alacak hale gelmiş durumdalar. Bu yalnızlığı paylaşan bir şey de var günümüzde. Sanal hayatlar oluşuyor deyip noktayı koyalım.
                Sevgi, saygı, tahammül, hoşgörü, sadakat, sabır, şükür ve tevekkülün olmadığı toplumda dostluklar yalan ve kısa süreli. Arkadaşlıklar tükeniyor, bitiyor. Bir düşünün günün 24 saatinin herhangi birinde sadece hal hatır sormak için, özledim yüzünü görmek için geldim diyen bir çift göz görüyor musunuz? Veya telefonda bir ses, “sadece sesini duymak için halini hatırını sormak için aradım”  diyerek kalbinize sıcak duygular akıtıyor mu? Ne kadar yalnızız, ne kadar mutsusuz, ne kadar çaresiziz?...
                Meçhul bir zaman ve mekanda ve boyutta yapayalnız kalacağımız kabir hayatı içimizi ürpertiyor ancak, o boyuta geçmeden, bu dünyada ölümden beter bir yalnızlığın ortasında kalmaktan daha acı ne olabilir?

6 Eylül 2018 Perşembe

BENİM ŞEYHİM, BENİM GAVSIM, BENİM TARİKATIM, BENİM MEZHEBİM, BENİM DİNİM


Cumhuriyetin ilanı ile yasaklanan tarikatlar yıllarca illegal şekilde faaliyet göstermiş, evvelce olduğundan daha fazla kokuşmuştur. Ancak ümmet millet veya cemaat bunu anlamamakta israrlıdır. Malum olduğu üzere tarihte Lawrence deyince diyecek bir şey bulamıyoruz. “bir İngiliz casusunun hatıraları” diye bir kitapçık var, okuyunca derinden bir “vayyy” çekiyoruz ancak sözkonusu olan bizim şeyh olunca bizim şeyh yegane şeyhi ekber veya gavstır veya hatemül enbiyadır vesaire vesaire. Ve toz kondurmuyoruz şeyhimize. Bir de öldü mü hemen bir türbe ve nerede ise her ay başındayız. Anamızın babamızın mezarına o sıklıkla gitmeyiz. Çünkü anne baba şefaat edemez fakat şeyh mürşit şefaat edecek bizi elimizden tutup cennete sokacaktır. Gördük ki senelerce fetö önünde diz çöken evlatlarımız cezaevlerinde çürürken fetö, sarayında CIA ve FBI koruması altında ve yine etrafındaki bir avuç elit zevkü sefa içinde yaşamaya devam etmektedir. Bu görünen hakikate rağmen hala fetö denen salyalı köpekten medet uman zavallı insanlarımız da yok değildir. Fetö sonrasında Adnan Oktar, Alpaslan Kuytul, Haydar Baş, örneklerini de yaşadık. Nazım Kıbrısinin şeyhlerinden birinin Adnan Oktar ile ilgili tutuklama öncesi ve sonrası duruşu ve sahtekarlığı keza bazı ilahiyatçı isimlerin yüce dinimiz islamı tahrif etmek yolundaki çabalarını da görmezden gelmek mümkün değildir. Fakat her ne iş ise bir videoda olduğu gibi “gavsa ve ailesine kul olmak köle olmak farzdır vaciptir” diyen bir haddini bilmez dahi hoşgörülebilirken bizim burada bazı yaklaşımların dine ve itikadımıza uymadığını söylememiz nerede ise cürüm kabul edilmektedir. Binlerce sahabe sanki peygamber efendimize kul köle olmuş ta bizim haberimiz olmamış gibi insanın insana kulluğunu ve kayıtsız şartsız biat kültürünü ve anlayışını yerleştirmek isteyenler hem kendilerine ve hem de dine, ümmete ve millete zarar veriyorlar. “tarikat yoldur gidene” demişler, evet tarikat yoldur gidene ancak o yoldan gitmek hatta ve hatta bir mezhep veya tarikata dahil olmak farz da değildir vacip te değildir, sünnet te değildir. İslamın ilk iki yüz yılında kaç tane mezhep veya şeyh vardı, ya da sahabenin mezhebi mi vardı? Sadece Allah’a kul olunur, ve bu kulluk aracı kabul etmez. Dinimizde ruhban sınıfı da yoktur. Anadolu’ya ayak basan alperenler gibi dervişler görsek ta aralarına karışsak veya Hoca Ahmet Yesevi gibi şeyhler olsa da önünde diz çöksek keşke. Fakat şimdi şeyhler de müritler de maşallah zengin sofraların doymayan yamyamları olmuşlar. İslamda olmayan lüks, debdebe ve israf ve bu dinin peygamberinde olmayan kibir ve gurur nefisleri sarmış gitmiş.
Bu ne biçim zihniyet ise herkes putunu almış eline toz kondurmuyor. Derdimiz kimsenin putuna saldırmak değil sadece vazife saydığımız bir uyarıyı yapıyoruz. Alan alır, almayan almaz. Müslüman Allah’ın kitabı ve peygamberimizin sahih sünneti çizgisinde hayatını idame ettiren insandır. Ve Müslümana imanını muhafaza edecek kadar ilim talep ve tahsil etmek farzdır. Bunun ötesinde ne tarikat, ne mezhep veya ne de bir mürşide veya bir lidere kayıtsız şartsız biat etmek farz değildir. Bunu dediğimizde “Ehl-iSünnet İtikadının Kalesi Olan/Tarikatlar Terör Örgütlerinin Panzehiri ve TÜRK Milletin Çimentosudur “ gibi bir söylemle ortaya çıkıyor bazı kardeşlerimiz. Ben ise şu an tarikatların  panzehir değil tam tersine bizi uyuşturan ve rehavete sürükleyen ve ümmetin tüm maddi varlığını sömüren zehirli bir tehlike olduğunu düşünüyorum. Düşman milletin ve ümmetin yumuşak karnı olarak dini ve tarikatları keşfetmiş ve bu alanda cumhuriyetin kuruluşundan bu yana alt yapı oluşturmuştur. Etnik Milliyetçilik körüklenir ve dejenere edilirken din aslından esasından uzaklaştırılmıştır. Bu bütün islam dünyasında böyledir. Ümmet parça parça edilmiştir. Devletler içinde dahi tarikatlar vasıtası ile bölücülük yapılmış birlik ve dayanışma ruhu yok edilmiştir. Tarikatlar bugün her biri ihanet holdingine bağlı şirketler gibidir. Geçmişte güya çok farklı kulvarlarda görülen Yeni Asya nurcu gurubu ile FETÖ devletin operasyonu sonrası aynı çizgide buluşmuştur. Bunun nedeni ne olabilir? Elbette bunlar geçmişte de bir ve beraberdi, aynı merkezden idare edilmekte idi ancak biz bunu bilmiyorduk. Zamanı gelince, emir ve talimat gelince birleşiverdiler. Süleymancılar da aynı durumdadır. Son seçimler öncesinde merkezden emir ve talimat gelince derhal emredilen yerde buluşmak üzere faaliyete geçtiler. Hak yolunda olan bir topluluk hangi mezhep ya da tarikatta olursa olsun asla politize olmaz. Kul hakkına girmez ve sadece Hakkın rızasını gözetir. Oysa ki günümüz tarikatları şirketleşme, holdingleşme, politize olarak siyasi nüfuz sahibi olmanın ötesinde devletin kendisi olmak gibi bir hedefe doğru yürüme cüretinde bulunabilmektedir.  Ümmete hizmetin yolu sanki devleti ele geçirmekmiş gibi bir motivasyonun kaynağı sadece ve sadece düşman olabilir. Bir de şu konu gözden kaçırılmaktadır. Geçmişte tarihimizde tarikatlar arasında düşmanlık ve ayrılık asla yoktu. Gaye Allah rızası olunca hangi kapı olursa olsun fark etmiyordu. Şeyhler eğitim ve terbiye için müritlerini diğerine gönderip ondan nasiplenmesini isteyebiliyordu. Şimdi ise tarikatlar yegane hak yolun kendi tarikatları olduğuna ve en büyük şeyhin ya da mürşidin kendi mürşitleri olduğuna kayıtsız şartsız iman ediyorlar. Bu dinen asla doğru olamaz.
  Bazı doğru görünen söylemler zamanına göre doğru olmayabiliyor. Büyük harflerle yazacağım bu tesbitimi, kimse bugüne kadar böyle bir söylem ortaya atmadı belki de, işte ben söylüyorum ve diyorum ki; “OSMANLI’YI YIKAN İKİ AKIMIN BİRİSİ TÜRKÇÜLÜK İSE DİĞERİ DE İSLAMCILIKTIR.” Bu tezimi her zaman her platformda tartışmaya da hazırım. Bugün de bize sıcak gelen ve aslında içinde bir tuzağı barındıran söylemler var: mesela devlette üniter yapıyı korumak, mesela milliyetçilik ve mesela ümmetçilik. Türkiye’nin üniter yapıyı aşarak daha evrensel bir bakış ve yaklaşım ile sadece Türk dünyasına değil, sadece İslam dünyasına değil geçmişte Osmanlı’da olduğu gibi tüm dünya insanlığına mesajını verebilmeli, davetini yapabilmelidir. Hemen bazı itirazlar yükselebilir fakat korkulacak endişe edilecek bir şey yoktur. Osmanlı altıyüz yıl milliyetçilik ya da ümmetçilik yapmadan tebasını kucaklayarak, tebası olmayan mazlumların dahi hak ve hukukuna sahip çıkarak küçülmemiş daha da büyümüş ve bir imparatorluk destanı yazmıştır. Türklük ve İslamlığını da asla unutmamış ve kaybetmemiştir. Günümüzde de Türkiye aslında böyle daha evrensel bir politika izleme yolunda hareket etmektedir. Venezuella’dan Afrika’ya dünyanın dört bir yanında insani ilişkilerimizi toplumlar ve devlet düzeyinde geliştirmekteyiz. Bu nedenledir ki Türkiye, Amerika’nın tüm çabasına rağmen uluslararası alanda tam bir ablukaya alınamamıştır.  Son olarak diyeceğim şudur ki zihinler özgür değilse, akıl ve iman ruha hakim değilse ne Türk olmanın ne de İslam olmanın bize bu dünyada veya ahirette verebileceği hiçbir şey yoktur.

28 Haziran 2018 Perşembe

SEVAN NİŞANYAN'A VE GAVUR, İŞBİRLİKÇİ MUHALEFETE 24 HAZİRAN SONUÇLARIYLA İLGİLİ CEVAPTIR


SEVAN NİŞANYAN’ın 28 HAZİRAN 2018 Perşembe günlü yazısı

ONLAR KAZANDI
Sevan Nişanyan
Mızık denemelerini bir yana bırakıp teslim edelim ki bileklerinin hakkıyla zafer kazandılar. Hile yapıldığına dair – bir iki marjinal vaka dışında – inandırıcı en ufak delil yok. AA’nın 180.000 sandık sonucunu iki saat içinde derleyip doğru olarak ilan etmesi ise, kim ne isterse desin, büyük başarıdır; organizasyon gösterisidir. Kolay mı yüz bin küsur farklı yerden gelen üç dört milyon datayı iki saatte hatasız sisteme girmek?
İlk 2014 cb seçimlerinde fark ettik, AA önce yanıltıcı örneklem sonuçları gösterip sonra peyderpey reel sayıya yaklaşmayı seviyor. Şüphesiz bilinçli bir tercih bu, ama gerekçesi meçhul – çocukça bir avuntu mudur, kamu güvenliğiyle ilgili kaygılar mı vardır, başka bir şey mi? Kamuoyunun bir kısmında “manipülasyon” kuşkusu uyandıran en önemli veri bu. Oysa her sandık tutanağının cep telefonuyla görüntülenip sayısız defa paylaşıldığı bir sistemde bu yöntemle hile yapılamayacağı açık. En çok iki saat kandırırlar, o kadar. Niye iki saat kandırmayı seçiyorlar? Bilen varsa anlatsın lütfen.
“Torbalar ilçe seçim kurullarına ulaşmadan sonucu ilan ettiler” tezi cahilanedir: oylar seçim kurulunda değil sandık başında sayılır ve tutanağa bağlanır. Torbalar merkeze belgeleme ve arşiv için gider. “Filan kuruluş oyların dörtte birini girmeden AA sonucu açıklayıverdi” tezi ise, sadece filan kuruluşun yavaş olduğunu gösterir.
Gene kazandılar. Açık ve net kazandılar. Okumuş kesimin tüylerini diken diken eden bunca kepazeliğe rağmen, ülkenin uluslararası itibarını yerle bir eden yönetim üslubuna rağmen, oyları 2007’den beri milim düşmedi. Bu sefer vatan-millet-kan-şehit edebiyatına ağırlık verince MHP doğal olarak biraz güçlendi, ama onu da çatılarının altına alıp daha bir iki puan öne geçtiler. Buyur: 2007: 46,6. 2011: 49,8. 2014: 51,8. 2015: 49,5. 2017: 50,0. 2018: 52,5. İstikrar müthiş.
Muhalefet açısından sonuç rezalettir. Bunca uğraşmaya rağmen karşı tarafın duvarından bir tane tuğla koparmayı başaramadılar. Demek ki bu partilerle, bu kadrolarla, bu söylemlerle bu iş olmuyormuş. Olmayacağını anlamak için daha kaç defa denemek lazım? Kılıçdaroğlu dokuz defa denedi olmadı, bir dokuz defa da bunu deneyelim mi diyeceğiz?
Okumuş kesimin tüyleri ve ülkenin dış itibarı dedik. Demek ki ahalinin en az yarısı, tahminen epey daha fazlası, bunları umursamıyor, başka şeylere öncelik veriyor. Bundan ahalinin “aptal” olduğu sonucu çıkmaz. Gavuru sevmediği, kendini gavurun değer yargılarıyla bağlı hissetmediği, içte gavurun acentesi olan ya da öyle görünenden de katiyen hazzetmediği sonucu çıkar. Erdoğan bunu anlıyor, öbürü anlamıyor. “Aptal” olan kim? Hele o öbürü, eli sopalı başöğretmen paşa marifetiyle kendi değerlerini empoze edebileceğine hala inanıyor ve bunca hezimete rağmen inanmaya devam ediyorsa?*Ben şahsen gavurum. Bizimkileri geç, daha batıdaki beter gavurların değerler sistemine gönülden bağlıyım. Bu saatten sonra değişmeye de niyetim yok. Geldiğimiz noktada Türkiye’de bana ve benim gibilere hayat alanı kaldığını sanmıyorum.
Türkiye halkı gavuru hiçbir zaman sevmedi, onunla ortak değerlere ve ortak bir insanlığa sahip olduğuna asla inanmadı. Gavuru düşman, hain, pis, ırz yoksunu, haçlı, misyoner olarak gördü. Bir dönem, belki mecburiyetten, ya da çaresizlikten, ya da sopa korkusundan, gavura ve temsilcilerine toplumsal hayatın belli alanlarında ayrıcalık tanımayı kabul etti. Şimdi özgüveni geldiğinden, artık etmiyor. Küba’yı da zaten Müslüman ecdadımız keşfetti. Gavur tersini söylese inanma, yalandır.
Bu felaketin sorumlusunu arıyorsan uzağa bakmana gerek yok, Laik Cumhuriyetimizin “Milli” Eğitim sistemine bak yeter. Yüz sene boyunca memleketi vatan millet sakarya, al bayrak, denize dökülen düşman, Ulubatlı Hasan, Viyana kapıları, Haçlılar, misyonerler, kahrolsun emperyalizm bokuyla beslesen sonucun başka nasıl olmasını bekliyordun ki?*
O halde “Go West young man” mi?Vallahi kafanızı karıştırmak gibi olmasın ama, itiraf edeyim, artık onu da gönül rahatlığıyla söyleyemiyorum. Batı, geleceğe ilişkin bana güven vermiyor. Batı Avrupa dehşet verici bir dejenerasyon sürecinde, iyileşeceğine dair belirti yok. Amerika’nın hali de iç açıcı görünmüyor. “Müsterih olun, Türkiye bu manyakların elinde elbette kayaya toslayacaktır” diye ümit beslemenin bu koşullarda anlamı var mı? Toslayacaksa Çin, Rusya, Hindistan, Macaristan, Endonezya, Myanmar ve diğer yüz tane ile birlikte toslayacaktır, öyle tosa kaya mı dayanır?
Vallahi bilmiyorum. En iyisi gene Ege adaları galiba. Ne Şarkın nefret dolu bağnazlığı, ne Garbın ideolojik saplantıları: binlerce yıllık bir görgüyle hayatı güzel yaşamaya çalışan mütevazı insanların diyarı. Hava da güzel. Daha ne?

SEVAN NİŞANYAN’ın yazısının  tamı tamına tamamı budur.
CEVAPLARIMIZ
“Ben şahsen gavurum. Bizimkileri geç, daha batıdaki beter gavurların değerler sistemine gönülden bağlıyım”
Diyebilecek kadar samimi bir vatandaşımızın düşüncelerini okumak anlamak boynumuzun borcudur ancak cevap hakkımız da vardır.
Ayrıntılara girmeden kısaca cevap vermek istiyorum:
Muhalefetin kaybettiği için üzüldüğünü anlıyorum.
“Gene kazandılar. Açık ve net kazandılar. Okumuş kesimin tüylerini diken diken eden bunca kepazeliğe rağmen, ülkenin uluslararası itibarını yerle bir eden yönetim üslubuna rağmen, oyları 2007’den beri milim düşmedi. Bu sefer vatan-millet-kan-şehit edebiyatına ağırlık verince MHP doğal olarak biraz güçlendi, ama onu da çatılarının altına alıp daha bir iki puan öne geçtiler. Buyur: 2007: 46,6. 2011: 49,8. 2014: 51,8. 2015: 49,5. 2017: 50,0. 2018: 52,5. İstikrar müthiş”
Sözlerinden de anlaşılacağı üzere iktidarın bunca kepazeliğin mimarı olduğunu, ülkenin uluslararası itibarını yerle bir eden bir yönetim üslubuna sahip olduğu gibi haksız ve yanlış ithamları var. Bunlar külliyen yanlıştır. Beyefendi doğru tesbitlerin arasına kinini nefretini ve komplekslerini kusmuştur.  Uluslararası politikada o çok hayran olduğu Avrupa ve Amerika’da zerrece bir itibar kaygısı, çağdaşlık ve uygarlık belirtisi, adalet ve objektiflik ölçüsü var mıdır ki bunları referans gösterir. Türkiye Ortadoğu ateşinin içinde kepazeliğin değil direnişin ve onurlu dik duruşun destanını yazmıştır. Gavur olduğunu iftiharla itiraf eden yazarımız bunu görmezden geliyor.
Ayrıca eğer vicdanı varsa sayın yazarımızın yakın tarihimize bir bakmasını öneririm. 1950 lere kadar faşist ve tek partili despotik yönetimle idare edilen ülkenin antidemokratik ve faşist yöntemlerini, türlü baskı ve vergiler altında ülke vatandaşlarının ezildiğini ve özellikle gavur olarak nitelendirilen kesiminin varlık vergisi adı altında nasıl bir haksız ve vicdansız uygulamaya tabi tutulduğunu, ellerindeki mal varlıklarına el konularak önce sürgüne sonra da ülkeden göç etmeye zorlandıklarını görmezden gelir?
1950 sonrasında ise milli iradeyi temsil eden millet çoğunluğu iktidar ve diğer sivil toplum örgütlerinin yazarın bağlı olduğu batılı emperyalist güçler ve yerli işbirlikçileri tarafından onlarca yıl manipüle ve provake edildiklerini de görmez. İhtilaller ve kaos ve karışıklık senaryolarını sanki ülkenin milli iradesi yazmıştır!
Bu süreç son onbeş yılda sonlandırılmış, sömürgeci batı emperyalizminin Osmanlıyı tasfiye ettikten sırtlanlar gibi parçaladıktan yağmaladıktan sonra T.C nin kuruluşu ile birlikte oluşturdukları ordu, yargı, sermaye, bürokrasi ve basından oluşan beşli güç merkezi son on beş yılda yıkılmış tasfiye edilmiş ve geriye sadece işbirlikçi muhalefet ile sureti haktan görünen sayın yazar gibi kalıntılar kalmıştır. Türkiye etnisite ve çatışma üzerine kurulmuş olan ilkel cumhuriyeti vatandaşlık bilinci içinde tıpkı Osmanlıda olduğu gibi tüm dini ve etnik kimlikleri gerçek manada tanıyıp kabul ederek ve kucaklayarak, batının istediği ve planladığı küçülme yerine büyümeyi tercih ettiği için, gerçek demokrasi ve insan haklarını oturtma gayretinde olduğu için batının sözüm ona sahip çıktığını söylediği tüm medeni ve insani değerleri topluma gelişme kalkınma ve büyüme ile birlikte kurumsallaştırmak istediği için batının hedef tahtasına konmuştur. Batılı emperyalistler ise her türlü demokratlığı, uygarlık ve medeniyet ölçülerini bir yana bırakarak gerçek yüzünü göstermiş önünden alınan pasta tabağını kaybetme korkusu ve endişesi içinde artık hükmedemediği Türkiye’yi uluslararası alanda ekonomik ve siyasi olarak kuşatmak ve yalnızlaştırmak için her türlü saldırıyı yapmaya başlamıştır.
Emperyalist batı Osmanlı coğrafyasını yüz yıldır işgali altında tutmakta, kendi tayin ettiği diktatörler ve krallar ve şeyhler aracılığı ile sömürmektedir. Türkiye’de benzer bir konumda iken, örneğin Mısır, ve Irak gibi vesayet altında iken bu esaret ve vesayet zincirini kırmış, Osmanlının adil ve etkili misyonuna sahip çıkma iddiası ile güçlenmeye başlamıştır. Mısır’daki ihtilalci Sisi’yi, Arabistan’daki kral ailesini  emir komutası altındaki pek çok Ortadoğu ülkesindeki demokratik olmayan yönetimleri görmezden gelen emperyalist batı kendi kontrolünden çıktığı için Türkiye’yi diktatörlükle suçlamaya başlamıştır. Trump bile nerede ise savaşa girecek gibi şov yaptığı Kuzey Kore ile bile hemen uzlaşıvermiştir. Kuzey Kore aynı kuzey Kore’dir. Trump ile uzlaşmadan önce de aynıydı sonra da aynıdır. Emperyalizm için bir ülkede yönetim biçimi, insan hakları gibi kavramlar hiç önemli değildir, önemli olan batının kontrolünde midir değil midir? Ölçü budur. Ve Türkiye bunun farkındadır artık.
 Sayın Yazar da bu çağdaşlık ve uygarlık merkezi olduğu iddiasındaki tilki ve sırtlan görünümlü batılı ülkelerin tetikçiliğini yapmaktadır. Bunu yapabiliyorsa eğer bu da ülkedeki demokrasinin nasıl işlemekte olduğunu göstermektedir.
Ve diyorsunuz ki;
“Türkiye halkı gavuru hiçbir zaman sevmedi, onunla ortak değerlere ve ortak bir insanlığa sahip olduğuna asla inanmadı. Gavuru düşman, hain, pis, ırz yoksunu, haçlı, misyoner olarak gördü. Bir dönem, belki mecburiyetten, ya da çaresizlikten, ya da sopa korkusundan, gavura ve temsilcilerine toplumsal hayatın belli alanlarında ayrıcalık tanımayı kabul etti. Şimdi özgüveni geldiğinden, artık etmiyor.”
“Ne Şarkın nefret dolu bağnazlığı, ne Garbın ideolojik saplantıları” diyorsunuz. Garbın ideolojik ve dini saplantıları elbette var, ancak Müslüman Türkün nefret dolu bağnazlığı diye bir şey yok ve asla olmadı. Müslüman Türk dünyaya sadece sevgiyle bakmıştır. Anadoluyu haçlılar yağmaladı. Fakat Osmanlı Avrupayı yağmalamadı. 500 yıl idaresinde kalan Balkan halkları hala kendi dillerini konuşuyorlar. Fakat gidin kısa süreli işgal altında kalan ve sömürge olan  Afrika ülkelerinde bile resmi dil İngilizce, Fransızca, İtalyanca veya İspanyolcadır.
Allahtan korkun inandığınız bir tanrı varsa eğer. Biz tarihimizde Anadolu’ya ayak bastığımızdan bu yana gayrımüslim ile gavuru birbirinden ayırmışızdır. Gayrımüslimi etnik ve dini kimliği ile bağrımıza bastık. Anadolu’da islam olmayan uygarlıkları, gayrı Türk kimlikleri bugüne kadar asla yok etmedik ve karşısında durmadık. Koruduk kolladık. Bir Müslüman Türk için geçmişte de bugün de sınırları içindeki her türlü etnik ve dini unsurun malı canı ve namusu kendisine emanettir. Bu daima böyle olmuştur. Ancak büyük harflerle yazayım ki:  BİZ DÜN DE BUGÜN DE DİNİ VE ETNİK KİMLİĞİ NE OLURSA OLSUN GAVURLUK YAPANI DÜN DE SEVMEDİK, BUGÜN DE SEVMEYİZ. GAYRIMÜSLİMİ GAVUR YAPAN ÖZELLİK İSE YAŞADIĞI VE KİMLİĞİNİ TAŞIDIĞI ÜLKEYE VE DEVLETE İHANET ETMEKTİR. VE İHANETİN ETNİK YA DA DİNİ KİMLİĞİ YOKTUR. İÇİMİZDE NİCE TÜRK VE MÜSLÜMAN GÖRÜNÜMLÜ GAVUR YAZINIZA KONU SEÇİMDE GAVURLUK YAPMIŞ VE HİÇ BİR ETNİK YA DA SİYASİ BAĞI OLMADIĞI HALDE TERÖR VE İHANETİN VE GAVURLUĞUN PARTİSİ HDP YE OY VEREREK GAVURLUIK YAPMIŞTIR.
İşte görüyorsunuz ki artık Türkiye farklı bir ülkedir, geçmişte olduğu gibi ordu, yargı, bürokrasi, sermaye ve basın ile ipotek ve baskı altına aldığınız Türkiye Cumhuriyeti Devleti kapsama alanınızdan çıkmıştır. Elinizde olan tüm zinde güçleri kaybettiniz. Sadece elinizde işbirlikçi bir muhalefet ve yine işbirlikçi sizin gibi soyu kırık veya değil bir yazar çizer sanatçı takımı kaldı. Korkmayın, Ege adalarına kaçmanıza gerek yok. Biz sizi bu ülkede keli körü kucakladığımız gibi kucaklamaya devam ederiz. Ancak bizlerle bir arada yaşamak size rahatsızlık veriyorsa eğer sınırlarımız içine girene kadar Ege adalarında kalmanızda da hiçbir mahzur yoktur. Allah’a emanet olunuz efendim.