28 Ağustos 2012 Salı

KÜRDİLİHİCAZKAR


Şimdi ne kürt böreğinde o lezzet,

Ne kürdilihicazkarda eski ahenk,

Ne de dillerde eski muhabbet....

Artık kin kusuyor namlulardan

Benim terörist dediğim,

Masumane ortaya çıkıp ta

Sureti haktan görünüp,

Gavur silahlarıyla orduma

ve Polisime saldıranlara

"GERİLLA" dedikleri.

Kürt çocuklarında dahi

Masumiyeti katledenler,

Ellerinde taş ve molotof,

Sokaklarda asker ve polis taşlatanlar,

Türk devletini, Türk Polisini,

Türk askerini,

Yunandan, ermeniden,

Yahudiden, Rumdan daha kötü görenler ve

Yunanı, Ermeniyi, Rumu, her türlü

Anadolu düşmanını dost, beni ise

Düşman görenler.

Ellerde kalem,

Dillerde sahte barış türküleri söylenip,

Masum kanları ile Drakula çığlıkları ile

Zafer türküleri söyleyenler.

Şunu bilin ve anlayın ki;

Kürt böreği de benimdir,

Kürdilihicazkar da benim matemim ya da

Keyfim.

Sen ki ihanetin adresi,

Sen ki kalleşliğin ve hainliğin kardeşi,

Sen daha ne desem,

Kırk yıllık cinayetlerin sebebi.

Kalplerimizden kardeş lafzını sildin,

Yüreğimizden merhameti, sevgiyi,

Güzel duyguları öldürdün.

Öyle duygusal şiirlerle,
kandıramazsın artık beni,

Elindeki ölüm kusan silahı bırakmadan,

İsyan türküleri yerine

Efkarlı hasret şarkılarına dönmeden...

Diyarbakır etrafında bağlar var,

Fitil işler yüreğimde yaram var,

Demeden,

Kırklar dağının düzü ile
Hüzünlenmeden

Gelme yanıma.

Ya sen biteceksin,

Ya içindeki kin,nefret,
Ve ihanet.

Yok üçüncü bir yol.
Bilecek, öğrenecek,
Anlayacaksın elbet....

16 Ağustos 2012 Perşembe

NAZIM HİKMET-BİR ŞİİR-BİR ÖYKÜ


      10 Eylül 1920’de Bakû’da Türkiye Komünist Fırkası kurulur. Partinin önde gelen ismi (1883 Giresun doğumlu) Mustafa Suphi İdadi’yi (liseyi) Erzurum’da okumuş, İstanbul’daki hukuk öğreniminden sonra Sorbonne Siyasal Bilimler Fakültesi'nden Ziraat Bankası üzerine yazdığı başarılı bir tezle lisans üstü diploması almış, bu arada Fransız sosyalist partisinin ünlü ismi (emperyalist savaşa karşı çıktığı için öldürülecek olan) Jaurès’le tanışmıştır.
Önceleri İttihatçı ve milliyetçidir, sonra İttihatçıların aleyhine döner. 1912’de Bahr-i Cedid vapuruyla Sinop’a gönderilir, bir ara İstanbula gelmesine izin verilirse de, tekrar Sinop Kalesine “nefyedilir.” 1914’te kaçarak deniz yoluyla Sivastopol’a geçer. Osmanlı Rusya’yla savaşa girince, Türk olduğu için Urallar’a Kazan Türkleri arasına gönderilir, Bolşevikleri tanır. 1917’den sonra Müslüman Türkler arasında siyasi faaliyetlerde bulunur ve 10 Eylül 1920 günü anavatandan gelmiş değişik gruplarla ve Rusya topraklarındaki Türkiyeli solcularla Baku’da toplanan Kongre’de Türkiye Komünist Fırkası’nı kurarlar. Komintern’in uyarılarına rağmen hareketin önde gelen diğer kişisi Ethem Nejat’la ve arkadaşlarıyla birlikte Anadolu’ya gitmek ister. Heyet 28 Aralık’ta Kars’a gelir.
Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesine karar verilir. Bu planın gerisinde sol kesim başka nedenler arasa da bizce gerçek şudur. Mustafa Kemal Atatürk Lenin ile anlaşmıştır. Lenin Anadolu kurtuluş savaşına destek verecektir. Ancak karşılığında Türkiyedeki Sultan Galiyevci komünist hareketin tasfiyesini istemektedir. Mustafa Kemal Atatürk bu şartı kabul etmek zorunda kalmıştır. Ve;
Bu işi yapmakla görevli olanlar kayıkçılar kahyası Yahya ve çetesidir. Yahya heyettekilerin silahlarını, para, saat ve diğer kıymetli eşyalarını alır, Mustafa Suphi’nin eşini alıkoyar, 15 kişiyi bir tekneye bindirirler. Karadenizli Suphi teknenin ahşap aksamlı olduğunu (uzun yol teknesi olmadığını) görünce başlarına gelecekleri anlar, karşı koymaya kalkarlarsa da, Yahya’nın zorbaları baskın gelir. Tekne denize açılır, katiller arkadan başka bir tekneyle yetişerek hepsini kurşunlayıp, süngüleyip denize atarlar. Hadise 1921 yılı Ocak (Kânunisani) ayı 28’i 29’ bağlayan gece vuku bulmuştur. Ankara ölümleri deniz kazası diye açıklar.
BU olay sonrasında ise;
Nazım Hikmet Onbeşler için şöyle demişti:

Ta ata aa ta ta Ha ta ta ta

tarih
sınıfların
mücadelesidir.
1921
kanunisani 28
karadeniz
burjuvazi
biz
on beş kasap çengelinde sallanan
on beş kesik baş
yoldaş
bunların sen
isimlerini aklında tutma
fakat
28 kanunisaniyi unutma
siyah gece
beyaz kar
rüzgar
rüzgar
Trabzondanbir motor açılıyor
sa-hil-de-ka-la-ba-lık!
motoru taşlıyorlar
son perdeye başlıyorlar
burjuva kemalin omuzuna binmiş
kemal kumandanın kordonuna
kumandan kahyanın cebine inmiş
kahya adamlarının donuna
uluyorlar
hav...hav...hak...tü...
yoldaş unutma bunu
burjuvazi
ne zaman aldatsa bizi
böyle haykırır
hav...hav...hak...tü
gördünmü ikinci motoru
içinde kim var
arkalarından gidiyorlar
ikinci motor birinciye yetişti
bordoları bitişti
motörler sarsılıyor
dalgalar sallıyor sallıyor dalgalar
hayır
iki motörde iki sınıf çarpışıyor
biz onlar
biz silahsız onlar kamalı
tırnaklarımız
kavga son nefese kadar
kavga
dişlerimiz ellerini kemiriyor
kamanın ucu giriyor
girdi..
yoldaşlar,ey!
artık lüzum yok fazla söze
bakın göz göze
karadeniz
on beş kere açtı göğsünü
on beş kere örtüldü
onbeşlerin hepsi
bir komünist gibi öldü.
DEĞERLİ DOSTLAR, BU TARİHİ BİR GERÇEKTİR. NAZIM HİKMET ŞAİRDİR EVET, İYİ BİR ŞAİRDİR, VE UNUTMAYALIM İYİ BİR KOMUNİST VE İYİ BİR VATAN HAİNİDİR. VATAN HASRETİ İLE ÖLMÜŞTÜR. ONUN MAVİ GÖZLÜ DEV ŞİİRİNİ ATATÜRK İÇİN YAZDIĞI İDDİA OLUNARAK ULUSALCILIK İLE ATATÜRKÇÜLÜĞÜ, KOMUNİZM İLE SOSYALİZMİ, VATAN HAİNLİĞİ İLE YURTSEVERLİĞİ KARIŞTIRARAK BEYİNLERİ BULANDIRMAK SURETİYLE BİRYERLERE VARMAK MÜMKÜN DEĞİLDİR.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

ŞARKLI VE GARPLI İMAJI VE BİZ

             Hizmetçi dendiğinde gözünüzün önüne nasıl bir görüntü gelir acaba? Belki başı örtülü, orta yaşlı bir hanım, belki az genç te olsa yine başını örtmüş ürkek bir hanım. Ya da benzeri bir tablo. Ama asla modern giyimli bir hanım gözünüzün önüne gelmez değil mi? Gözümüz hizmetçi deyince bir imaja öylesine alışmıştır ki farklı bir imaj düşünemezsiniz bile. Diyelim ki imam deyince gözünüzün önüne kim gelecektir?.... Türk filmlerinden beynimize işlendiği kadarı ile "çember sakallı, kara cübbeli, belki birkaç dişi noksan, fitne fücur patlak gözlü bir adam" değil mi?    İşte yıllardır beynimize işlenen imaj telkinleri sonunda geldiğimiz nokta burasıdır.
            Türkler Orta Asya'dan at üstünde Anadolu'ya ve Avrupa içlerine kadar gelmişler yıllar içinde. Kendi inanç. ve kültürleri ile yaşamışlar, var olmuşlar. Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarına özellikle tanzimat yıllarına kadar da asla batıya benzemek gibi bir özentileri de korkuları da olmamış. Tanzimatın ilanı ile birlikte başlayan batılılaşma hareketleri Cumhuriyetin kuruluşu ile hız kazanmış, batının giyim kuşam ve diğer kültürel değerleri bir bir alınmış ve nerede ise cumhuriyetin ilk yıllarında batılı bir devrim yapılmıştır. Sırası ile;
1-Harf devrimi yapılmış, Arap alfabesi yerine latin alfabesi alınmıştır. (Bir başka propaganda sonunda Arap lafzı bize daha itici latin lafzı ise daha yakın gelmektedir. Halbuki tam tersi olmalı idi)
2-Medeni Kanun İsviçre'den alınmıştır.
3-Ceza kanunu İtalyadan alınmıştır.
4-Anayasa Fransız kaynaklıdır.
5-Kılık kıyafet devrimi yapılmış, Şapka kanunu çıkarılmış ve hatta şapka yüzünden idamlar bile olmuştur.
6-Devlet Opera ve balesi kurulmuş. Türk müziği yasaklanmış, Devlet Konservatuvarlarında sadece batı müziği eğitimi verilmeye başlanmıştır. Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası kurulmuş ve hala varlığını sürdürmektedir.
7-Hafta tatili batıya uyarlanıp cuma gününden cumartesi pazara alınmıştır. Batıda ise hıristiyanların dini günü pazar, yahudilerin ise cumartesi olmakla hafta tatili onun için cumartesi pazardır ki halen kendi insanını mübarek günlerde katletmeye devam eden Beşar Esadın Suriyesinde bile hafta tatili cumadır.
8-Ankara mabetsiz şehir olarak dizayn edilmiş, o yıllarda henüz kendi üstündeki hırkayı bile kurtuluş savaşı kazanılsın diye merminin üstüne örten Türk insanına eski püskü kıyafetleri ile Ankara sınırları içine girmek bile yasaklanmış, bu yasağın mağdurlarından biri de rahmetli Aşık Veysel Şatıroğlu'dur. Aşık Veysel Ankara'ya gelmek isterken geri çevrilmiş ve memleketine geri dönmek zorunda kalmıştır.
9-Yeşilçamda çevrilen ilk siyah beyaz filmlerimize bakınız. Saf köylü kızları şehre gelir ve aldıkları görgü dersleri ile batılı gibi giyinmeyi, batılı gibi dansetmeyi, batılı gibi sofra adabını batılı öğretmenlerin elinden öğrenerek, adeta yontula yontula modern ve batılı ve yüzüne bakılır hanımefendiler olmayı başarırlar. Keza salonlarda çaça dansları, ya da en batılı enstürümanlarla twist dansları  gösterilir. ve şiddetle özendirilir. İçki, flört ve dans ve karı kocaların birbirlerini nasıl boynuzlayacakları dahi doğal biçimde öğretilirdi.  
      Daha yazacak şey çoktur da kısa keselim bu millet, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, istiklal harbini kazanmanın mutluluğunu yaşama fırsatı bile bulamadan kendi devleti tarafından  horlanmaya, parya muamelesi görmeye başlamıştır. Dayatma düzenlenen bayram müsamereleri ile kadınlı erkekli karışık toplantılarla milletimizin kültürü değiştirilmeye çalışılmış, danslı, cazlı devlet protokollerinde alkol almak protokolün bir gereği olarak kanuna geçmemiş bir anayasal gelenek gibi algılanmış ve bir kısım orgenerallerin sivil iktidarla yapılan toplantılarda menüde olmayan içkiyi getirtmek ve alenen içmek marifetmiş gibi anlatılmaya başlanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında bizzat Atatürk'ün emri ve rehberliği ile uygulanan bu Türk'ü asimile ve dejenere etme politikası sonuç vermemiş ve 1950 de demokratik biçimde halk kendi iktidarını seçmiştir. Ancak bu süreçler de 1960 ihtilali ve sonrasında 1971 muhtırası ve sonrasında 1980 ihtilali ile kesintiye uğratılmıştır. Şu anda ise artık böyle bir ihtilal yapma yolu da tıkanmış olmakla demokratik yoldan da yeniden iktidar olma ümidini yitiren ve cumhuriyetin kuruluşu ile dejenere edilmiş bu küçük topluluk nasıl bir yol izleyeceğinin belirsizliği içinde bocalamaktadır. İş sadece bizim içimizden devşirilmiş bu kardeşlerimizle bizim aramızda kalsa sorun yoktur. onlar bizim kardeşlerimizdir. ve biliyorum ve inanıyorum ki en az bizim kadar bu vatanı, bu coğrafyayı sevmektedirler. ve asla ihaneti düşünen hainler tayfasından değildir. Ancak onlar ülkemiz içinde yoğun biçimde faaliyet gösteren yabancı ideolojik savaş ajanlarının oyununa gelmekte, azınlık milliyetçiliği ve mezhep kışkırtıcılığı kaynaklı senaryoların figüranı olmaktadırlar. Dolayısı ile batının yıllardır süren propaganda ve ajitasyonları sonunda sakallı ya da takkeli bir müslüman ya da sarıklı ya da cüppeli bir insan, ya da tesettürlü bir müslüman kadını onlara öylesine yabancı ve uzak ve itici gelmektedir ki anlatmak mümkün değildir. oysa ki o kuaförde yapılmış kıvır kıvır saçları, boyalı dudakları, kalem çekilmiş gözleri, vücut hatlarını belli eden kısa etek veya dar pantolonları ile tam bir batılı imaj içinde olan o hanımefendiler ya da top sakalları, değişik traşlı başları, kulağı küpeli ya da   piercingli kaşları ya da dudakları ile yadırgadığımız tipler değildir asla. Ki onlar her fırsatta biralarını yudumlar, kızlı erkekli cafelerde oynaşır, koklaşırlar, güzel, aynalı lokanta ve içkili yerlerde her türlü içkilerini yudumlarlar. Batı toplumu ne yapıyorsa aynını yaparlar. kadınlı erkekli bir arada eğlenirler. Kızlarının flörtüne göz yumarlar. Modernlik gereği neyi gerektiriyorsa herşey serbesttir. Şaraplarını yudumlarlar, domuz eti rutin yemeklerindendir. Batılılardan bir farkları ise şudur ki papaz ve rahipler önünde ellerini birleştirip kiliselerde ibadet etmezler. Müslüman cuma günü camiye gider, hıristiyan pazar günü kiliseye, yahudi cumartesi havraya ama bizim batılılar cuma günü müslümanca camiye gitmedikleri gibi cumartesi pazar günleri ise soluğu kendi modern mabetleri olan meyhanelerde alırlar. Cafe ve barlarda ailecek içmenin demlenmenin keyfini çıkarırlar.
        İşte cumhuriyetin kuruluşundan bu yana batılılaşma ya da modernleşme adı altında yapılan yıkıcı ve dejenere edici uygulama ve çalışmalar ve propagandalar sonunda batının kültürel değerleri ile milli kimliği arasına sıkışmış lumpen bir sınıf ortaya çıkmıştır. Bu sınıf nerede ise devekuşu gibi deve desem değildir, kuş desem hiç değil. bir acayip prototip olarak varlığını sürdürmektedir.  Zaman zaman ise nesillerinin git gide tükeneceği endişesi ile saldırganlaşan ve iktidardan uzak kalmanın da hırçınlığı sağa sola saldıran bu gurubun bu hazımsız ve ilkesiz tepkilerinin zaman içinde azalacağı ve biteceği kesindir. Ve tabirimi hoşgörünüz onlar "bizim sefillerimiz" dir. Ve umuyorum ve diliyorum ve inanıyorum önümüzdeki kısa bir zaman süreci içinde kendiliğinden bitecek ve yeniden  gerçek ve asli "müslüman Türk" kimliğine kavuşacaklardır.    

8 Ağustos 2012 Çarşamba

TÜRKLER-KÜRTLER VE TERÖRİZM

                 Türkler binlerce yıldır özellikle Asya ve Avrupa coğrafyasında değişik devletler halinde varlığını sürdürmüş, zaman zaman ise kısmen de olsa işgal ve esaret altında yaşamıştır. Dağılan Sovyetler Birliğinden bakiye kalan Türk Cumhuriyetleri yıllarca komünizmin pençesinde ve esaretinde yaşamış, halen ise özerk Tataristan, yine özerk Tuva Türk Cumhuriyeti, Çin işgali altındaki Doğu Türkistan,  Balkanlarda Kosova Türkleri, Suriye Türkmenleri, Irak Musul Kerkük Türkmenleri ve belki de en kalabalık nüfusu ile en az  otuz milyon nüfusa sahip İran işgali altındaki güney Azerbaycan Türkleri olmak üzere hala özgürlüğünü kazanamamış Türk toplulukları olduğu gibi bir kısım orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde ise baskı rejimleri sürmektedir. Görüldüğü gibi en az Türkiye nüfusuna denk bir Türk nüfusu ya baskıcı Türk devletleri olarak ya da işgalcilerin elinde, esaret altında varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Bir de işgücü ihracı olarak özellikle Avrupa ağırlıklı bir Türk nüfus  varlığından söz etmek mümkündür. Başta Almanya olmak üzere Fransa, İngiltere, Belçika, Hollanda Danimarka, İsviçre, Avusturya ve Avustralya kıtasında hatta Yeni Zelanda'da bile önemli sayıda Türk nüfusu mevcuttur. (Adını saymadığımız bölgelerde yaşayan Müslüman Türk kardeşlerimiz ise haklarını helal etsinler.)
             İşte tam bu noktada bir soru sormak istiyorum: Bunca geniş bölgeye yayılmış onlarca  milyona ulaşan bu Türk varlığının münferit polisiye vakalar dışında bir terör örgütü ve terör faaliyetinden söz edebilir misiniz?  Elbette "hayır" diyeceksiniz. Çünkü Türk Milleti ne kendi devleti içinde ne de yabancı devlet işgali altında olsa dahi asla ve asla terör ve terörizm yolu ile haklarına sahip olmaya çalışmak gibi bir yolu tercih etmemiştir. Onlarca yıldır İran sınırları içinde kalan Güney Azerbaycan'dan pek çoğumuzun haberi yoktur. Bu bölge İran işgali altındadır. En az otuz milyonluk bir Azeri Türkü bu bölgede yaşamaktadır. Geçmişte bir toplantıda bir Azerbaycan'lı genç kardeşimiz  konuşması sırasında birkaç mısralık bir şiir okumuş ve o şiirinde "menim yüreğim iki parçadır, yarısı Güney Azerbaycandır" demişti. Ve ardından söz aldığımda bu söze istinaden "kardeşimin yüreği iki parçadır ama menim yüreğim yıllardır parça  parçadır, her bir parçası, Azerbaycan, Musul, Kerkük,  Türkistandır, Kırımdır" demiştim. Evet bizim millet olarak yüreğimiz parça parçadır ama yaşadığımız hiç bir coğrafyayı esaretimizi ve acımızı gerekçe göstererek kan gölü haline getirecek hiç bir terör olayının arkasına sığınmadık. Asaletimizden asla taviz vermedik. Hainliği ise asla kendimize sığdıramadık. Ne mutlu bize.
        Bir de bir hatıramı kısaca aktarmadan geçemeyeceğim. Yıllar evvel Mao ve Çin zulmünden Türkistan'dan kafileler halinde ve Türkiye'ye gelip Salihli ilçesine yerleşip burada vefat eden Ali Beg Hakim'in yine vefat etmiş olan oğlu Bilal Beg Hakim başbaşa bir görüşmemizde bir hatırasını anlatmıştı. Mao'nun Çin'e hakim olmasından yıllar sonra Salihli'de iken bir gün İzmir Amerikan Konsolosu  Salihli'ye gelir ve Bilal Beg Hakim'den Çin'de terör ve istihbarat faaliyetlerinde kullanmak için 40-50 kazak genci ister. Bu gençlerin ailelerinin ömür boyu geçimleri Amerikan hükümeti tarafından sağlanacaktır.  Bilal Beg Hakim ise "hiç düşünmeden reddettim. Amerikanın menfaatlerinin oyuncağı olamazdık" demişti. İşte asalet ve büyüklük budur. Bugün ise sınırlarımız içindeki bir avuç hain Kürt, ne kadar Türk ve Türkiye düşmanı güç var ise başta Yunanistan olmak üzere Ermenistan, İsrail ve Türkün batıdaki ezeli düşmanı devletlerin her birinden aldığı bir avuç menfaat karşılığında atalarının bir millet halinde kardeşçe yaşadığı bu coğrafyada ihanetin ve kalleşliğin, terörün, kan ve zulüm ticaretinin kitabını yazmaktadır. Bu oyuna alet olan ne kadar cinsi ve kanı bozuk var ise milyon kere yazıklar olsun. 
       Bugün somut bazı kazanımları olduğunu zannetseler de Türkiye Cumhuriyetini bölmek ve bir parçasına sahip olmak isteyenler elbette hüsrana uğrayacaktır. Ancak, koparmak istedikleri vatan parçası dışında yaşayan Kürt kardeşlerimiz bu ayıpla ve alınlarına sürülmüş bu ihanet damgası ile bizlerle aynı sokakta, aynı mahallede aynı işyerinde hangi yüzle ve nasıl yaşayabilecektir?               

7 Ağustos 2012 Salı

BU DENSİZLİK VE TERBİYESİZLİĞE VE İHANETE ARTIK BİR SON VERELİM!..

                         Mübarek Ramazan ayında Suriyede yaşanan vahşete içimiz sızlarken görmekteyiz ki Türkiye'de de PKK denen baş belası Türk ve İslam düşmanı güçlerin taşaronu ihanet ve terör örgütünün eylem ve saldırıları da hız kesmemiştir. PKK dan Ramazan ya da bayram ya da haram aylar içinde saygı gibi bir asil davranış beklemek mümkün değildir. Bu hain örgütün komünist mi ateist mi zerdüşt mü  putperest mi, mecusi mi ne olduğu belli değildir. Dolayısı ile onlardan hukuka ya da insanlığa ya da inanca uygun bir tavır bekleyemeyiz. Ancak halen mecliste bu kanlı örgütün uzantısı ve sözcüsü olduğunu açıkça ilan eden bir avuç milletvekili BDP isimli parti çatısı altında hem devletten maaşlarını almakta hem de PKK nın savunuculuğunu ve sözcülüğünü yapmaktan geri durmamaktadır. Artık Irak'taki Kürdistan özerk bölgesinden sonra Suriye'de de kendi akıllarınca bir özerk bölge oluşturduklarını zanneden bu zavallılar Türkiye'nin güney ve güneydoğusuna da "KUZEY KÜRDİSTAN" diyerek İran'daki Kürt nüfusla birlikte kırkmilyonluk bir Kürt nüfusun mevcut olduğunu ve İran, Irak, Suriye ve Türkiye'deki Kürt bölgelerini birleştirerek büyük birleşik Kürdistan hayalleri kurmakta olduklarını açıkça dile getirmektedirler. Diğer bölgelerle ilgili  net birşey söylemem mümkün değil ancak Türkiye'deki Kürt nüfusun onbir milyonu geçmediğini adım gibi biliyorum. Bu  nüfusun da % 50 den fazlası doğu ve güneydoğu dışındaki bölgelerde yaşamaktadır. Yine bu nüfusun % 50 den fazlası PKK yanlısı değildir.  Ve diyebilirim ki dört ülke sınırları içindeki Kürtlerin toplam nüfusu da yirmi milyonu geçmez. Bir parantez açarak söylemeliyim ki İran sınırları içindeki güney Azerbaycan'daki Türk nüfusu en az otuz milyondur. Bölücü kürtlerin rakamlarla oynayarak bir yerlere varması mümkün değildir. ayrıca ortadoğu coğrafyasındaki Kürtler şunu bilmelidir ki Türkiye'nin himaye ve desteği olmazsa Fars ve Araplar karşısında ayakta duramazlar bile.
                     Hal böyle iken Türk-İslam düşmanı güçlerin elinde oyuncak ve piyon olan bir avuç Kürt siyasetçi her gün her yerde zehir kusmaktadır. Hani gecenin en zifiri karanlık olduğu zaman sabahın en yakın olduğu zamandır diye bir söz vardır ya aynen bunun gibi hainlerin seslerinin en çok çıktığı zaman, çanlarına ot tıkanacağı zamanın geldiğine işarettir. Dağdaki devlet düşmanı eli kanlı asker ve polis katili silahlı eşkiyaya gıkını çıkarmayıp devletten aldığı milletvekili maaşı ve dokunulmazlığı ile utanmadan devlete  başkaldıran hainler 24 saat içinde dokunulmazlıklarının kaldırıldığını ve o çok adını andıkları İmralı'ya     Abdullah Öcalan babalarının yanına tıkıldıklarını görebilirler. O son nokta gelmeden yapmaları gereken tek şey tövbe etmek, devletten af dilemek ve PKK ya karşı olduklarını PKK ile aynı kefede  ve tarafta olmadıklarını, silahlı bir terör örgütü olan PKK nın silah bırakması ve devlete teslim olması gerektiğini ilan ederek devlet ile PKK arasındaki bu hesaplaşmada taraf olmaktan vazgeçmek ve ve hatta sadece devletin tarafında olmaktır.
                   Bu bağlamda vatanseverliğinden ve cesaretinden şüphe etmediğimiz Sayın Başbakanımızı bu konuda acilen sonuç alıcı bir proje hazırlamaya ve belirttiğimiz doğrultuda PKK sözcülüğü ve yandaşlığı yapan kutsal meclisimiz çatısı altında bulunan bir avuç haini derdest edip işledikleri cürmün hesabını sormaya davet ediyorum. Aksi halde yarın çok geç olabilir. Ezici çoğunluğu ile en az elli milyonluk bir güç ile sivil savunmaya kalırsa bu iş çok masumun da kanı akacak ve bunun vebali devletin gücünü yerinde ve zamanında kullanmayan iktidarın olacaktır.  

6 Ağustos 2012 Pazartesi

HAYIR VE ŞER İTTİFAKI

 Hayır ve şer ittifakı diye bir ittifak mümkün müdür? Mümkün ise eğer nasıl mümkün olur ve örneği var mıdır diye düşünürken gözümün önüne bir dizi olay geliverdi. Manisa’da çok sevdiğim bir kardeşim son görüşmemizde gördüğü bir rüyadan bahsetti. Hayır olsun dedikten sonra anlatmaya başladı. Rüyasında kendini bir camide bulur. Ancak ne kadar uğraştıysa kıbleyi bir türlü bulamaz. Camideki cemaatin her biri farklı yönlere dönmüş ve namaza durmuştur. Düşünebiliyor musunuz?Camiye giriyorsunuz ve herkes farklı yönlere dönmüş, bir başka ifade ile tek olması gereken kıble cemaatin kişisel tercihlerine göre farklılaşmıştır. Fakat cami tektir ve farklı kıbleye sahip olmuş farklılaşmış insanlar bir cami içindedir, fakat bir ve birlik olamamış cem olamamıştır. Camiyi Türkiye olarak düşününüzve içinde yaşayan Müslüman Türk milletini cemaat olarak varsayınız. Cami birdir, cemaat birdir ama kıbleler farklıdır. Ama sureten hepsi Müslümanlığı kimseye bırakmaz. Ama iş kıbleye dönmeye gelince her birinin kıblesi diğerinden çok farklıdır. Bu rüya, ülkemizi ve ülkemiz insanını ne kadar güzel ve veciz olarak anlatmaktadır. Şimdi gelelim cami aynı, din aynı ama kıble nasıl farklı olur bunu yaşadığım bir başka olayla açıklayalım.
Geçtiğimiz günlerde İzmir’de iken sokakta karşılaştığım geçmişte MHP den ve DYP den milletvekili adayı olup seçimlere girmiş emekli bürokrat bir dostum ayak üstü acele acele Burhan Özfatura ile birlikte  bir kısım vatansever ve ulusalcı ve milliyetçi kişilerden oluşan bir platformun toplantısına gittiğini söyledi.
-Hani İzmir’i önümüzdeki mahalli seçimlerde AKP’nin eline düşmekten kurtarmak için bir kısım CHP li ve MHP lilerin ve Burhan Özfatura’nın da içinde bulunduğu ve EGE KOOP başkanı HÜSEYİN ASLAN’ı CHP den büyük şehir belediye başkan adayı olarak hazırlayan gurubun toplantısı mı?
Diye sordum.
-Evet
Deyince de “sana da yuh olsun, İzmir’in muhafazakar belediye başkanı olarak bilinen Burhan Özfaturaya da yuh olsun, MHP lilerle ve  muhafazakar bir isim olarak bilinen Burhan Özfatura  ile işbirliğini düşünebilecek kadar ilkelerinden taviz veren CHP lilere de yuh olsun dedim. Şimdi sizlere soruyorum değerli dostlar, MHP li penceresinden de baksak, CHP li penceresinden de baksak ve hatta geçmişte bir seçim öncesinde adeta bir ermiş gibi bahsettiği ve kalp gözü açık olduğunu söylediği ağabeyi Mustafa Necati Özfatura’nın istihare namazı ve telkini ile seçime girmeye karar verdiğini söyleyen Burhan Özfatura’nın penceresinden de baksak bu hayrın ve şerrin ittifakı değil midir?   Hayır ve şerrin ittifakından hayır gelir mi? Bu şuna benzer: temiz bir yiyeceğin içine necaset karıştığında necasete bir şeyolmaz ne olursa olan temizliğe olmaz mı?
Ve devamında CHP den milletvekili olan eski MHP li ve ANAP’lı Yaşar Okuyan beyefendi, yine beyefendi’nın telkin ve talimatları ile CHP den milletvekili seçilen ailenin damadı eski ANAP’lı İlhan Kesici beyefendi aklıma geldi. Hayır ve şer ittifakının bir başka örneği değil midir bu tablo? Hangi açıdan hangi pencereden bakarsanız bakın bu bir zihin travması değil midir?
Görüyor musunuz değerli dostlar kıbleler nasıl değişiyor ve kıbleler nasıl da çoğalabiliyormuş?Kardeşimin bir rüyası bizi nerelere getirdi gördüğünüz gibi.
Daha fazla zülfüyare dokunmadan son sözümüzü söyleyelim ve arif olan anlasın:
Dilerim ve umarım kıblesi aynı olanların kıbleleri farklılaşmaz ve hayır sadece hayırla ittifak ederek MüslümanTürk milletine yönelmiş her türlü şerri bertaraf eder.

LAZIMLIK -PARFÜM-ŞEMSİYE-TOPUKLU AYAKKABI


       LE MONDE Türkiye Muhabiri Guillaume Perrier bir yazısında Türkiye'yi iki ayrı kategoriye ayırıyor ve birinci gurubu eğitimsiz, ayakkabısını kapı önüne çıkaran, tiyatroya gitmemiş, hiç dansetmemiş, kızları baskı altında olan bir gurup, ikinci gurubu ise "en azından bir düğün salonunda ya da kolej partisinde dans etmiş, sinemaya giden, çok fazla olmasa da kitap okuyan,müzik zevki pop şarkılarla, klasik müzik arasında dolaşan, evi nispeten daha zevkli döşenmiş, kızlarının flörtüne göz yuman, kadınları modern görünümlü, şarabin kalitesinden pek anlamasa da, kadın erkek bir arada içki içebilen, gazetelere bakan, magazin haberlerini izleyen, kendini birinci gruba kıyasla çok gelişmiş hisseden, entelektüel düzeyi çok yüksek olmasa da, batı standartlarına yakın bir grup" olarak tanımlıyordu. Bu yazıdan çok malzeme çıkacağa benziyor.

            Neresinden başlamalı bilemiyorum ki.... Yüzlerce yıl Anadoluda Haçlı ordularına karşı göğsünü siper etmiş bir milletin torunları şimdi daha düne kadar önünde eğilen batılı batıl kafalı toplumların değerlerine teslim olmuş, dejenere ve "batı standartlarına yakın bir gurup" olarak tanımlanabiliyorsa ve bundan rahatsızlık duymuyorsa yazıklar olsun. Bu düşmanın savaşı bir yönü ile kazandığının ve içimizde batı kafalı devşirmelerini yetiştirebildiğinin bir işareti ve belirtisi değil midir?

           Dans, ilk defa Kanuni zamanında Fransa'da yapılmaya başlanmıştı. O zaman Osmanlı İmparatorluğunun sınırları Avrupa’nın ortalarında idi ve Fransa'ya dayanıyordu. Bu dans denen “melanetin” ilk yapılmaya başlandığını duyan Kanuni, zamanın Fransa Kralına bir mektup yazdı. Kanuni'nin Fransa Kralına yazdığı tarihi mektup aynen şöyledir:

        “Ben ki, kırk sekiz krallığın hakanı Kanuni Sultan Süleyman Han'ım. Sefirimden aldığım rapora göre, memleketinizde dans adı altında kadın erkek birbirine sarılmak suretiyle insanlar arasında oyun oynanmakta olduğunu işitmiş bulunmaktayım. Hem hudut olmaklığımız dolayısıyle, iş bu rezaletin memleketime de sirayeti ihtimali müvacehesinde Name-i Hümayunum elinize ulaştığından itibaren derhal son verilmediği takdirde, bizzat Ordu-yu Hümayunumla gelip men'e muktedirim!..” Rivayete göre, Kanuni'nin bu mektubundan sonra Fransa'da yüz sene dans yapılmamıştır.

           Şimdi ise yine Fransız bir gazeteci hakkımızda neler neler yazabiliyor ve düşünebiliyor. Elbette ona düşen böyle düşünmektir de bize düşen nedir. Ben yazı başlığı olaral "lazımlık ve parfüm" dedim. Lazımlık ile parfümün ne ilgisi var diye düşünebilirsiniz. Ya da "lazımlık" kelimesinin ne anlama geldiğini pek çoğumuz bilmeyebilir. Önce lazımlık kelimesini tanımlayalım. Lazımlık yakın tarihe kadar pek çok evde var olan genelde yaşlıların ya da çocukların tuvalete gitmek yerine ihtiyaçlarını giderdikleri leğen biçiminde bir kaptır ki bazı ailelerde tuvalet ihtiyacı için değilde ev içinde lavabo gibi ibrikle su dökülerek el ağız yıkandığı ve hatta içine yaşlıların abdest aldıkları bir kap olarak kullanılmış ve artık tarih olmuş bir kaptır. Ancak lazımlık aslen avrupadan gelmiş bir kaptır ki özellikle Fransada ve diğer avrupa ülkelerinde halk tuvalet ihtiyacını lazımlığa gidermekte ve lazımlıklardaki pislik sokaklara dökülmekte idi. Ortaçağda Avrupanın hali bu idi. Hatta Fransa sarayından bile lazımlıklarla sarayın lağımı pencerelerden lazımlıklarla sokağa döküldüğünden Paris sokakları pislik ve kokudan geçilmez ve çekilmez halde idi. Fransa bu yoğun pislik ve koku üzerine, zaten vaftiz suyu ile mezara girmek başlıbaşına bir fazilet te sayıldığından yıkanmayan Fransızların kendi kokuları ile sokak ve caddelerin kokusunu bir nebze olsun hafifletmek için parfüm denen kuvvetli kokular icat edilmiş ve Fransızlardan diğer Avrupa ülkelerine ve dünyaya yayılmıştır. "tr.wikipedia.org" ta Versay sarayı ile ilgili olarak aynen şöyle denmekte: Sarayın ilginç bir özelliği olarak yapımında tuvalet veya banyo düşünülmemiştir. Bunun sebebi o zamanki asillik anlayışında, asillerin istediği yerde ihtiyaçlarını giderebileceğidir. Bu sebeple Avrupa'da yaygın olarak Versailles sarayının kokusunun "Avrupa'daki tüm saraylardan eşsiz" (Memoirs: Duc de Saint-Simon )olduğu söylenirdi. 1768 yılına kadar da sarayda işleyen tuvalet yoktu. 1789 yılında Fransız Devrimi'nden sonra bütün sarayda sadece 9 tane tuvalet vardı ve bunlar sadece kral ve yakın aile üyelerine aitti. Sarayın geri kalan çalışanları lazımlık kullanırdı ve bu kokular daire ve genel atmosfer ile çalışanların giysilerini tamamen sarardı. Yasaklanmış olmasına rağmen lazımlıklar genellikle çalışanlar tarafından oda pencerelerinden dışarı boşaltılırdı.

           O yıllarda ise osmanlıda nasıl bir temizlik kültürü olduğunu Topkapı Sarayına gidip Harem dairesindeki süt beyaz mermerlerden inşa edilmiş hamam ve tuvaletler ve kurnalara bakarak anlamak mümkündür.

         İnternette bir siteden aldığım yazıyı yorumsuz olarak ekleyip bitirmek istiyorum.
“Şemsiye – Parfüm – Topuklu Ayakkabı” üçlüsü…"
Öyle, üstünden çok zaman geçmedi ha; yanlış anlaşılmasın ilk çağlardan bahsetmiyorum, 18. yy’dan bahsediyorum. “Niye şemsiye icat edilmiş? Niye parfüm ortaya çıkmış? Neden topuklu ayakkabı var?” sorularını sorduğumda cevap verebilecek insan sayısı pek nâdirdir. Çünkü, kimse bu üç unsurun neden ve nerede icat edildiğini bilmemektedir. Biz aydınlatalım…Çağdaş, modern Fransa’nın daha 1700′lü yılların sonlarında; yani 1790′lı yıllarda, evlerinde tuvalet ve banyo yoktu. Evet; şaka, espri, abartı, iftirâ falan değil. Bugün modern denilen Fransızlar daha 200 yıl önce tuvaletlerini evlerinde, sözgelimi oturma odalarında, çoluğun çocuğun, hanımın, büyüklerin gözü önünde yaparlardı. Anlatırken, “Çok afedersiniz” diyerek anlatmak isterdim; ama bu benim suçum ya da utanç kaynağım değil, bunu yapan modern denilen ülkenin suçu-utanç kaynağı. Kendi tuvalet ihtiyaçlarını ortalığa yapmakla kalmayıp, kürek ya da başka aletlerle camdan dışarı fırlatırlardı. Banyo kültürü ise hiç yoktu. Kendi vücutlarına yapışan idrar veya dışkıları temizlemezlerdi; o vaziyette gezerlerdi. Bu da, o dönemde Fransızların çok pis-inde ötesinde pis kokmalarına sebep olurdu. İşte Fransızlar, bu kokuyu bastırmak üzere “PARFÜM”ü icat etmişlerdir. Herkes parfüm kullanacak ve bu ağır koku bir nebze engellenecekti. O dönemde yüksek katlı binalarda oturanlar ise (en fazla 3-4 katlı evler); dışkılarını camdan aşağı fırlatırlar ve dışkılarının aşağıdan geçenlerin üstlerine düşmesinden rahatsız olmazlardı. İşte modern, çağdaş, ileri görüşlü Fransızlar buna da çözüm buldu ve şemsiyeyi icat ettiler. Şemsiye sayesinde, yukarıdan aşağı düşen dışkı, insanların üzerine düşmeyecek, şemsiye insanları koruyacaktı. Tabii, o zamanki şemsiye ile bu zamanki şemsiye aynı değil. Günümüzde, aç kapat şemsiyelerine bakarak aldanmayın. Bir değnek/sopa üzerine dik çakılmış bir tahta ya da kartonla yapılan şemsiyelerden bahsediyorum. Topuklu ayakkabıyı ise neden icat ettiklerini anlamış olmalısınız. Ben yine de söyleyeyim. Fransa sokaklarını dışkı götürmesi, insanların yolda yürürken sürekli dışkılara basmaları, onları topuklu ayakkabı üretmeye itti. Topuklu ayakkabılar sayesinde Fransızlar, dışkılar üzerinde daha rahat yürüyecekti. Ne büyük bir icat değil mi? O dönemin Fransa Kralı, Osmanlı Devleti’nde düzenlenen bir protokole katılır. Osmanlı padişahı, Fransız kralın kokusundan kürsüde konuşamaz. Padişah hemen vezirini çağırır ve Fransız kralın Türk Hamamında yıkanması talimatını verir. Kral, hamamda bir güzel yıkanır ve Fransız kralın verdiği cevap, pek düşündürücüdür: ” Yıkanmak gerçekten insanı rahatlatıyormuş. Yılda BİR (!) defa yapsak hiç fena olmaz…”

            Bu Fransız gazetecinin yazısını okurken burnuma ortaçağ Fransasından bugüne katlanılmaz bir lağım kokusu geldiğini söylemeliyim. Bir Fransızın bu bakışı karşısında "batı standartlarında, şarap içen, kızının flörtüne göz yuman, ayakkabısı ile evine girebilen, çağdaş bir insan olduğunu zanneden öz değerlerinden uzaklaşmış kardeşlerime ziyadesiyle üzülüyor ve tez zamanda kendilerine dönmelerini, asli kimliklerini kazanmalarını temenni ediyorum.




LE MONDE TÜRKİYE MUHABİRİ GUİLLAUME PERRİER'DEN BİR TÜRKİYE ANALİZİ

              Fransız LE MONDE Gazetesi Türkiye Muhabiri Guillaume Perrier bir yazısında aynen "Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor. Bu ülke korkulduğu gibi, ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı. Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor. Cumhuriyet boyunca süren "kültürel bölünme". Bu artık iyice keskinleşti." diye söze başlayarak devam ediyor ve Türkiyeyi iki farklı kategoriye ayırıyor. Bu yazımızda bu değerlendirme ve iki farklı kategori üzerinde duracağız. Bu gazeteci kardeşimiz iki kategoriyi yine kendi ifadeleri ile şöyle tanımlıyor:
1.kategori: "ayakkabılarını sokak kapısı önünde çıkaran,kadınları başı örtülü, erkekleri sokağa pijamayla da çıkabilen,erkek çocukları kahveye giden, kız çocukları tam bir baskı altında yasayan,türkü ile arabesk arası bir müzikten hoşlanan, futbol izleyen,belki de hiç kitap okumamış, hiç dans etmemiş,hiç kari koca birlikte yemeğe gitmemiş, hiç tiyatro seyretmemiş, iyi eğitim alamamış,dini inançları kuvvetli, kalabalık, bir kitle."
2.kategori: "kız lisesi-Kolej yelpazesinde eğitim görmüş,en azından bir düğün salonunda ya da kolej partisinde dans etmiş,sinemaya giden, çok fazla olmasa da kitap okuyan,müzik zevki pop şarkılarla, klasik müzik arasında dolaşan,evi nispeten daha zevkli döşenmiş, kızlarının flörtüne göz yuman, Kadınları modern görünümlü, şarabın kalitesinden pek anlamasa da, kadın erkek bir arada içki içebilen, gazetelere bakan, magazin haberlerini izleyen,kendini birinci gruba kıyasla çok gelişmiş hisseden, entelektüel düzeyi çok yüksek olmasa da, Batı standartlarına yakın bir grup" Bu sınıflandırmadan sonra devam ediyor bu Türkiye'ye özel gazeteci: 
"iki grubun yaşam tarzı birbirinden kopuk.Onları, Batı'daki sınıflar arasında ortak zevk alanları yaratan ,müzik, resim, heykel tiyatro ve sanat gibi, birleştirici kültürel zeminler yok.Hayatları, zevkleri, inanışları birbirinden çok farklı. Hatta birbirine düşmanca. Birinci grup Cumhuriyet boyunca horlanmış, aşağılanmış, itilip kakılmış. Simdi bu grup siyasal olarak örgütlendi. Kalabalıklar. Ve her seçimi kazanacak siyasi bir güçleri var artık. İkinci grup ise azınlıkta. Ve artık bir daha secim kazanma ihtimalleri yok." 
Bu üçüncü tesbitten sonra sıra dördüncü hükme ve tesbite geliyor:
"Bu noktada da tarihi bir paradoks ortaya çıkıyor. Daha Batılı olan "ikinci grup", Batı'nın siyasi değerlerini kabul ederse, bir daha asla iktidarı ele geçiremeyeceğini bildiği için, git gide Batı'ya ve Batı'nın demokratik değerlerine düşman oluyor.Yaşam tarzı olarak Batı'ya düşman olan birinci kesim ise,iktidarı ancak Batı'nın kriterlerini kabul ederek ele geçirebileceğini bildiği için, Batı'yla ilişkileri geliştirmek ve demokrasiyi kabullenmek istiyor. Bu kültürel parçalanmada "ordu" önemli bir role sahip.Eğer, birinci grubu desteklerse ve batı'nın demokrasisi burada kabul görürse, ordu da iktidarını kaybedecek.Aslında birinci grubun çocuklarından oluşan ordu, kendi iktidarını sürdürebilmek için, kendisine benzemeyen ikinci grupla işbirliği yapıyor. Bir anlamda kendi köklerine ihanet ediyor.Bu iki grup, siyasi iktidar için son kez çarpışmak üzere hareketlenmiş gözüküyorlar. Birinci grup ekonomik olarak da güçlü artık, Anadolu'da üretim yapıyor,malını dış dünyaya satıyor. Para kazanıyor. Siyasi örgütünü destekliyor. İkinci grup ise parasal olarak da kuvvetli değil artık. Mevcut iktidarın da baskısıyla giderek ekonomik kazançlarını kaybediyor. Dış dünyayla is yapan, dışarıdan borçlanan büyük burjuvazi, Türkiye'nin ancak demokrasiyle normalleşebileceğine inanan entellektüel kesim, devletin yapısının değişmesi ve dünyayla bütünleşmesi gerektiğini düşünen bir grup bürokrat, birinci grubun destekçileri.Yargı, ordu, bürokrasinin önemli bir kısmı, ikinci grubun arkasında.Ve bu İkinci grup, siyasetle demokrasiyle, iktidarı elinde tutmasının mümkün olmadığını kavradığından,şimdi siyaset ve demokrasi dışında bir çözümün peşinde.Cumhurbaşkanı seçimi; kavganın keskinliğini ve iki tarafın niyetlerini açıkça ortaya koydu.Ordu destekli ikinci grup artık seçim de istemiyor.Ve darbe söylentileri gittikçe artıyor. Cuntalardan söz ediliyor." 
     Darbeye kadar uzanan bu süreçten sonra ise "darbe olursa ne olur" sorusuna bir cevap aranıyor: 
" Yaşam tarzı Batı'ya daha yakın olan ikinci grup, orduyla birlikte iktidara gelir ve Batı'nın desteğini kaybeder. Avrupa buna kesinlikle karşı çıkar. Amerika her zamanki pragmatizmiyle, Kuzey Irak ve Ortadoğu politikalarını ,desteklemesi karşılığında darbeyi kabullenebilir aslında.Ama Amerika'nın önünde de ciddi bir engel var."Demokrasi getireceğim" diye Irak'ı işgal eden bir ülke,dünyaya ve kendi kamuoyuna Türkiye'deki "darbeyi" niye desteklediğini açıklayamaz.Ve Irak faciasından sonra ikinci bir "zorlamayı" gerçekleştirecek gücü yok.İstese de istemese de darbeye karşı çıkacak.Silahını ve parasını Batı'dan alan bir ordu ve ülke, Batı'dan koptuğunda ne yapacak?" Sorusunu soran gazetecimiz cevabını da veriyor:
"Türkiye'de darbe olursa! dünya, tarihte bugüne kadar hiç gerçekleşmemiş,yeni bir oluşumla karşılaşacak. Türkiye, olası bir darbeden sonra, Rusya ve Iranla ortaklık kurmak isteyecek. Silahı, enerjiyi ve parayı bu iki ülkeden alacak. Rusya'yla Iran 'ın elindeki doğal gaz, petrol ve nükleer güç, Türkiye'yi ayakta tutmaya yeter. Ama Rusya- Türkiye- Iran bloku.Dünyanın bütün dengelerini değiştirir. Ortadoğu'nun kontrolünü tümüyle ele geçirir. Avrupa'yı küçük kıtasına hapseder. Kafkasları, Afganistan'ı, Pakistan 'ı kendi gücüne katar. Müslüman dünyayla yakın bir ilişki kurar. Petrol kaynaklarına egemen olur. Çin'le işbirliği yapabilir. Bu gelişme, Avrupa, Amerika ve biraz da Japonya'dan oluşan"Batı" nın, dünyadaki etkinliğini inanılmaz bir bicimde azaltır.Yeni blok asker, enerji ve para acısından çok güçlenir. Böylece, Türkiye'deki çatlama dünyada büyük bir çatlamaya yol açar." 
       Yazı özet olarak ana hatları ile bu. Aslında bu yazıdan kendini her iki kategoriden birinde hisseden tüm vatandaşlarımızın rahatsız olması lazım çünkü bu yabancı gazeteci yazısında her iki gurubu da aşağılıyor. Her iki guruba da tepeden bakıyor. Yalnız bu yazıda iki gurubun tanımlanmasında eksik kalan bazı noktalar var ki bunları görmezden gelemeyiz. 
       Birinci gurupla ilgili yanlış tesbitler erkeklerin sokağa pijamayla çıkması, kız çocukların baskı altında büyümesi, çocukların kahveye gitmesi gibi olmayan şeyler ki kahvehane diye birşey kalmadı gençler için. Kahvehaneler her iki guruba mensup iş gücünden düşmüş emeklilerin vakit geçirdiği ve birbirlerini terapi ettiği yerler. Gençler ise gurup ayırımı olmaksızın "cafe" lerde ve bilgisayar salonlarında ve hatta değişik aktivitelerde değil midir? Kendi entellektüel sınıfını oluşturmuş bir gurubun hiç kitap okumadığını iddia edebilmek ne kadar doğru? Kısaca birinci gurupla ilgili ayakkabıyı dışarda çıkarmak dışında hiç bir doğru tesbit yok. Evet müslüman ayakkabısını evin dışında çıkarır. Evine tuvalete ve sokaktaki her türlü pisliğe bastığı ayakkabısı ile girmez. Ve en önemlisi evinin kapısından içeri köpek sokmaz.
      İkinci guruba gelince; ikinci gurupla ilgili de öncelikle eksik bırakılmış tesbitleri sıralayalım. İkinci gurup büyük bir çoğunlukla evine ayakkabı ile girer, aynen batıda olduğu gibi. İlaveten ailecek kalitesinden anlamasa da şarap içtiği gibi aynen batılılar gibi büyük bir kısmı domuz eti de yer. (bu konuda gözlemlerim ve tesbitlerim var meraklısına) Bu ikinci gurup evini ve yatağını özellikle köpekle paylaşır. Müslümanın kapısından içeri sokmadığı sadece gerekir ise bahçede beslediği köpeği en mahrem dünyasına büyük bir zevkle ve keyifle sokar. Evet evet kendini birinci guruba göre çok gelişmiş hisseder ama sadece bu kendi hissidir. Daha gelişmiş, daha eğitimli, daha zengin, daha mutlu asla değildir. Sözü daha fazla uzatmadan eksik kalmış değerlendirmeleri siz değerli okurlara bırakıp bu paylaştığım, içinde  doğru tesbitlerin de yer aldığı yazı ile ilgili olarak son bir soru sormak istiyorum:
"siz kendinizi bu gurupların hangisinde ya da bu tablonun neresinde hissediyorsunuz?"

4 Ağustos 2012 Cumartesi

BEJAN MATUR'A AÇIK MEKTUP

Sayın Bejan Matur;
Yazdıklarınıza aynen katılıyorum.(21.08.2009 tarihli ZAMAN Gazetesinde) yalnız ilave etmek istediğim bazı şeyler var. Ben doğma büyüme İzmir’liyim. Köyümün adı çocukluğumda DİRMİL idi. Her nedense yıllar evvel KORUCUK olarak değiştirildi. Ama hala biz DİRMİL adını dilden düşürmeyiz. Demem odur ki ne sebeple olursa olsun zorla ne isim ne cisim ne fikir değiştirmek mümkün değil.
Gelelim güneydoğu sorunu ve açılım meselesine. Güneydoğuda şimdiye kadar üniter devlet adına ya da her sebeple olursa olsun resmi güçlerin yaptığı her türlü yanlışın karşısında oldum. Olmaya da devam edeceğim. Devletimizin pek çok anlayış ve uygulamalarına karşı olmak için Kürt olmak gerekmiyor. Ama cumhuriyetin kuruluşundan bu yana olayı sadece bir Kürt meselesi olarak görmek Kürtleri sindirme meselesi olarak görmek doğru değil. Siz hiç örneğin Ege’de Dikili veya Bergama ilçesinin köylerine gittiniz mi? Tavsiye ederim. Bir gidin ve doğuda öyle geri kalmış unutulmuş, ihmal edilmiş köyler göremiyeceğinizi bir kez de siz görün. Ancak kimsenin sesi soluğu çıkmaz batıda. Doğunun dağlarında kükreyen de Kürtlerdir, batının varoşlarında kendilerine kurtarılmış bölge oluşturmak isteyenler de. Sağolsun Kürt kardeşlerimiz hiçbir alanda boşluk bırakmıyorlar. İzmir Alsancak semtinde sokaktaki transeksüellerden birahanelerdeki garson kızlara, her türlü sahne sanatından, sinemaya, pavyonlardaki sorumlu müdürlerden otoparkçılar ve seyyar satıcılara ve pazarcılara ve mafya yapılanmalarına kadar tüm alanlar etnik bir ruhla sahiplenilmekte ve adeta işgal edilmektedir. Ben kendi payıma bazı gelişmelerden hoşnut değilim. Şöyle ki;
Hiçbir ülkede baskı gerekçe gösterilerek ihanet hoşgörülemez. Ne yazık ki çok güzel söylemlerle ortaya çıkan sizler gibi güzel insanlar açıktan açığa PKK terör örgütüne tavır koymada mütereddit kalıyorlar. PKK bir terör örgütüdür. Ülke ve devlet düşmanı tüm güçlerle Yunandan Ruma, Ermeniden Rusa ezeli ve ebedi Türk düşmanı güçlerle bir arada olmak paralel olmak bu örgüt için bir ilke haline gelmiş ise PKK terör örgütüne karşı olmayı, böyle bir yapılanmaya, böyle bir ihanete, böyle bir kalkışmaya karşıyız demeyi neden ıskalar bazı vicdanlar? Kürt kardeşlerimizin hakları ve talepleri bir yana PKK nın kanlı bir terör örgütü olduğunun bir mutabakatla şerh edilmesi gerekir. Aksi halde hiçbir açılım gerçek kardeşlik ve barışı getirmeyecektir. Bu açılımın ardından yakın gelecekte bir kısım ihanet tacirleri “vura vura aldık” diyecekler ve “vura vura” ya da “vurula vurula” aldıklarından fazlasını burunlarından gele gele geri vermeyi sindirmek zorunda da kalabileceklerdir. Türk Milleti binlerce yıldır bedel ödeye ödeye bu günlere gelmiş isim değiştiren devletlerle birlikte sayısız devletler kurmuş ve halen de pek çok Türk Devleti kendi adı ile bağımsız olarak varlığını sürdürmektedir. Ancak tarihe geçmiş bir tane KÜRT DEVLETİ adı veremezsiniz.
Ben kendi adıma eşitsizlik, sürtüşme, kavga ve ezme ezilme olmak üzere hiçbir olumsuzluk istemiyorum. Bu coğrafyada bütün vatandaşlarımız din ve etnik kimlikleri ne olursa olsun kardeşçe ve eşitçe yaşamalıdır. Ancak hainlik etmeden. Namusu dairesinde. Dileyen kendi dilini, kendi kültürünü elbette konuşur ve yaşatır kimse bir şey diyemez, dememiştir, dememelidir. Ancak bu ülkenin müşterek dili TÜRKÇE’dir. Malazgirt’ten Alparslan’dan bu yana ANADOLU TÜRK VATANIDIR. Bu fiili bir gerçektir. Tapusu ise her bir metrekaresinde yatan belki binlerce şehittir. Kürt halkı ise bu vatanı bizimle eşit şartlarda paylaşan ve paylaşmayı kanı ve canı ile hak eden aynı dine ve kültüre sahip olduğumuz kardeşlerimizdir. Yalnız kardeşliğin de bir hukuku vardır elbet. Bu hukuka riayet etmek icap eder. Bakın İngilizler ya da Fransızlar ya da İtalyanlar bazı Arap ülkelerinde kaç sene kaldılar? Ama şu an Suriye’de Arapça yanında Fransızca, Mısır ve pek çok Arap ülkesinde Arapça yanında İngilizce, hatta Cezayir ve Fas’ta Arapça yanında Fransızca, belki Libya’da Arapça yanında İtalyanca anadil gibi öğrenilmektedir. Oysa ki ne cumhuriyet öncesi ne sonrası Türkiye’de Türkçe bile gerçek manada dayatılmamış ve zorla öğretilmemiştir. Aksi halde Kürtçenin esamesi bile okunmayabilirdi. Hal böyle iken Türkçe öğrenmemekte ve Türkçeyi resmi dil olarak kabul etmemekte inat etmenin hiçbir doğru mantığı yoktur.
Sonuç olarak diyeceğim şudur ki;
1-Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı gözümüzün içine baka baka, vura vura, ihanet ede ede, göstere göstere söke söke aldık diyerek bazı haklara sahip olmak belki mümkündür ancak bu haklar asla uzun ömürlü olmayacaktır.
2-Bu hak mücadelesinde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ezeli düşmanları ile ittifak edilerek kazanmak ve sahip olmak mümkün değildir.
3-Biz kimlerin kafasında nasıl bir harita, nasıl bir bölünmüşlük hayali olduğunu bilmekteyiz. Ancak bu kötü bir rüya ve sonrası kabustan öte geçemiyecektir. Türkiye Cumhuriyetinin bu saatten sonra geleceğinde küçülme değil büyüme ve genişleme vardır. Aklı olan bu genişlemeyi görmek ve yaşamak istiyorsa sınırların içinde kalmayı düşünür. Aksi halde sahip olabileceği vatan toprağın üstünde değil ancak altında kalacaktır.
4-Son sözüm odur ki Kürt kardeşlerimizin her türlü insani ve samimi ve iyiniyetli ve dostça hak talepleri onlara analarının aksütü kadar helaldir.

ESİR İKEN MÜMKÜN MÜDÜR İBADET - YATIP KALKIP ATATÜRK'E DUA ET

            Geçmişte Neyzen Tevfik'e ait olduğu iddia edilen bir şiir ile bir kısım insanlarımıza hakaret etmek isteyenler olmuştu. O şiire nazire olarak başka bir şiiri altına eklemiştim. Bugünlerde aynı şiiri ve videoyu yeniden görünce  aynı şiiri ve yazdığım cevabı yeniden paylaşma gereği  duydum. Küfür küfründen vazgeçmiyor. Öyle bir dönemdeyiz ki ayrışmayı doğuracak bazı farklılıklardan çok birliğimizi ve beraberliğimizi güzelleştirecek paylaşımlarımızla birlik ve beraberliğimizi pekiştirmemiz gerekir. Bu çerçevede analarımızın başları örtülüdür, bazı akraba dost ve yakınlarımızın başları örtülüdür, aynı şekilde bazılarımızın da başları açıktır, kimimiz camide eyleşir kimimiz meyhanede. Ama bu asla ve asla ayrışmaya ve düşmanlığa neden olmamalıdır. Karadenizlinin hesabı gibi(Amerikaya giden Temel siyah beyaz ayrımını görünce  demiş; nedir bu siyah beyaz farkı olmaz böyle şey, farzedin ki hepiniz yeşilsiniz, bırakın bu ayrılığı ve kavgayı dedikten sonra şöyle bir bakmış kalabalığa ve devam etmiş koyu yeşiller sola açık yeşiller sağ tarafa toplansın.) Hem eşit olacağız hem de daha çok eşitler daha az eşitler gibi bir ayrışmayı asla kabul etmememiz gerekir. Biz kapalısı ile açığı ile, daha dindarı daha az dindarı ile hatta farklı etnik kimlikleri ile bu ülkeyi vatan kabul etmiş bütün vatandaşlarımız bizimdir bizdendir. Kimseyi düşünce ya da hayat tarzı nedeniyle daha az eşit ya da daha küçük görmek haddimiz değildir. Hepimiz birbirimize saygı duymak zorundayız deyip aşağıdaki şiirleri nakletmek sureti ile sözlerimize bir son verelim:

BİR ŞİİR
Ne ararsın Tanrı ile aramda?
Sen kimsin ki orucumu sorarsın?
Hakikaten gözün yoksa haramda,
Başı açığa niye türban sorarsın!

Rakı, şarap içiyorsam sana ne.
Yoksa sana bir zararım içerim.
İkimiz de gelsek kıldan köprüye
Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim.

Esir iken mümkün müdür ibadet?
Yatıp kalkıp Atatürk'e dua et.
Senin gibi dürzülerin yüzünden,
Dininden de soğuyacak bu millet.

İşgaldeki hali sakın unutma,
Atatürk'e dil uzatma sebepsiz.
Sen anandan yine çıkardın amma,
Baban kimdi bilemezdin şerefsiz...
Şiir: (Neyzen Tevfik)


BİR CEVAP
Bir işim yok Tanrı ile aranda,
Ne orucun ne namazın sorarım.
Ancak Tanrım sorar öte dünyada,
Ben bunları bile hayra yorarım.

Rakı şarap içen, içer kendine,
İbadet edense, eder kendine,
Başın örten örter, o da kendine,
Ben örtüme karışana şaşarım.

Hem karışır, hem karışma bana der,
Kaymak benim, posa kalsın sana der,
Ne laiklik, ne eşitlik birader,
Böyle işin anasını satarım.

Osmanlının mirasında otlarsın,
Dışa susar, sen hep içte patlarsın,
Her hayırda hasedinden çatlarsın,
Yeter gayrı kuyruğundan tutarım….

Acep dürzü kimdir, olsa babandır,
Atatürk’ü alet eden, nasıl adamdır?
Hakka teslim olan, gerçek insandır,
Ben insanım, insan gibi yaşarım.

Atatürk’le yok ilgisi sizlerin,
Dinimle de yok ilgisi sizlerin,
Dünyadan da yok bilgisi sizlerin,
İnanmayan aptallara şaşarım.

Alparslanım Malazgirtten girmese
Osman Gazi Söğütümde esmese,
Sultan Mehmet Bizansı fethetmese,
Atan da yarımdı, anan da yarım.

Uydur uydur, küfürler et dinime,
Karış bana, karışma de içkime,
Sarhoş ol da boynuz taktır kendine
Merak etme elbet hesap sorarım.

Unutma sayınız, az gelir bize,
Bu vatan, bu ülke dar gelir size,
Allah’tan korkmasak ar gelir bize,
Gök kubbeyi başınıza yıkarım.

YIKILAN PUTLAR

             Bazı gerçekleri görmemek, görememek için kör olmak lazım. İşte onlar ki gözleri var görmezler, kulakları var işitmezler, onların kalpleri mühürlenmiştir. O kalbi mühürlü olanlar ne talihsizdir. Onlar ne bahtı karadır. Onlara sadece acımak lazım. Onlar kendilerini çok bilgili zannediyor. Onlar kendilerini çok entellektüel zannediyor. Onlar kendilerini bilimsel düşündükleri zannı ile avutuyor. Onlar bilmiyorlar ki kendi düşüncelerini paylaştığını zannettikleri bir çok büyük düşünür dönüp dolaşıp hakka teslim oluyor. Hatta isimlerini bile değiştiriyor. Hani bir zamanlar Avrupanın yeni Karl Marks’ı denen bir adam vardı. Roger Garaudy. Yarım asırdan fazla süren bir araştırma devresinden sonra, 1981'de 68.yaşında Müslüman oldu. 1913'de Marsilya'da doğdu. Dinsiz bir ailenin çocuğuydu. Fakat o, "Protestan Gençlik Teşkilatının başkanlığını yapmış, aynı yıllarda (1933) Fransız Komünist Partisi'ne de üye olmuştu.1956'da Komünist Partisi Siyasî Büro Şefi oldu. Marksist Araştırma ve İncelemeler Enstitüsü'nün Müdürlüğünü yaptı. Marksist felsefeyi çeşitli yönleriyle araştıran çok sayıda .eserler yayınladı. Ve sonunda bütün teorileri yıkarak müslüman oldu, adını bile değiştirdi.
Hani bir Cemil Meriç vardı. Hala onun sosyalist öldüğünü zannedenler ve bununla teselli bulan fikir fukaraları da yok değil. O da dönüş yaptı ve Hakka teslim oldu. Onca fikri, felsefi, edebi eserle birlikte Prof. Dr. Ümit Meriç gibi çok hayırlı bir evlat bırakarak göçüp gitti.
19.yüzyıl sonlarında ortaya çıkan Marksist teori yirminci yüzyılı bile tamamlayamadan SSCB de 1917 ekim devrimi ile pratikle buluştuğu gibi pratiğe taşıyan Lenin heykelleri ile birlikte 21.yüzyıla kavuşamadan yıkıldı gitti. Çin’de ise bir başka pratisyen Mao dönemi yine bir insan yaşını aşmayan bir ömür sonunda batı kapitalizmi önünde diz çöktü. Bir dönem kapandı gitti. Küba’da ise Castro’nun ölümüyle sadece köhne bir Marksist nostaljik müze olmanın ötesinde hiçbir şey kalmadığını iddia etmek herhalde sadece gerçeğin ifadesidir.
Bizde ise Cumhuriyet gazetesinin kıdemli yazarlarından Nadir Nadi’nin Sovyet Rusya gezi izlenimlerini yazdığı “iki Sovyet Rusya” isimli eserinin bir yerinde mihmandarına “hala Rusya’da neden kiliseler açık” diye sorduğunda mihmandarı aynen şu ifade ile göğsünü gere gere “İsa’nın dini Sovyetler birliğinde can cekişen bir hastadır, kiliseler açıktır ama üç beş ihtiyardan başka giren çıkan yoktur, rejimin teminatı komünist partili dinsiz gençlerimizdir” dediğini yazıyordu. Yine aynı eserin bir yerinde üniversite yurtlarını gezen Nadir Nadi aynı kompleks içindeki hastaneyi de gezer ve hastanenin bir servisinde bir de bakar çocuk sesleri. “Bu da ne” diye sorar mihmandarına. mihmandarı ise “burası doğum servisi, yurtta kalan kızlarımızdan hamile olanların doğumları burada yapılır” deyince Nadir Nadi yine sorar. Yani bu çocuklar burada evlenebiliyorlar mı? Mihmandarı cevap verir. “Rusyada evlilik formaliteden başka bir şey değildir. Devlet sadece hamile kızlarımızın doğumlarını yaptırır, hepsi bu”. Evet gerçekten Sovyet Rusya’da ekim devriminden sonra 1917 den itibaren yargısal boşanma kaldırılmış evlilik müessesesi dolayısı ile kaldırılmış ve bu uygulama 30 yıl müddetçe sürmüştür. Otuz yılın sonunda ise neseple ilgili sorunlar nedeniyle yeniden yargısal boşanmaya dönülmüştür. Meraklısı İstanbul Hukuk Fakültesi yayınlarından Prof. Dr. S.Sulhi Tekinay’ın “Mukayeseli Türk Aile Hukuku” kitabına bakabilir. Bundan da anlaşılmaktadır ki Sovyetlerde komünizmi nesebi belli olmayan bir nesil bile kurtaramamıştır. Nadir Nadi bunları elbette iyiniyetle yazmıştı. Ama gördük ki can çekişen hasta sadece komünizmmiş ama bunu Nadir Nadi de görememişti. İsanın dini dimdik ayaktadır. Ve elbette İslam dini dimdik ayaktadır. Son yıllarda komünizmi tasfiye eden Rusya İslam Konferansı örgütüne müracaat ederek yoğun Müslüman nüfusu ile bir İslam ülkesi sıfatı ile bu örgüte üye olarak katılmak istemiştir.
Kördür bu gerçekleri göremeyenler. Sağırdır çağın imanlı sesini duyamayanlar. Ve onların kalpleri mühürlüdür imanı ve İslamı hissedemeyenler. Onlar ne kadar talihsiz ve onlar ne kadar bahtı karadır. Bütün putlar yıkılmıştır. Ya da sırası geldiğinde yenileri de yıkılacaktır. Lat, Menat, Uzza, ve sonrasındaki bütün insanoğlunun şeytana tabi olarak diktiği putlar, Lenin, Mao ve diğerleri. Ama çöl kanunu, ya da efsanesi dedikleri İslam dini milyarların kalbinde ve gönlündedir. Hadi yıkın bakalım Allah sevgisini, Peygamber aşkını silin gönüllerden. Silemediniz, silemezsiniz, silemeyeceksiniz. Ama sizin taptığınız putlarınız bir bir yıkılacak ve yok olacaktır. Düşünün bir geçmişten bugüne kimlerin, kimlerin putları yıkılmıştır, yıkılmaktadır. Evet, bu tarihin durdurulmaz akışıdır.

MUHTEŞEM SÜLEYMAN'DAN SARKOZİ'YE



Mektupta  Sultan Muhteşem Süleyman aynen;
“Ben ki,
Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Dulkadir Vilayeti’nin ve Diyarbakır’ın ve Kürdistan’ın ve Acem’in ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve daha nice memleketlerin ki, yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dâhi ateş saçan zafer kılıcımla fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezıd Hân oğlu, Sultan Selim Han oğlu, Sultan Süleyman Han’ım.
Sen ki,
Françe vilayetinin kralı Françesko’sun.
Sultanların sığınma yeri olan kapıma, adamın Frankipan ile mektup gönderip, memleketinizin düşman istilâsına uğradığını, hâlen hapiste olduğunuzu bildirip, kurtulmanız hususunda bu taraftan yardım ve medet istemişsiniz. Her ne ki demiş iseniz benim yüksek katıma arz olunup, teferruatıyla öğrendim.Padişahların bozguna uğraması ve hapsedilmesi acayip değildir. Gönlünüzü hoş tutup, hatırınızı incitmeyiniz. Bizim ulu ecdadımız, daima düşmanı kovmak ve memleketler fethetmek için seferden geri kalmamıştır. Biz dahi onların yolundan yürüyüp, her zaman memleketler ve kuvvetli kaleler fetheyleyip gece, gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Allah hayırlar versin ve iradesi neyse o olsun. Bunun dışındaki vaziyet ve haberleri adamınızdan sorup öğrenesiniz.’”
Mohaç Savaşı sonucunda dersini alan ve Viyana kuşatması ile de iyice gözü korkutulan Alman İmparatoru Şarlken, François’yı serbest bırakmak zorunda kalmıştır. Kanuni’nin mektubunda dikkati çeken nokta, Fransa Kralı'na "Sen ki Fransa vilayetinin Kralı Françeskosun" şeklindeki hitabıdır. Bu, Kanuni’nin Fransa’yı küçük bir vilayet, Fransa Kralı’nı da bir vali olarak görmesinin bir ifadesidir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın François’a bir başka mektubu:
Dans, ilk defa Kanuni zamanında Fransa'da yapılmaya başlanmıştı. O zaman Osmanlı İmparatorluğunun sınırları Avrupa’nın ortalarında idi ve Fransa'ya dayanıyordu. Bu dans denen “melanetin” ilk yapılmaya başlandığını duyan Kanuni, zamanın Fransa Kralına bir mektup yazdı. Kanuni'nin Fransa Kralına yazdığı tarihi mektup aynen şöyledir:
“Ben ki, kırk sekiz krallığın hakanı Kanuni Sultan Süleyman Han'ım. Sefirimden aldığım rapora göre, memleketinizde dans adı altında kadın erkek birbirine sarılmak suretiyle insanlar arasında oyun oynanmakta olduğunu işitmiş bulunmaktayım. Hemhudut olmaklığımız dolayısıyle, iş bu rezaletin memleketime de sirayeti ihtimali müvacehesinde Name-i Hümayunum elinize ulaştığından itibaren derhal son verilmediği takdirde, bizzat Ordu-yu Hümayunumla gelip men'e muktedirim!..” Rivayete göre, Kanuni'nin bu mektubundan sonra Fransa'da yüz sene dans yapılmamıştır.
YORUMA GEREK VAR MI? ÖZLEDİĞİMİZ FOTOĞRAFLARDAN BİRİDİR......
Boy takıntısıyla bilinen Sarkozy her ne kadar sinirleri bozmaya gelse de Başbakan Erdoğan'dan oldukça aşağıda kaldığı bu fotoğraf Fransız liderin canını fazlasıyla sıkmıştır. Erdoğan'ın görüşmede Sarkozy'ye hediyesi de manidar. Başbakan, Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransa Kralı Fransçois'ya yazdığı mektubun tıpkıbasımını ve Fransızca tercümesini hediye etti. Mektupta, Alman imparatoruna esir düşen Fransçois'nın yardım isteğine Kanuni'nin Fransız kralını küçümseyen ifadeleri yer alıyor. Mektubun günümüz türkçesine çevrilmiş metnini notlarda paylaşacağım. aslında haddini bilmez Sarkozy'ye Sayın Başbakanımızın verdiğini bu hediye en az Davos çıkışı kadar anlamlı ve cesur bir çıkıştır. kendi adıma teşekkür ediyorum.

DARAĞACINDAKİ FİDANLAR

Velican benden tam 7 yaş küçükmüş. Aynı yıllarda İstanbulda yaşadık yıllarla. Görmedim kendisini yakından ama duydum adını. Ali Bilir gibi o da çilesini yıllarla mahpuslukta doldurdu. Bu ikisinden ayrı sene 1975 ten itibaren sanırım 1975 kasımında idi ki Yaşar Özcivlez ile başlayan şehid uğurlama konvoylarındaki  şehid taşıma merasimlerimiz sabah namazında başlar ve akşam karanlığına kadar sürdüğü de olurdu. İsmail Tığlı, Zeki Bük, Murat Şahbaz ve ismini bile unuttuğumuz onlar, yüzler omuzlarımızdan ahrete doğru uçup gittiler. Onların hepsi şehidler kervanına katılanlar, kardeşlerimiz, adları bile çok önemli olmayan ama ciğerparelerimiz……. Ve yıllarca sağ kalmanın utancıyla ve mahcubiyeti ile yaşadık. Ölmemenin utancı ile.  Biz de koşturduk, kaçtık, kovaladık, düştük yuvarlandık, tırmalandık, kanımız da aktı zaman zaman, önümüzden arkamızdan düşenler oldu, kaldırdık, kucakladık. Ama ölmedik ölemedik. Bu gün ise onca şehidimizin adını bile unutup ta hatta aşağıdaki yazıdaki gibi aynı hücreyi ya da koğuşu paylaştığı şehidlerin davasını,  rezil ve pespaye kasetlerle ve yaşamlarla sürdürenlere mi yanmalı, yoksa onca adı unutulmuş şehidimizi bırakıp ta her nasıl bir moda ise “darağacında üç fidan-Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan” üçlüsüne neredeyse üç ihlas bir Fatiha okuyacak ya da hatim indirecek derecede mahzun türküler yakan eski ülkücülere mi yanmalı bilmem?... İmamın dini telkinleri ardından kuş gibi uçan giden Halil Esendağ ve Selçuk Duracık ta idam edildi, Mustafa Pehlivanoğlu da. Ama ülkücünün aklını, imam ve dini telkin bile istemeyen Deniz Gezmiş sevgisi ile karıştıranlara helal olsun. Ve o gaza gelenlere ise yuh olsun.

Yeni Akit Ankara Temsilcisi Yener Dönmez, bugünkü yazısında MHP’de deprem etkisi yapan kaset skandalıyla ilgili ülkücü camiayı yakından ilgilendiren henüz gün yüzüne çıkmış yepyeni bir anekdot aktardı.
Güneşli Mezarlığı’nda sızlayan kemikler!
Velican 1963’te İstanbul’da doğdu.
Ailesi Çin işgalindeki Doğu Türkistan’da zulme maruz kalmış ve Türkiye’ye göçmüştü.
1970’lerin Türkiyesi’nde daha 13 yaşındayken Türk İslam Ülküsü’ne gönül vermiş Velican, siyasi faaliyetlerin içindeydi.
Sosyalist görüşlü Polislerin (Pol-Der) ağır işkencelerinden geçti, o yaşta ön dişleri bu nedenle paramparçaydı.
Yapmadığı pek çok suçu işkence ile imzalatılan ifade tutanaklarıyla üstlendi.
15 yaşında 78’de Sağmalcılar Cezaevi’ne kondu.
Cezaevi arkadaşlarından biri de İhsan Barutçu’ydu.
Hapishaneye düşmesinden 10 yıl sonra 26 Mart 1988 gecesi Gaziantep Cezaevi’nde uykudayken, 2 sosyalist tutuklu tarafından yatağında şişlenerek öldürüldü.
İstanbul Bakırköy Güneşli Mezarlığı’na defnetti ailesi...
Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal; “1987 yılında Velican Oduncu’ya hapisten kaçırılarak Turgut Özal’a suikast düzenlemesinin.” teklif edildiğini; Velican’ın, “Ben alnı secdeye değen adama kurşun sıkmam.” diyerek bu teklifi reddettiğini söylemişti.
Savcılık ifadelerine de geçen bu sözler, Velican için bir kere daha tarih önünde şahitlik eder inşallah.
Alnı secdeye değene kötülük yapmadığı gibi, işkence altında imzalatılan ifadelerdeki kötülükleri de yapmamıştı Velican.
15 yaşında girdiği cezaevinde, 25 yaşında bir delikanlı ay yüzlü, çekik gözlü, yakışıklı bir delikanlı olarak hayata veda etti Velican...
Eline kadın eli değmedi Velican’ın...
Tıpkı Mustafa Pehlivanoğlu gibi...
“Nişanlıma da selam eder, Cenab-ı Allah’ın mutlu bir yuva kurması için ona yardımcı olmasını dilerim.” ifadesiyle veda mektubunu bitirmişti Mustafa Pehlivanoğlu, 22 yaşında ülkücülükten asılmadan bir saat önce...
Mustafa, idama yürürken bile nişanlısı için namusuyla yaşayacağı bir yuva diliyordu rabbinden...
Velican, 15 yaşında girdiği hapisten kurtarılmayı “alnı secdeye değen birine” kötülük yapmaya tercih etmedi...
Velicanlar, Mustafalar namuslarıyla yaşadılar.
Bir dava ancak böyle insanların omuzlarında yükselir...
Ve bir dava, uçkuru peşinde koşanlarla batar.
Bugün tarihte ilk defa ülkücüler namus meselesiyle anılıyorsa, bu suç Velican’ın hapis arkadaşı İhsan Barutçu gibilerin yüzündendir.
Suç onlarda olduğu kadar, bu isimlere MHP’nin en kilit konumlarını veren Devlet Bahçeli’nindir de elbette.
Has dairesine aldığı adamların elinden, dilinden, belinden haberdar olmayan bir lidere bir memleket nasıl emanet edilir?
Bir ülkü nasıl teslim edilir?
Kadın nedir tanımamış, eli kadın eline değmemiş Velican ve Mustafa; Ülkücülüğü temsil eden 3 Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul İl Başkanı, elalemin karısıyla kızıyla düşüp kalksınlar diye düşmediler toprağa.
Durumun vahametinin, toplumda oluşan tepkinin farkında değil MHP yönetimi. Bir dava tarihe gömülmek üzere...
Ülkücü gençlerin başı öne eğik...
Üniversitelerde, liselerde ülkücü gençler solcuların alay konusu oldu.
El def çalıp oynarken, beklenecek zaman çoktan geçti.
Muhafazakar ülkücüler bir bir tasfiye edilirken yeterli tepkiyi göstermeyenler, şimdi MHP yönetiminin topyekün istifasını sağlamazlarsa, bu seçim bir davanın uğurlama törenine dönüşecek...
Yazık çok yazık!

KÜRTLERE MANİFESTOMDUR

                 Bazı gerçekleri bazı beyinsizlerin beynine ondörtlü çivi ile mi çakmak lazım bilemiyorum. Nasıl başlamalı nasıl anlatmalı bir türlü içinden çıkamıyorum. Aklıselim sahiplerine sesleniyorum desem zaten aklıselime seslenmeye hacet yok. Aklıselim olanlar her şeyi görmekte ve anlamakta. Aklıselim olmayanlara ise bir şey söylemeye hacet yok. Onlar ne deseniz anlamayacaklardır. O zaman nerede ise Nasrettin Hoca gibi kısadan mı kestirmeli acaba?.... aklı selim olanlar aklıselim olmayanlara bir şeyleri nasıl anlatabilir ki?.... 
                Daha üç beş yıl evveline kadar dağdaki eşkıya der geçerdik. Abdullah Öcalan’a sayın demeye bile korkarlardı. Ama bugün bakıyoruz ki ciklet çiğner gibi birileri istiklal marşı okunmayan salonlarda pkk bayrakları ve renkleri ile arz-ı endam ediyorlar ve “sayın Öcalan” demeyi bir hüner sayıyorlar. Abdullah Öcalan sayın mıdır değil midir o bir tarafta dursun da bu zatın hakkında bildiğim adeta kesin bilgilerden birkaçı şunlardır ki:
                 1-Etnik olarak kökü Kürde değil ermeniye dayanmaktadır.
                 2-Kürtçe bilmemektedir.
                 3-Ergenekon sanıkları ile çok yakın temas içinde olduğu ve hatta Milli istihbarat teşkilatı ile öğrenciliğinden itibaren irtibatta olduğu, eşi Kesire Öcalan’ın doğumunun Türkiye’de devlet tarafından yaptırıldığı kesin bilgidir. Eşinin de MİT mensubu olduğu bilinmektedir.
                 4-Uğur Mumcu’nun Öcalan devlet ilişkisi üzerinde çalışırken katledildiği de bilinmektedir.
                 5-Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük ile Abdullah Öcalan’ın dostlukları ve sıkıfıkı ilişkileri resimlerle ve diğer belgelerle deşifre olmuştur.
                 6-ordu içindeki bazı birimlerin PKK militanlarını adeta kendi personelleri gibi gördüğünü gösteren konuşmalar deşifre olmuştur.
                 7-PKK nın örgüt olarak kürt halkının hakları bir yana uluslar arası güçlerin taşaronluğuna soyunduğunu bilmeyen yok gibidir.
                 8-PKK dağ kadrosunun yıllardan beri özellikle ermeni tabanından beslendiği de başka bir gerçektir.
                 9-PKK nın marksist Leninist ve ateist bir ideolojiye sahip olduğu da inkar edilemeyen bir gerçektir.
                 10-Bütün bunların üstüne şu satırların yazıldığı saat ve saniyelere kadar PKK nın sahip olabildiği her türlü silahla T.C devletine savaş açtığı, asker ve polis güçlerine ve bilcümle sivil görevliler de dahil olmak üzere her kadedemedeki devlet görevlilerine haince ve alçakça saldırmayı yegane görev saydığı apaçık görülmektedir. Her gün şehid cenazeleri ard arda ailelerine teslim edilmekte, gözyaşı ve  acı artık çekilmez hale gelmektedir.
                 11-Dağdaki ve doğu ve güneydoğudaki il ve ilçelerde ve beldelerdeki acımasız ve hain saldırıları bir yana batıda İstanbul ve İzmir dahil olmak üzere büyük şehirlerde ve hatta bazı ilçelerde PKK yandaşı olmak ve PKK ya arka çıkmak maksadı ile yollar sokaklar caddeler, işyerleri ve araçlar yakılmakta yıkılmakta bu alçak ve namussuz saldırılar aklı selim sahibi çoğunluğu ajite ve tahrik edici bir tarzda  kadın kız çoluk çocuk haince ve düşmanca saldırılarla toplumda anarşi ve karışıklık çıkarmaya devam etmektedirler.
                 12-BU çerçevede BDP adındaki partinin artık PKK nın siyasi uzantısı ve maşası olduğunu bilmeyen kalmadığı gibi bunu inkar etmek gibi bir yola dahi gitmeyen BDP yetkilileri ve milletvekilleri seçimlere girip bir gurup dahi kurdukları halde TBMM ne gelmeye dahi tenezzül etmemişler ve kaç aydan bu yana maaşlarını aldıkları ve milletvekili dokunulmazlıklarından yararlandıkları halde milletvekili olmanın gereğini yerine getirmedikleri, yemin dahi etmedikleri halde arsızca ve yüzsüzce ve utanmazca tanımadıkları ve saygı duymadıkları devletten maaş almaya devam etmektedirler.
                 13-Bütün bunları bir türlü anlamak mümkündür. Ancak bunca açık seçik gerçeklere ve ihanetlere karşın yüzlerce yıldır kardeşçe yaşadığımız Kürt kardeşlerimizden BDP dışındaki partilere oyverenlerin suskunluğunu anlayamadığımız gibi mazbut ve mütedeyyin bir çerçevede göründükleri halde örneğin cami cemaatından  oldukları inançlı ve imanlı bir hayat yaşadıkları halde BDP ve PKK yandaşı gibi davranan kürt kardeşlerimizi de anlamakta zorluk çekmekteyiz.
                 Sonuç olarak diyeceğimiz odur ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendi içinden çıkan ve siyasi, dini ya da dünyevi bazı gerekçelerle halka zulmeden her unsura karşı yiğitçe karşı durmasını bilmiştir. Ergenekon yapılanması ve ordu içindeki antidemokratik örgütlenmeyi çözme noktasında devletin gösterdiği üstün gayret ve fedakarlık ortadadır. Türk Milleti zulme karşı yüzlerce hatta binlerce yıldır mazlumun yanında olmuş ve asla zulmün ve zalimin yanında olmamıştır. Son cumhuriyet döneminde ise doğu ve güneydoğuda kürt kardeşlerimizin değişik zamanlarda değişik biçimlerde zulme uğradıkları doğrudur. Ama bu onların kürt oldukları için değil sistemin başka nedenlerle halka karşı düşmanca örgütlenmesi nedeniyle genelde yapılan zulümden onlara düşen paydır. Aksi halde cumhuriyetin kuruluşu sonrasında ÇERKEZ ETHEM meselesini, katledilen Trabzon mebusu ALİ ŞÜKRÜ BEY meselesini, idam edilen binlerce insanımızın( İskilipli Atıf Hoca, Topal Osman v.s) katlini nasıl açıklayacağız?.... onlardan hiç biri kürt olduğu için değil  sistemi sorguladıkları için ya da  sistem için bir tehlike oldukları için katledildiler.Hatta yakın tarihte Andan Menderes ve arkadaşları bile kürt olduğu için mi idam edildi? Kürtler şunu bilmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti Devletinin haksız uygulamalarından Kürtlerden daha çok Türkler mağdur olmuş mağdur edilmişlerdir. 
                 Söylenecek söz çoktur ancak söz anlayana söylenir. Anlayan anlayacak anlamayan ya da anlayamayan ise  hiç eveleyip gevelemeden gerçek yüzünü gösterecek ve Kandildeki kardeşlerinin yanında saf tutacaktır. Yok öyle şey camide cumada bayramda bizim safımızda yanıbaşımızda  gönülde ise kandildekilerin yanında olmak gibi bir münafıklığı biz yemeyiz de yutmayız da……
                 AKP iktidarı ise artık meclis açılır açılmaz, bu devletten maaş aldığı ve milletvekili dokunulmazlığı arkasına saklanarak devletin polisine tokat atacak kadar terbiyesizleşen    kadrolu teröristleri tasfiye ile yeni yasama yılına başlamalıdır.   Sayın Başbakan israile karşı gösterdiği dik duruşu ve zeybekliği içimizdeki hainlere ve işbirlikçilerine karşı da göstermelidir.      Meclise gelme tenezzülünde bile bulunmayanların milletvekilliklerinin düşürülmesi için gerekli yasal düzenlemeler yapılmalı, artık gerçek yüzünü gösteren bu kandilin sözcüleri ve yalakaları meclise gelseler bile meclise sokulmamalıdır. T.B.M.M ne gelerek namusu dairesinde hak kavgası vermek isteyen ve devletimizin bir vatandaşı olduğunu kabul eden herkesin görüş ve düşünceleri başımız gözümüz üstünedir. Ama kandilin ve eli silahlı eşkiyanın taraftarlığına soyunanların kirli ayakları o kutsal meclisin zeminini kirletemez.  Buna izin verenler ise bunun bedelini ergeç ödeyecektir. Sayın Başbakanı geçtiğimiz yıl uluslararası sularda 9 vatandaşımızı katleden terörist devlet İsraile karşı aldığı tedbirlerden evvel mavi Marmara olayından bugüne 9 değil en az birkaç yüz asker ve polisi sınırlarımızın içinde katleden şehid eden PKK ya en sert tedbirleri almalıdır. 
Son sözümüz ise yeniden yazılması gereken anayasa metni ile ilgilidir. Yeni anayasamızın kırmızı çizgileri belirlenmelidir. Örneğin yeni anayasaya “anadilde eğitim” gibi bir madde koymak PKK nın ihanetinden daha büyük bir ihanettir. Anayasada etnik olarak asla KÜRT lafzı olmamalıdır. Bu devletin  her dine ve etnik köke mensup vatandaşları devletin müşterek değerlerine, istiklal marşı dahil her türlü kutsallarına saygı duymak zorundadır. Bu anayasal bir görevdir.  Türkiye Cumhuriyeti Devleti kimliğini taşıyan her etnik ve dini gurupların dil ve dinleri ile kültürel hakları anayasanın güvencesi altındadır. Ancak resmi dil Türkçedir. Devlet dil ve din eğitimi ile ilgili olarak talep halinde her türlü tedbiri alır ancak “resmi dil ve eğitim dili Türkçedir”  maddesi değiştirilemez maddelerden olmalıdır.  Bu gün Almanyada bile gıkı çıkmadan Alman vatandaşı olabilmek için çatır çatır almanca öğrenmek için gecesini gündüzüne katanlar neden anadil türküsünü Almanyada söylemiyorlar?.....  
                                 Sivil resmi tüm görevliler, büyükler küçükler, tüm farklı etnik ve dini kimlik taşıyan TC vatandaşlarınınbu ülkede insanca ve eşitçe yaşamak için olmazsa olmaz uyması gerekenlerin başında gelenler:
                 -eğitim dili ve resmi dil Türkçeyi öğrenmek,
                 -Türkiye cumhuriyeti devleti vatandaşı olmayı bir onur saymak,
                 -istiklal marşımıza saygı duymak olduğunu bilmeliler ve ona göre davranmalıdırlar. Aksi halde bu bir tehdit değil gerçektir ki istiklal Harbinde şehid olan dedelerin torunları son ferdine kadar tükenmeden asla ve asla teslim olmayacak ve bu vatanın bir taşını bile ite köpeğe yedirmeyecektir.
                   Biz öyle bir milletiz ki sınırlarımız içinde ve hatta dışında yaşayan tüm insanların malını canını ve namusunu kendi malımız canımız ve namusumuz gibi aziz bilmişizdir. Fakat bizim canımıza ve devlet bütünlüğümüze kast edenleri ise layık oldukları yere göndermek bizim namus borcumuzdur. Bu böyle biline.